Bağlarbaşı'nda oturduğum dönemde, evde oturmaktan sıkıldıysam veya bir hava alayım diye düşünüyorsam, aklıma hiçbir şey gelmese "Üsküdar'a kadar bir uzanmak" gelirdi ilk olarak. Adeta bir refleks, otomatik bir davranış gibi Bağlarbaşı, Fıstıkağacı, Üsküdar'ı arşınlardım. Bu hatta, iç kısımlarda kalan İcadiye, Sultantepe, Bülbülderesi gibi her biri ayrı bir havada semtler yer alırdı, hala da var tabii. Sınırları nerede biter, nerede başlar tam olarak bilmeseniz de, bir yeri tarif edecek olsanız semtiyle söyleyiverirsiniz. Görünmeyen sınırlar, zihinlerde kendilerine bir karşılık bulur ve somutlaşır.
İstanbul'un her ilçesinin, her semtinin, hatta her mahallesinin bir ruhu vardı. Bunu, benim gibi yaşı 30'larda birisinin söylemesi daha da bir tuhaf oluyor adeta bir "eski zaman güzellemesi" yaparcasına. Mesela, Bağlarbaşı, mutedil bir insan gibi yer alır Üsküdar ile Kadıköy arasında. Üsküdar, tam bir nev-i şahsına münhasır bir eski zaman kişisine benzer. Boğaz'ın kenarına konuşlanmış, hayatın tam ortasında ama kendi gündemiyle meşgul, geleneği yaşamına yansıtan ve ondan kopmamaya kararlı bir portre çizer. Tok gözlüdür, mütevazıdır, sadeliğinde can bulur ihtişamı ve bilgeliği. İnsanın gözüne sokmaz, tersine fark ettirmeden sunar nimetlerini. Boğaz hattında Beykoz'a kadar uzanan birçok irili ufaklı ve tamamen kendilerine has özelliklere sahip semtleriyle gerçek İstanbul manzarasını tamamlar. Beylerbeyi, Kuzguncuk, Çengelköy, Kandilli, Kanlıca ve diğerleri bir tespih tanelerinin intizamı ve vakarıyla yer alırlar İstanbul'un en nadide yerlerinde. Patavatsız, ruhsuz, çirkin ve yeni yetme semtlerin, ilçelerin aksine tüm albenilerine rağmen efendiliklerini korurlar, hadlerini bilirler. Rant odaklı yağmacı zihniyetin kendilerine uğramaması adına için için dua ederler dalgalar döverken sahillerini.
Aynı zamanda da mazbut bir yapısı vardır Üsküdar'ın. Namaz vakti girdiyse eğer karşılıklı olarak yükselen ezan sesleri bulunduğu yere çiviler insanı. Bir sağdan, bir soldan semaya yükselen mübarek çağrı, her vakitte farklı bir makam ile çağırır insanı felaha. Sanki Üsküdar dile gelmiş de konuşur gibi gelir insana, farklı camilerden okunan ezanlar değil de Üsküdar'ın sesiymiş gibi sanki. Her şehrin, her yerin kendine ait bir sesi olsa, Üsküdar'ınki okunan ezanlar olurdu muhakkak. Modern zaman muhafazakârı gibi değildir ama Üsküdar, tersine halis, samimi, gösterişsiz ama içten, gerçek bir dindardır o. İnsanın kanının ısınması da ondandır kesin.
Kadıköy denince çeşitlilik, günümüzdeki moda tabiriyle kozmopolitlik gelir daha çok akla. Bir de dindar insanların kafasında oluşan bir önyargı olarak mabetsiz oluşu. Ancak, her ne kadar biraz daha Avrupai ve havalı olsa da Kadıköy de bir İstanbul beyefendisidir. Üsküdar'dan nasıl vazgeçemiyorsak Kadıköy de o kadar vazgeçilmezdir. İstanbul'u tamamlayan bir öğedir. Vakti zamanında gayr-ı Müslim nüfusun yoğunluklu yaşadığı bir yermiş ve halen o izlere rastlanabilir. Daha çok ahşap binalardan müteşekkil Müslüman mahallelerine nazaran daha çok taş veya beton binaların varlığı göze çarpar. (Tek tük de olsa bu eski binalara rast gelinir) Asırları kafasına takmayan bir zevk ve incelikle yapılmış binalar, yanı başlarında bitmiş ve ayrık otu gibi her tarafı kaplamış apartman kepazeliğine rağmen ayakta son anlarını yaşamaya devam ederler. Çoğu, kendi kaderlerine terk edilmiştir ve yıkılmaktan başka çıkar yolları kalmamıştır. Kimisi de, kimliği meçhul bir kundakçının eliyle kundaklanır, pis bir otoparka dönüşür. Ayakta kalanlara bir Allah'ın kulu da bakmaz olmuştur zaten, ince işçiliklerinin, detaylarının, harika endamlarının geçer akçe olduğu devirler değildir artık. Rıhtım Caddesi'nden Yeldeğirmeni'ne doğru çıkan sokaklarda rastlamak olasıdır hala onlara.
Kültür, sanatla ilgilidir Kadıköy. Belki bu sebepten biraz kendi başına buyruktur ve dışa dönüktür. Çarşısı gayet geniştir, tüm ara sokakları canlıdır, ilgi çekicidir. Her cins insana rast gelinebilen küçük bir dünyayı barındırır kendi içinde. Farklı dünyalardan insanları çeker kendisine. Üsküdar'a göre daha dünyevidir, ancak bu dünyeviliği de dozunda yaşamayı bilir. Özellikle hafta sonları tıklım tıkış insan selinin yaşandığı merkezinden Bahariye'nin yukarısına doğru yürürseniz giderek kalabalığın azaldığını fark edersiniz. Eğer ki yolunuzu Moda'ya düşürürseniz, özellikle oraya gelme niyetindekiler eşlik eder size. Doğrudur, fazlasıyla Batılı kalır Üsküdar'ın mütedeyyin hallerine göre, ancak kimse kimsenin hakkını gasp etmez, hürriyetini kısıtlamaz, tabir-i caizse "tavuğuna kışt demez" bir atmosferi vardır. Oturmasını, kalkmasını, yolsa yürümesini bilen insanlara rastlamak bile yetebilir bazen. Elbette ki, herkesin inancı, düşüncesi kendisini bağlar ve karşılıklı saygı, anlayış sınırları korunduğunda da bir arada yaşamak mümkün olacaktır.
İstanbul'un en güzel tarafı, kendine has ve birbirinden çok farklı özellikleri olan (Üsküdar ve Kadıköy örneğindeki gibi) yerlerin, aynı zamanda da insanları barındırabilmesiydi. Yeni yetme ve gecekondu zihniyetli yerleşimlerin pıtrak gibi çoğalması, insanların şehri içlerine sindirmeyi bir türlü beceremeyip saçma sapan bir "gurbet" duygusundan vazgeçmemeleri, şehrin kurallarına tabi olmak yerine kendi kurallarını(!) dayatmaları İstanbul'u bugünkü içinden çıkılamaz noktaya taşıdı. Adeta öyle bir hale geldi ki, neredeyse Boğaz'ı çekip alsanız İstanbul diye bir yerden bahsetmek mümkün olmayacak, eğer ki Bağcılar, Esenler, Sultanbeyli vs. gibi yerlerin İstanbul olmadığını ve bu gidişle de olamayacağını düşünüyorsanız. İnsanlar, kendilerine benzeyen insanların oldukları yerlere kümeleniyor ve şehir kimliğini kaybediyor. Geldiğimiz noktada, Başakşehir gibi yapay ve hiçbir ruhu, cazibesi, özelliği olmayan yerler "ideal şehir" olarak önümüze konuyor. Batılıların kalkıp da "İstanbul, Türklerin elinde mahvoldu" demesinde doğruluk payı var gibi.
Burak Kıllıoğlu
This entry was posted
on Pazartesi, Ekim 11, 2010
at 00:49
and is filed under
yasanmis hatiralar
. You can follow any responses to this entry through the
comments feed
.