"Hiçbir Şey Olmadığımı Öğrendim"  

Posted by Tespih Taneleri... in



Yoğunluktan dolayı hayli gecikmiş öğlen yemeğimizi üniversitenin kampusunda yiyoruz. Dakikalar akşam namazına doğru kanat çırparken biz ikindi namazını kılıp da gelmişiz.
Akademik hayatın dışında davet faaliyetlerinde de aktif bir dostla beraberiz. Biz, yemeğe eşlik eden tatlı bir sohbetin kıyılarında delişmen cümlelerle gezinirken yanımızdan üniversitenin çok saygın hocası olan bir siyasal bilimler profesörü, alanında uluslararası kabûl gören hocamız geçiyor.

 Davet ediyoruz, lütfedip bizimle oturuyor. Hayli yaşlanmış. Espriler yapıyor, gülüyor, bizi neşelendiriyor...Derken dostum davetçi kimliğine münasip bir ricada bulunuyor:

"Üstadım, bize nasihat eder misin!""Bize nasihat eder misin!" ricası hocanın kulaklarına ulaştığı ân tebessüm eden yüzü süzülerek pişmanlığı çağrıştıran bir tona bürünüyor. Ciddileşiyor. Bir müddet suskun kalmayı tercih ediyor. Belki de içe yönelik, mâziye doğru bize saniyeler gibi gelen ona ise yaşanmış koca hayatın bir muhasebesi kıvamında geçmişin derinliklerinden hikmet süzen bir yolculuk yapıyor.

"Hayat bana iki şey öğretti" dedi, gâyet ciddi bir edayla ama ağır ağır.. "Önce ne kadar güçsüz olduğumu. Fazla ayakta durduğumda oturamıyorum, oturduğumda ağrılarım başlıyor. Fazla oturduğumda da kalkamıyorum, kalktığımda yine ağrılarım başlıyor.

Modern tıb âciz, ağrılarıma derman bulamıyor doktorlar.""İkinci olarak da maddi varlığımın kötü koku ürettiğini öğrendim. İnsan bir gün yıkanmasa bedeni kötü kokmaya başlıyor, belki de maddi aslını yansıtıyor. Kokmamak için yıkanmak vb. özel uğraşlar gerekiyor. Sebileyden, burundan, ciltten çıkan şeyler hep pis kokuyor. İnsan kötü koku üretiyor.."

"Aslında bu iki şeyin öğrettiği, bir tek hakikat; ben hiçbir şey değilim, bunu öğrendim. Oysa hizmet ettiğim üniversetelerde her türlü görev üzerime yıkılır, ben de, ben olmazsam üniversite çöker sanırdım. Gururlanırdım. Durmadan, dinlenmeden çalışır dururdum. Üzgünüm, çok yanılmışım."Sözün burasında lafa girerek; "Eğer bu bilinç başından beri sizde olsaydı hayatınız farklı olur muydu?" diyorum.

Bu bilgiye sahip olan insanların hayatlarında fazla bir değişiklik görmüyoruz da, ondan soruyorum. Bilmekle onu hissetmek, sahih bilgiye sahip olmakla sahih amel sahibi olmak arasındaki farkı biliyorum da, onun için soruyorum.
İnandığı ve bildiği gibi değil yaşadığı gibi inananların yanılgısına hep tanığız da ona hüzünleniyorum.

Hoca, hiçbir şey olmamaktan kastının bu hayatın sadece ve sadece bir "imtihan" olduğunu bütün hücrelerinde hissetmek olduğunu belirtiyor. Soruma da imtihan bilincim bugünkü gibi benliğimde canlı olsaydı, genç iken âhirete yakınlığımı bugünkü kadar güçlü hissetseydim daha kaliteli ameller peşinde koşar, malâyanî şeylere iltifat etmezdim, bunun için üzgünüm, diyerek cevap veriyor.

Yüz hatları, ses tonajı ve riyasız duruşu, bize, benim yanılgıma düşmeyin mesajını iletmeye çabalıyor, bunu hissediyorum. İlk insandan beri edinilmiş bu tecrübeyi her insanın yeniden deneme yanılma yoluyla tekrar tekrar edinmesi insanın büyük ironisi olsa gerek!

Kaç milyar insan geldi geçti bu hayattan. Peygamberleri, salihleri saymazsak yüz milyarlarca insan hep aynı hatayı tekrarlayıp geçti/geçiyor bu âlemden.Birçok şey olduğunu sanarken hiçbir şey olmadığı gerçeğine bu dünyada uyanmak da az kişiye nasip oluyor. Kahir ekseriyet ise bu gerçeğe ancak öldükten sonra uyanıyor...




Serdar Demirel

Osmanlı İslam Devleti (Mutlaka Okuyun)  

Posted by Tespih Taneleri... in


İddiam şudur: Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra Kur'ana ve Sünnete en fazla uymuş, en fazla yaklaşabilmiş İslamî uygulama Osmanlı devletidir. Bunu ben söylemiyorum. On dokuzurncu asırda yaşamış Mekke-i Mükerreme Şâfiî Reisüluleması Ahmed Zeyni Dahlan hazretleri "Fütuhat-ı İslamiye" adlı eserinin Osmanlı devletini anlattığı bölümünde yazıyor.

İslam'ı dünyaya yüzde yüz doğru olarak en iyi uygulayan Resulullah Efendimizdir (Salat ve selam olsun ona).Ondan sonra Hulefa-i Râşidîn radiyallahu anhüm ecmâin efendilerimiz.Ondan sonra Osmanlı devleti.Osmanlıların hatâları ve günahları olmamış mıdır? Elbette olmuştur.

Tarihe bakalım: Emevî İslam uygulaması... Abbasî İslam uygulaması... Fâtimî/Şiî İslam uygulaması... Endülüs İslam uygulaması... Hindistan'da Babürî İslam uygulaması... Büveyhî İslam uygulaması... Büyük Selçuklu devleti uygulaması... İran'da Şah İsmail'in başlattığıSafevî uygulaması... Ve daha nice uygulama ve sistem.

Yakın tarihimize bakalım: Arabistan'da Vehhabî İslam uygulaması hâlâ devam ediyor... Pakistan İslam uygulaması... Moritanya İslam Cumhuriyeti...
Evet Hulefa-i Râşidîn devrinden sonraki bu uygulamalar içinde aslına en uygun uygulama Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş devrindeki İslam uygulamasıdır. Osmanlı İslam'ı yüzde yüz ve aslına tamamen uygun şekilde uygulayabilmiş midir? Maalesef... Lakin uygulamış ve altı asırdan fazla ayakta durmuştur. Padişahların nizam-ı âlem için kardeşlerini idam ettirmeleri siyaseten katildir ve bundan dolayı Ahkemülhâkimîn olan Allahü Teala'ya hesap vereceklerdir. İdam ettirmelerinde zaruret var mıydı? Bu soruyu gerçek ulema, gerçek fukaha, büyük tarihçiler, büyük fikir adamları, olgun Müslümanlar tartışabilir. Siyaseten katil kurumu hakkında hukuk otoritelerinin kitapları, ilmî makaleleri vardır.

Bir uçağın baş pilotu, bir geminin kaptanı seyir esnasında uçağın veya geminin ve içindekilerin selameti için icabında silah kullanıp zarar verecek bir kimseyi öldürebilir. Osmanlı padişahlarının durumu da böyleydi. Kanunî Sultan Süleyman Han iki oğlunu idam ettirmiştir. Birisi, Sünnî İslam halifeliğinin baş düşmanı olan İran Şahına iltica etmişti, diğerinin babasını gayr-i meşru bir şekilde tahttan indirmeye hazırlandığı iddia ediliyordu .
Cem Sultan gailesinin devletin ve Ümmetin başına ne belalar getirdiğini tarih yazıyor. Öldürülen şehzadeler ve kardeşler içinde elbette mâsum olanları vardı ve bundan dolayı sultanlar Mahkeme-i Rûz-i Cezada Allaha hesap vereceklerdir. Osmanlıların hatalı taraflarını savunmamak ve beğenmemek şartıyla bütün olarak, İslamî uygulama olarak Devlet-i Osmaniyeyi yüceltiyorum.

Onlar Kur'ana hizmet ettiler... Onlar Sünnet-i Resulullaha hizmet ettiler... Onlar Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyeye hizmet ettiler... Onlar Tevhid'i Avrupa içlerine kadar götürüp Budin'de, Eğri'de, Hotin'de Ezan-ı Muhammedî okuttular...




Osmanlıyı kötüleyen ve yerin dibine batıranların bir kısmı Vehhabî, bir kısmı ise Râfızîdir.... Bazıları da mezhepsiz ve reformcudur. Vehhabîlerin İslam uygulamasını görüyoruz... Bütün Ehl-i Sünnet Osmanlıyı tutmakta, övmekte, sevmekte ittifak halindedir. Daha yakın zamanlara kadar Kenya'da, İslam dünyasının bazı uzak ve hücra köylerinde Cuma hutbelerinde Osmanlı halifesinin ismi zikr ediliyordu.

Vehhabî devleti mi, Râfızî devleti mi daha iyi ve üstündür? Allah için âdilâne cevap veriniz. Cenab-ı Hak Osmanlı ecdadımıza ve bütün mü'minlere rahmeti ile muamele buyursun ve onların taksiratını afveylesin. Onları minnet ve şükranla anıyoruz. Osmanlıların hatâları ve günahları oldu ama Kur'ana ve Sünnete uygun uzun süre devam eden bir dünya sistemi kurmakta(Hulefa-i Râşidînden sonra) onlardan daha başarılısı görülmedi. Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubî gibi âdil ve dindar sultanlar oldu ama devletleri devam etmedi, sistemleşmedi.


Mehmet Şevket EYGİ

Biz ecdadimizla gurur duyuyoruz, ne yaptilarsa yaptilar vardir bir bildikleri... Biraktiklari miraslarla baska ulkelere her zaman basimiz dik oldu. Kazandiklari zaferler ve uygulamalarinda ki gosterdikleri hassasiyet gozle gorulur sekilde ortadir.
Allah Rahmet Eylesin...

Eskiden Boyle Degildi...  

Posted by Tespih Taneleri... in




KIZIM "anne senin yaşındaki teyzelerin, gençlik yıllarında pardüseleri iki beden daha mı büyüktü?" diye sordu. Eskiden kalan resimlere baktığında şimdiki nesiller bu soruyu sorma ihtiyacı hissediyorlar.

Bilindiği üzere, o zamanlar hanımlar, pardüse alırken vücut hatlarının belli etmeyecek genişlikte olmasına dikkat ederlerdi. Başörtüler ise, daha büyük olur ve aşağı doğru uzanırdı. Şimdilerde ise, hanımlar pardüse biraz genişse, hemen terziye verip daraltıyorlar.

Vücuda yapışan pardüse modelleri her mevsim değişiyor. Eskiden hanımların büyük bir çoğunluğu gerçekten örtünmek için pardüse giyerlerdi. Şimdi bazı hanımlar, modayı takip etmek, daha renkli görünmek ve ortama uyum sağlamak için örtünüyor.

Eskiden genç kızlar, evlenecekleri kişiyle, güvendikleri birinin gözetiminde görüşürler, büyüklerin fikrini alırlar ve evlenmeye karar verdikleri takdirde gerekli hazırlıkları yaparlardı. Şimdiki genç kızlar, evlenmeden önce her şeyi tüketiyorlar.

Bir genç kız, karşı cinsle ilişkilerinde ölçüyü kaçırdığında, insanlar hemen yadırgar ve eleştiriye tabi tutarlardı. Şimdi insanlar her şeye alıştılar ya da alıştırıldılar, kimse kimseyi yadırgamıyor. Açıklık, laçkalık, sınırları delinmiş ilişkiler sıradan bir şey gibi görülüyor. Eskiden hanımların iki pardüsesi iki ayakkabısı olurdu. Onlar bunun dışında yapılan alışverişleri israf olarak görürler ve öz eleştiri yaparlardı.

Şimdi hanımlar, her mevsim, her ay her hafta pardüse ve ayakkabı değiştiriyorlar. Modaya uymak her şeyden daha önemli görülüyor. Şunu aklımızdan çıkarmayalım, yaşadığımız hayat şartları ne kadar değişirse değişsin bizler Müslüman olarak kalmaya ve yaşamaya mecburuz. Bunun için, hayatımızda baştan aşağı bir değişime gitmemiz gerekir.

Giyim tarzımızdan, insanlarla ilişkilerimize, yemek adabımıza, zamanı kullanma şeklimize kadar her şeyi gözden geçirmeli ve kul olarak bulunduğumuz koordinatları korumalıyız. Çağın bize hükmetmesine fırsat vermemeli biz çağa hükmetmeliyiz. Bunu da bu kokuşmuşlukla asla yapamayız. Bu nedenle öncelikle şahsiyetimizi ve dik duruşumuzu yeniden diriltmeli ve kendimize gelmeliyiz...

Fatma TUNCER

Perde Arkasi  

Posted by Tespih Taneleri... in






Şah-ı Nakşibend k.s. hazretlerinin halifesi
 Muhammed Parisa k.s. hazretleri şöyle buyuruyor:



 ''Allah ile kul arasında perde maddi bir şey değildir. Perdeler dış suretlerin nakışlı süslü
görüntüleridir. Dünyada görüp aldandığımız bize güzel görünüp kalbimizi oyalayan her bir şey

Allah ile kul arasında perde olur.”


 Harama bakışların gıybetçi çirkin zararlı perişan bomboş sohbetlerin lakırdıların menfaat elde etmek için yapılan dalkavuklukların mihnet ve meşakkat dolu hiçbir şeyden memnun olmayan bir türlü tatmin ve huzur bulmayan binbir itiraz ve şikayetlerin her birisi araya girer meşgul eder perdeler.
Çalgılı çengili eğlenceler zamanı öldüren boş seyirler gibi işler de aslında perde olan işleri güzel gösterip nefsin gıdasını artırır kalbi nefs karşısında zayıflatır. Şeytanın yemi artar ve Allah’tan gelen feyzi kalbimiz çekemez hale gelir.

Christina Hoffmann  

Posted by Tespih Taneleri... in


Dünün, İslâm'dan habersiz açık Christina'sı, bugünün İslâm'ın nuruna ermiş mesture Semiyye'si, örtünün kadının güzelliğini tamamladığını söylüyor.

Bir Müslümanla evli olan Semiyye'nin en büyük arzusu İslâmiyeti diğer Alman kadınlarına da anlatmak.

Alman Christina Hoffmann nasıl Müslüman olduğunu ve İslâmın kadına emri olan başörtüsünü nasıl takındığını şöyle anlatıyor:

"Ben de diğer insanlar gibi bir insandım. Her şeyim vardı, fakat daima kendimde bir şeyin eksikliğini hissediyordum. Kiliseye çok az giderdim. Zamanla Müslüman kadınlarla münasebetim oldu. Onlarla birkaç defa görüştüm. İslâmiyetin güzelliğini ve bu dinde kadının sağlam yerini tespit etme imkânım oldu. Belli bir araştırma devresinden sonra elhamdülillah Müslüman oldum.

Müslüman olduğum ilk günlerde bir başörtüsünün benim için zor olacağını düşünmüştüm. Zamanla, İslâmiyeti araştırdıkça başörtüsünün gerekliliğine o kadar inandım ki Müslüman olduğum ilk aylarda başörtüsü taşımadığıma sonradan çok pişman oldum.
Çünkü Kur'ân'da bizi Yaratanın kadınlara kesin olarak 'Başlarınızı örtün' emri var. Hem başörtüsü benim kanaatimce kadının güzelliğini tamamlayan mühim bir unsurdur.
 Muhakkak bu cemiyette başörtü takmak kolay değildir. Bizi rahatsız etmek için bazılarının çirkin hareketi olabilir. Ama mühim değil. Benim Müslüman kardeşlerime tavsiyem aldırmasınlar.
 Cenneti ve Allah'ın rızasını düşünerek Onun emirlerini yerine getirmeye çalışsınlar. Çünkü her şeyi yapabilecek yalnız Allah'tır. Bizi muhafaza edecek yalnız O'dur."

Christina Hoffmann

Nuriye Çeleğen

Regaib Kandiliniz Mubarek OIsun...  

Posted by Tespih Taneleri... in




Receb’in ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir. Bu geceye Regaib gecesi ismini melekler vermişlerdir. Her Cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allahü teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler [ihsanlar, ikramlar] yapar. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Bu gece yapılan dua kabul olur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir. Regaib gecesini ibadetle geçirmeli, kazası olan, hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmalı! Kazası olmayan da nafile namaz kılar, Kur’an-ı kerim okur, tesbih çeker, tövbe istiğfar eder. Perşembe günü oruç tutup, gecesini de ihya etmek çok sevaptır. Receb ayında oruç tutmak faziletlidir.

Peygamberimiz (a.s.m)’ ın Ramazan ayından sonra en çok oruç tuttuğu ay Receb ayıdır. Bu Receb ayında oruç tutmanın muazzam, muhteşem sevabları var.



• Allahü teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder. [Gunye]

• Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb’in hepsini tutmuş gibi sevap verilir. [Miftah-ül-cenne]


• Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır.) [Ebu Yala]


• Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) [İbn-i Asâkir]


• “Receb-i Şerîf’in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur.” buyuruyorlar. (Camiu-s sağir)


• İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri: “Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Recep ayında bazen o kadar çok oruç tutardı ki, biz O’nu hiç iftar etmeyecek zannederdik. Bazen de o kadar çok iftar ederdi ki, biz O’nu hiç oruç tutmayacak zannederdik.” buyurmuştur. (Müslim)


• Muhakkak zaman, Allah’ın yarattığı günkü şekliyle akıp gitmektedir. Yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Ve üçü ard arda gelmektedir. Zilkade, Zilhicce, Muharrem bir de Cemaziye’l-âhirle Şaban ayları arasında gelen Mudar kabilesinin ayı Recep ayıdır." (Buhârî, Tefsir, Sure, 8,9)

 
• "Recep ayı Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır." (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/423

)
• Yine mübarek üç aylardan ilki olan Receb ayının önemi ve değeri hakkında Enes b. Malik ( r.a. )'dan şöyle rivayet edilir: Receb ayı girdiğinde Hz. Peygamber şöyle derdi: "Allahım! Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan'a ulaştır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259)


 Receb’in ilk cuma gecesini ihya edene, Allahü teâlâ, kabir azabı yapmaz. Duâlarını kabul eder. Yalnız, 7 kimsenin duasını kabul etmez: Faizci, Müslümanları aşağı gören, ana babasına eziyet eden, Müslüman olan ve dinin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, çalgıcı, livata ve zina eden, beş vakit namazı kılmayan. [Bu günahlardan vazgeçmedikçe, duaları kabul olmaz.] [Saadet-i Ebediyye]

• Receb büyük bir aydır. Allah bu ayda hasenatı kat kat eder. Receb ayında bir gün oruç tutana, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır. On gün oruç tutana, Allah istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münadi, “Geçmiş günahların affoldu” der. Receb ayında Allahü teâlâ Nuh aleyhisselamı gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti. [Taberânî]


• Kim Receb ayında, takva üzere bir gün oruç tutarsa, oruç tutulan günler dile gelip “Ya Rabbi onu mağfiret et” derler. [Ebû Muhammed]

• Hz. Aişe ( r.a ) validemiz, “Resûlullah, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya çok önem verirdi.” buyuruyor. Çünkü Hadis-i Şerifte, “Ameller Allahü teâlâya pazartesi ve perşembe günleri arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini istiyorum.” buyururdu. (Tirmizî)

• Receb ayında yapılan dua kabul edilir, günahlar affedilir. Bu ayda günah işleyenin cezası da kat kat olur. Hz. Hüseyin ( r.a) anlatır:


“Kâbe’yi tavaf ederken, yanık sesle Allahü teâlâya dua eden bir kimsenin sesini işittik. Babam bunu çağırmamı emretti. Güzel yüzlü, temiz bir kimseydi. Ancak sağ tarafı felç olmuş, kurumuş, hareketsiz idi. Ona, “Sen kimsin, durumun ne böyle?” dedim. O kimse dedi ki:
“Adım Menazil... Ben çalgı çalmak, şarkı söylemekle şöhret salmış, Arabistan’ın ünlülerinden bir gençtim. Hep nefsin arzuları peşinde koştum. Receb ve Şaban aylarında bile, bu günahlara devam ederdim. Salih babam, beni bu günahlardan kurtarmaya çalıştı.
Bana, “Allahü Teâlânın azabı şiddetlidir, bir anda kahredebilir. Kötü arkadaşlardan vazgeç, bu kötü işleri bırak! Melekler ve bu aylar senden şikâyet ediyorlar” dedi. Nasihate hiç tahammülüm yoktu. Babamın üzerine yürüyüp, döverek susturdum. Üzüntülü ve kırık kalble,
 “Bu aylarda oruç tutup, geceleri ibadet ediyorum. Beytullah’a gidip şerrinden korunmak için, Allahü teâlâdan yardım dileyeceğim” dedi. Bir hafta oruç tutup, Kâbe’ye giderek, “Ey Rabbim, mazlumların âhını yerde bırakmazsın. Bu ayda, bu mübarek yerlerde yapılan duaları red etmezsin. Hakkımı oğlumdan al, onu felç et!” diye dua etti. Henüz duası bitmeden sağ tarafım felç oldu. Beni gören, “Baba bedduasına uğramış kişi” derdi.

Hz. Hüseyin, “Baban bu hâline ne dedi?” buyurdu. O genç, “Babamdan özür diledim. Onun da babalık şefkati galip gelerek beni bağışladı. Beddua ettiği yerde, bu sefer şifa bulmam için hayır dua etmek üzere deve ile gelirken, devenin ürkmesi ile babam düşüp öldü. Şimdi çaresizim.” diyor. Hz. Ali bu felçli gence dua ediyor, Receb’de yaptığı bu dua bereketiyle de Hak teâlâ ona şifa ihsan ediyor. 


 Regaib Gecesi Namazı Nasıl Kılınır?

Regâib Gecesi Namazı: Bu geceyi ibâdetle geçirmenin sevabı pek çoktur. Bu gecede kılınacak namaz 12 rek’attir. Bu namazın kılınışı şöyledir:

Her rek’atta fatihadan sonra üç kadir suresi ile 12 adette ihlas suresi okunur. Her iki rek’atta bir selam verilerek 12 rek’at tamamlanır. On ikinci rek’at kılınıp selam verildikten sonra yerinden kalkmadan yetmiş kere “ Allahumme salli ala Muhammedinin nebiyyil ummiyyi ve ala alihi” denilir. Sonra secdeye varılır. Secdede yetmiş kere “ subbuhun kuddusun Rabb-ul melaiketi verruhi” denir.

Sonra secdeden kalkılarak ettahiyyatta oturulur. Ve yetmiş kere “Rabbiğfir ve erham ve tecavez ta’lemü” dedikten sonra tekrar secde edilir. Secdede yetmiş kere “ subbuhun kuddusun Rabb-ul melaiketi verruhi” dedikten sonra, isteklerimizi alemlerin Rabbine arz edilir. ( İhya ulumuddin, Bedir yayınları, 1974, c:1, s:555)


Bir Su Damlası...  

Posted by Tespih Taneleri... in


 
Mini minnacık bir su damlasıydı…

 … Fazla vakti yoktu...

 Güneş de birazdan çıkacak, bulutların arasından yüzünü gösterecekti. Damlacığın dünyada fazla vakti yoktu. Hayatın içine karışıp gidecekti ya da hayalini süsleyen idealini izleyecekti. Damlanın bir ideali vardı, onu takip edecekti.

 Evet, bir damlanın hayali olur da, duâsı olmaz mı? Damla, bir su damlası değildi şimdi. Nasıl ki; ideali olan bir insan, sıradan bir insan değil, bir dâvâ adamıysa artık, bu su damlası da bir dâvâ eriydi. Ve boş yere akıp gitmeyecekti, erimeyecekti. Kendine yakışanı yapacaktı.
 Günün en erken saatinde hayalini süsleyen duâlara durdu su damlası:

 “Yâ Rabbi!” diyordu,
“Beni sellere katma, tufanlara çevirme! Rahmetini eriştir üzerime… Buharlaştırma, güneşin altında kurutma, bu yaprakta beni bırakma. Gökler ötesine al, yüce katına çıkar, arşından bir emir yetişsin: ‘Bu damla, bir deniz olsun.’ diye. Rahmet yüklü bir buluta bindir de, yağmur olup ineyim yeryüzüne. Bir göle karışayım, oradan nice damlacık kardeşlerimle beraber yol bulup bir çeşmeden akayım. Mü’min bir ağzın, bir bardaktan içerken dudağına değip, yapışayım içine, karışayım kanına, gözlerinde yaşayayım. Kâinatı, kalbinin gözbebeğinden seyredeyim o mü’minin. Ben bir küçük damlayım ama Sen büyüksün yâ Rab! Hayalimi süsleyen duâlarımı kabul eyle yâ Rab!”

 Ve her duâ gibi, bu damlanın duâsı da yüce katına erişti yaratanın, kabul buldu.
 Bir değil, milyon işlemden geçti. Bir bulutun içinden yağmur olup süzüldü. Rahmet olup düştü duâsını ettiği bir gölün üstüne. Oradan bir çeşmeye ulaştı, oradan da bir bardağa..

Ve derken mü’min bir dudağa... Hem de abdest almış, sabah namazına durmak için suyla arınmış, aklanmış bir mü’min yüreğe. Tazecik abdestinin hemen ardından, bir yudum suyu da, sünnettir diye içmeye hazırlanmış olan bir mü’min yüreğin dudaklarına değdi damla.

 İlk duyduğu söz, “Allah…” oldu.

 Titredi birden bütün zerreler. Damlayı ‘Bismillah’ çekip içen adam da, damla da titredi. Besmeleli dudağa ne de yakışmıştı bu damla… Allah’ın adıyla girdiği bu lâtif bedende, şikâyet yoktu, şükür vardı. Ve o sabah ilk defa mü’min bir bedende namaza durdu damlacık.
Kulak kesildi, okunan Kur’ân’ı dinledi.
O güzel sadâyı duydu, işitti ilk defa. Hem de bu kadar yakından. Şimdi bu bedende misafirdi. Hayalini süsleyen duâlarına ulaştığı için, o da ‘âmin’ diyordu. Bu duâyı Allah’tan başka hiç kimse bilemez ve duyamazdı. En sonunda, bir mü’min yüreğin gözlerinden süzülüp giden ve duâ sonrası eline düşen bir gözyaşı oluyordu damla…

Damlanın yolculuğu bitmedi, bitmeyecek... O bir damla değil, bir denizdi. Duâsı kabul olmuştu. Bunca yaşadığı bize meçhûldü damlanın ama Yaratanına mâlumdu. Artık damla da biliyordu; bir mü’minin niyetinin amelinden hayırlı olduğunu.

 Şimdi bize bir ders veriyor su damlası:

“Ey insanoğlu!” diyor. “Sen de bir su damlası değil miydin? Aslına baksan, sudan, kandan ve çamurdan yoğrulmuş bir varlık değil miydin?
Seni unutmayan beni unutur mu hiç?
Beni yaratan ve yaşatan seni unutur mu hiç? Ben bir ağacın, son yaprağının ucundaki bir damlaydım, sen kâinat ağacının başında, bir meyvesin ve o meyvenin ucundaki bir damlasın. Duâlarına tutunup, ideallerine yaslanıp göklere çıkmak varken, rahmet olup oradan tekrar yere inmek varken, buhar olup uçmak niye?
Kurumak, kaybolmak niye? Kalabalıklara karışıp hayatın mânâsını yitirmek niye?
Ben yaprağın ucunda bir damla, sen bir insanoğlu...

 Ey Allah’ın kulu! Ben unutmadım aslımı, Yaratanımı; sen de unutma!


 Selim Gündüzalp

ORUÇ TUTMANIN FAZİLETİ VE İNCELİKLERİ İLE İLGİLİ HADİSLER  

Posted by Tespih Taneleri... in



Peygamber Efendimiz Abdullah Ebu Evfa (RA) ‘den rivayeten buyuruyor ki;“Oruç tutanın uykusu ibadettir. Susması tesbih sevabı kazandırır. Duası makbuldür. Ameli de kat kat sevaplandırılır.”

Peygamber Efendimiz Enes (RA)’den rivayeten buyuruyor ki;

“Beş şey oruç tutan kimsenin sevabını giderir. Yalan söylemek, gıybet etmek, koğuculuk yapmak (laf taşımak),şehvet nazarı ile harama bakmak, yalan yere yemin etmek.”

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;

 “Bir kimse başkalarına oruç tuttuğunu belli etmeden, ilan etmeden oruç tutarsa Allah o kimseye mükâfat olarak cennetten başkasına razı olmaz.”
“Recep Allah’ın, Şaban benim, Ramazan ümmetimin ayıdır.”

Hadis-i Şerif


Kaynaklar: Ramuz El –Ehadis (Hadisler Deryası)
Ramazan Ve Takva Eğitimi Prof..Dr. Mahmud Es’ad Coşan


RECEP AYI

“Recep ayında 1gün oruç tutan kimseye 1 yıl oruç tutmuş sevabı verilir.7gün oruç tutan kimseye 7 cehennemin kapısı kapatılır.8gün oruç tutan kimseye 8 cennetin kapısı açılır.10gün oruç tutan kimseye ise; gönlünün muradı neyse verilir.15 gün tutan kimseye ise; Allah gökte bir melek yaratır. O da kişiyi günahların af edildi diyerek müjdeler.(Oruçta ) ziyade edene ziyade olunur.”

Hadis-i Şerif

“Recep’in 1.günü 3 yıllık, 2. gününde 2 yıllık, 3. gününde oruç tutmak 1 yıllık işlenen küçük günahlara kefaret olur.”

Hadis-i Şerif

“Recep ayında sevaplı ameller kat kat sevaplandırılır. Günahlar da kat kat cezalandırılır.”

Hadis-i Şerif

“Kim takva üzere Recep ayında bir gün oruç tutarsa, o oruç dile gelir ve Ya rabbi bu kulunu afv-ı mağfiret eyle diye niyazda bulunur.”

Hadis-i Şerif

Kaynak: Ramuz El –Ehadis (Hadisler Deryası)

Regaip Kandili

“1000 tane ihlâs suresini okumanın fazileti Allah’tan canını satın almaktır. Yani cehennemden azad olmaktır.”

Hadis-i Şerif

(Bilhassa Regaib gecesinin ihyası için bu tesbihatı, Merhum Mahmud Es’ad Coşan Efendi hazretleri tavsiye buyurdular.)

Recep’in ilk Perşembe günü oruçlu geçirildikten sonra Cuma gecesinde, akşamla yatsı vakti arasında ve gecenin ilk üçte birinde, iki rekâtta bir selam verilmek suretiyle 12 rekât nafile namaz kılınır.

Her rekâtta bir Fatiha ve 3 kere Kadir ve 12 kere de İhlâs suresi okunur.
Namaz sonunda yetmiş kere “Allahümme salli ala Muhammedini’nnebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ âlihi ve sellim” diye salavat getirilir.

Sonra, secdeye gidilir. Secdede yetmiş kere “Sübbuhûn Kuddusûn Rabbü’l-melâiketi ve’r-Ruh”, secdeden doğrulunca da yetmiş kere “Rabbiğfir verham ve tecâvez ammâ tâlem fe inneke Ente’l-Azîzi’l-Âzam!” denir.
İkinci secde de böyle yapılır.
Bu namazın; iki rekâtta bir selam verildikten sonra yüzer kere “Subhânallahi ve’l- hamdü lillahi ve la ilahe illallahu vallahu ekber” denilmek, yüzer kere istiğfar ve yüzer kere salâvat getirilmek suretiyle kılınacağı da bildirilmiştir.

Regaip Gecesi namazını kılanların günahları; denizlerin köpükleri, kumlar, yağmur damlaları ve ağaçların yaprakları kadar çok, dağlar kadar ağır da olsa, bağışlanacağı gibi; kabre konuldukları ilk gecede de bu namazın sevapları yanlarına gelerek, kendilerinin her sıkıntıdan kurtulduklarını, kabirde yapayalnız ve ıpıssız kaldıkları bu sırada kendilerine arkadaş ve yoldaş olmak, duydukları korku ve tedirginliği gidermek için geldiklerini, Kıyamet gününde Arasat meydanında da kendilerini gölgeleyeceklerini ve yüce Allah’ın hayr ve rahmetinden uzak kalmayacaklarını güler  yüz, tatlı ve açık bir dille onlara müjdeleyecekleri de haber verilmiştir.

Kaynak: “İslam İlmihali “M. Asım Köksal

Bıkkınlık ve Sabırsızlık Kaybettirir  

Posted by Tespih Taneleri... in



Bir tarafımız Suriye, İran, Irak, Gazze, “Arap Baharı” vesaire... Bir tarafımız terör, uyuşturucu, sözde “soykırım”, deprem, kavga, vesaire...
 Kısacası her gün yurt dışında ve yurt içinde bizi etkileyen gelişmeler oluyor...

Nihayet insanız: Kızıyoruz... Kırılıyoruz... Yoruluyoruz... İnciniyoruz...  Yüreklerimiz yara-bere oluyor! Ama elimizden de bir şey gelmiyor...Kırılan umutlarımızla çaresiz kala kalıyoruz!Sanki sizi bunaltmak, ezmek, yıkmak için tüm dünya işbirliği yapmış...

Sanki her şey üzerinize abanmış, ruhunuzu param parça etmeye başlamış...Giderek kalabalıklaşan dünyada yalnızlaşıyoruz... Koskoca evrende tek başımıza kalmış gibi oluyoruz...Sizi dinleyen, dinleseler bile sizi anlayan kimse kalmamış gibi geliyor insana...Sanki yüreğiniz kör bir kuyuya düşüp yitmiştir...Öylesine bitmiş, tükenmiş, incinmiş, yıkılmış hissediyoruz kendimizi...

Bazen bir umut kırıntısı dahi kalmıyor içimizde, enerjimiz tükeniyor. O kadar ki, çırpınacak takati bile bulamıyoruz kendimizde. Sadece derin bir ürküntü duyuyoruz ve kaçıp kurtulmaktan başka bir şey düşünemiyoruz. Ama dünya bir tane, nereye kaçacaksınız ki?..

Bu durumda sadece iki yol kalıyor insanın karşısında: Ya şartlara teslim olup çürüyeceksiniz ya da direnip o yıkılış anını dirilişe çevireceksiniz.Zaten asıl diriliş anı, yıkılış anıdır!.. Yıkıldığı yerde dirilmesini bilmeyenler (fert, millet ya da devlet) yüzüstü sürünmeye mahkûmdurlar.

Daha önce verdiğim su kertenkelesi örneğini hatırlamanın şimdi tam sırasıdır..
.Su kertenkelesi, su üzerinde yürüyebilen ayaklı bir yaratıktır. Ama bu hiç de kolay bir şey değildir. Kertenkelenin su üzerinde yürüyebilmesi için saniyede yirmi adım atması gerekir...Bunun için büyük bir çaba sarf eder, saniyede yirmi adım atar ve su üzerinde yürümeyi başarır.Bunu denemenizi tavsiye etmem, ama bunun yerine kendinizi karamsarlıktan, yıkılmışlıktan kurtaracak başka şeyler deneyebilirsiniz. Meselâ son günlerini yaşadığımız baharı fark etmekten işe başlayabilirsiniz.

Kel akbaba örneğini de vermiştim, daha önce... Kel akbabanın en sevdiği yiyecek kemik iliğidir. Ne var ki, gagası bir kemiği kıracak kadar güçlü değildir. Bununla birlikte vazgeçmez. Bulduğu her kemiği gagasına alıp üç dört yüz metre yükseğe uçar.

O yükseklikten kemiği sert kayaların üzerine bırakır. Kırılırsa ne âlâ, kırılmazsa tekrar dener... Sonra bir daha, bir daha...Sonunda muradına erer, kemik parçalanır, iliği afiyetle yer.Biz ise her şeyden çabucak bıkıyor, hemen vazgeçiyoruz. Dolayısıyla sonuca ulaşamıyoruz. Geriye ise kala kala yakınma kalıyor: “Denedik işte olmuyor” yakınması.

Ne biliyorsunuz, belki ilk denemelerde başaramadığımızı son denemede başaracağız.Olumsuz şartları abartacağınıza, imanınızı ve imkânınızı abartıp, olumsuzlukları aşmaya çalışın...Şartlara teslim olacağınıza, direnmeyi deneyin.

Bilin ki, direnme gücünüz imanınızdadır. Hedefe kilitlenir, emeğinizi ve yüreğinizi seferber eder, yılgınlığa düşmez de şartları zorlarsanız, Allah’ın inayeti ve rahmeti üzerinize iner...Yolunuz açılır, yüreğiniz ferahlar, siz de İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler” demeye başlarsınız.

Yavuz Bahadıroğlu

Şehirlerimize Mide Penceresinden Bakmak...  

Posted by Tespih Taneleri... in



Yavuz Bahadiroglu'nun bu yazisi cok hosuma gitti... Okurken icimden gelen buruk bir tebessume engel olamadim. Ne kadar hakli, ne kadar dogru  bir noktaya deginmis kendisine burdan cok tesekkur ederim...

Evet ! 


Hayatın içinde beyin, ruh, yürek de var...


Sevgili dostlarım, merhaba...

Malatya Valiliği, uzun süredir devam ettirdiği "Malatya Okuyor" kampanyasını bir "Birinci Malatya Kitap Fuarı"yla taçlandırdı...

Pek çok yazarla birlikte bendenizi de dâvet etme nezaketini gösterdiler...
02 Mayıs 2012 Çarşamba günü imza ve sohbet için fuarda bulundum. Gerek imzam, gerekse sohbetim fevkalâde yoğun geçti. Malatyalıların kitaba ilgisini görünce, Malatya'nın 20 yıl öncesine dönmeye başladığını, ara verdiği "okuma"ya yeniden sarıldığını düşündüm. Çok mutlu oldum.

Bu işe yüreğini ve emeğini koyan Malatya Valisi hemşehrim Sayın Doç. Dr. Mehmet Ulvi Saran beyefendi ile sürekli koşturan ekibini tebrik ediyorum. Darısı diğer kentlerimizin de başına!
Vaktiyle Malatya, "okuyan kentler" sıralamasında öne çıkan şehirlerimizdendi. Sonra ne olduysa oldu, kitapla arasındaki yürek bağında arızalar meydana geldi.

Battal Gazi, Niyazi-i Mısrı (Mehmed), Sadrazam Koca Ragıp Paşa ve Turgut Özal gibi değerli isimler çıkaran bu şehir son yıllarda yalnızca "kayısı" ile anılmaya başlandı.

Niyazi-i Mısri gibi bir cevherin olsun, ama sen tut kayısı ile özdeşleş, olur şey değil! Şu şiir kudretine ve tasavvuf derinliğine bakar mısınız?

"Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş,
"Burhan sorardım aslıma, aslım bana burhan imiş...
"Sağ u solu gözler idim, dost yüzünü görsem deyu;
"Ben taşrada arar idim, ol can içinde can imiş."

Tek başına Mısrî bile hem Malatya'yı, hem de tüm Türkiye'yi şereflendirmeye yeter.
Ya Battal Gazi?..
Bizim köy camiinin "muhabbethane" kısmında geceler boyu "Battal Gazi Destanı"nı okuduğumu (Osmanlıcasından) unutamam. Ben okur, cemaat dinlerdi. Hakkı Amca kimseye "çıt" çıkarttırmazdı.
"Roman"ı onunla tanıdım. Kahramanlık duygusunu ilk onda tattım. İlk romanlarımda bu yüzden "Battal Gazi" tadı var. Diyebilirim ki, o benim ilham kaynağım oldu.
Böyle değerleri olan Malatya'nın salt kayısısıyla tanınması, midenin, yürek ve beyinden önce geldiğinin resmidir.

Sadece o mu?

Diğer şehirlerimiz de maalesef mide eksenli anılıyor...

Adana= Kebap... Adıyaman= Üzüm... Amasya= Elma... Antalya= Portakal... Balıkesir= Ayran- Hoşmerim... Bolu= Et- Aşçılar... Bursa= Şeftali- Kestane şekeri... Çanakkale= Domates... Çankırı= Kavun... Çorum= Leblebi... Diyarbakır= Karpuz... Trabzon= Ekmek... Rize= Çay- Hamsi... Sakarya= Islama köfte... Giresun-Ordu= Fındık... Tekirdağ= Köfte... Kayseri= Pastırma... Kahramanmaraş= Dondurma... Gaziantep= Baklava- Fıstık... Şanlıurfa= Çiğköfte... Karaman= Koyun... Ankara= Keçi... Konya= Etli ekmek... Manisa= Mesir macunu... Erzurum= Cağ kebabı... Erzincan= Tulum Peyniri... Edirne= Ciğer- Ayçiçeği... İzmir= Lokma- Kemalpaşa tatlısı... Mersin= Tantuni... Kocaeli= Pişmaniye... Afyon= Kaymak- Sucuk... Hatay= İçliköfte...

Bu kadar yeter, gerisini nasılsa bulursunuz.
Bir ülkenin en büyük zenginliği yiyecek-içeceği değil, insanlarıdır. Değerli bir insanın önüne kayısıyı, şeftaliyi, elmayı geçirirseniz insansız kalırsınız.
Elbette dünya "geçim dünyası", ancak hayat yiyip içmekten ibaret değildir.

Hayatın içinde beyin, ruh, yürek de var...

Mideyi doldururken, ruhlarını aç bırakan milletlerin geleceği yoktur!

Yavuz Bahadıroğlu

Hayatın Efendisi Olmak... Zor Degil !  

Posted by Tespih Taneleri... in



Necip Fazıl diyor ki,"Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu..."

Bugünkü sosyal hayat nefse hizmet ediyor, nefse hizmet etmemizi emrediyor. Reklamlar, ürün satmak için her türlü edepsizliği yapıyor. İnsanların karnı doyuyor, gözü doymuyor. İçkili lokantalar, plajlar, televizyondaki programlar, kılık kıyafet düşkünlüğü... İnsanlar kendini Allah'a beğendirmekten vazgeçmiş, kullara beğendirmeye uğraşıyor, moda yarışına giriyor. Müslümanlar, Peygamber'in (sas) istediği gibi yaşamayıp, Avrupalı gayrimüslimler gibi yaşamaya meyledince modernizm oluyormuş.

Görülüyor ki, modernizm, dev gibi ağzını açmış kurbanlarını arıyor...
Oysa cennet ucuz değil. Cennette hastalık yok, yoksulluk yok, en güzel bahçelerden daha güzel... Bu kadar kıymetli olan yerin ücreti de fazladır.

İnsanların çoğu alışkanlıklarının kölesidir. Bu kölelerden hayır gelmez. Bunların iradesi zayıf olduğu gibi, Allah'a itaatleri de zayıftır. Girilen her bir günah, itaatsizliğin alametidir.

 Haramda hayır olmadığı gibi, cezası da peşin gelir. Nefis, şeytanın arkadaşıdır. Şeytan, dinin düşmanıdır. Bugün öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, insan insanın rahmanı, insan insanın şeytanı olmuş. Allah iyilerle karşılaştırsın.

Bir şahıs şöyle diyor: "Ben Müslüman'ım. Fakat plajların, meyhanelerin, müstehcenliğin olması beni rahatsız etmiyor. Bunlara karşı değilim. Hem de hoşuma gidiyor."

Adam Müslüman; kadeh tutan eli Müslüman değil. Adam Müslüman; kumar oynayan eli Müslüman değil. Adam Müslüman; harama bakan gözleri Müslüman değil. Adam Müslüman; haram yiyen midesi Müslüman değil. Adam Müslüman; haramı konuşan dili, Müslüman değil. Adam Müslüman; İslam'a uygun olmayan işte çalışıyor, işi Müslüman değil. (Risale-i Nur, 6. Söz'de bu mesele çok güzel anlatılmış.)

Buraya kadar anlattıklarımız, hayatın kölesi olmuş kimselerdir. Hayatın efendisi olmak için evvela tövbe edilecek. Tövbe ettiği haramlara bir daha dönmeyecek. O zaman hayatın efendisi olur. Hayatın efendisi olmak hem kolaydır hem zevklidir.

Mesela gazetelerde, radyolarda haberler çıkıyor: Yangında bir anne iki çocuğuyla yanarak öldü! Otobüs devrildi, iki tane ölü var! Uçağı kaçırdılar! Üç günlük evli kadın evden kaçtı!

 Ekmek bulamayan fakirler, sokaklarda yaşayan çocuklar, tiner kullananlar, vurulanlar, yaralananlar, ölenler... Böyle haberler okuyunca insan; "Büyük bir vahşet içinde yaşıyorum, bu korkunç âlemde ben ne yapacağım?" dediği anda, hemen derslerden aldığımız terbiye ile;

 "Mülkü sahibine teslim et. O dilediği gibi yapar, hak yerini bulur. Vücut denen bu gemide sen bir yolcusun. Allah'a inan, İslamiyet'i yaşa, dünyanı cennet et. Bu dünya başıboş değil. Her şeyi yaratan her şeyi bilir. Benim kendi vazifeme bakarım. " der ve rahat ederiz.

Böylece hayatın efendisi oluruz...


Hekimoğlu İsmail

Sevgili Genç Kardeşim  

Posted by Tespih Taneleri... in



Hayata atıldığın bu altın çağında senin en büyük rol modelin Peygamber’indir.

O’nun sünneti gölgesinde yaşadığın hayat senin için hep bahar olacaktır.

O’nun izinden yürüdüğün her yol seni maksadına eriştirecektir.

O’nun gösterdiği her istikamet senin için hep müjdeler dolacaktır.

O ki Allah’tan aldığı hiç saklamadan ümmetine tebliğ etti.

O ki insanlığı kurtarmak için kendini feda etti. O ki ardından gelecek nesillere sadece kutlu bir miras bıraktı.

Cenab-ı Peygamber’i andığımız bu günde bir kez daha,

O’nun getirdiği mesaj üzerinde derince düşün.

O’nun bir ömür adadığı örnek hayatının hikmet parıltılarına gönlünü bir kez daha açıver.

O’nun misyonu üzerinde düşünmeye ve anlamaya çalış. Ânı aşarak o kutlu beldeye bir yolculuk yapıp saadet asrının heyecanını yüreğinde yaşa.

Bir lahza durarak o semavi iklimin insana huzur veren nefesinden sen de bir nefha içine
çekiver.

Hz. Peygamberin kutlu rahlesinde tedris eden o gençlerin bir düşünüver. Henüz daha bıyıkları yeni terlemiş, gençlik hülyaları yeni olgunlaşmış, gelecek kaygısı gütmeyen taze gençlerin

O’nun tertemiz gönlünden dökülen sözlere kulak verişlerini seyret.

Meleklerin bile gıpta ettiği Kur’an meclislerinde bir köşe sen de O’nu dinlerken kendini hayal ediver. O’nun sohbetinden gönlüne akan ilahi manaları duyumsayarak kendine bir bakıver.

Bak ki sen aslında O’nun ümit bağladığı seçkin bir gençsin!

Bak ki sen O’nun “kardeşim” dediği bir fertsin.

Bak ki sen O’nun “garipler “ müjdesinin kıymetli bir neferisin!

Bak ki gençliğin anlam bulsun! Bak ki ideallerin gerçek olsun!

Bak ki geleceğin hep bahar koksun!

O zaman göreceksin ki zaman ve mekan sana bende olmakta.

Seninle O’nun arasında ne uzun bir aralık ne de bir mesafe kalmakta.

 Sadece O ve sen…

Bir rahlenin iki tarafında…  sana iman ve Kur’an dersini talim etmekte…

Hz. Resul-i Ekrem’e, O’nun âline ve ashabına salat ve selam olsun!


Hüseyin KORKUT

Habersiz...  

Posted by Tespih Taneleri... in





 Sen canımın içindesin, canımsa senden habersiz.

 Dünya seninle dolu, dünya senden habersiz.

 Gönlüm, canım nasıl bulsun seni? Çünkü sen.

 Tümüyle gönüldesin, gönülse senden habersiz.

 Senin izin hayalde,hayalin senden nasibi yok

 Senin adın dildedir, dilse senden habersiz.

 İnsanların senden haberi isimledir, izledir.

 İsme, ize karşılık, hepsi senden habersiz..


 Hz Mevlana

Noktasız Sevgili  

Posted by Tespih Taneleri... in



 
KİTAP YOLDAŞTIR, arkadaştır, yardır, yarendir…

Dosttur, sevgilidir, aşktır, sırdaştır. Sonu gelmez bir yolculuk, bitmez bir arzu, sönmez bir ışıktır. Terk etmeyeni terk etmeyen vefadar bir rehber, bırakıp gitmeyene sadık bir kılavuzdur kitap.
Düşünce bahçesinin solmayan çiçeği, his dünyasının durmayan pınarı, zihin hazinesinin haritasıdır kitap. Sadık olana sadık, vefalı olana vefalı, sevgili olana sevgili, âşık olana âşıktır.

Aynalar gibi hep doğruyu söylerler; yalan yoktur defterlerinde. Kalbin aksidir sevgi ile okuyana kitap; sevgi ile yazılan da kalbe akseder. Sizin kim olduğunuzu söyleyen doğru bir tarif edicidir.

 Zamanı deler geçer, mekânı küçültür kitap satırları.

Sadırdan yazılan sadırdan okunur, kalem ucu ile silik yazılan göz ucuyla öylesine okunur. Gönül gözünden imbik imbik dökülenler; gönül gözeneklerine bilge bal diye dolarlar. Gözyaşı ile yazılanlar gözyaşı ile okunur; mantık süzgecinden geçirilerek yazılanlar mantık süzgecinden geçtikten sonra kabullenir.

Ayraçtır kitap; hayatın ayrıntılarını, gizli güzelliklerini, aşikâr aşklarını, görünen güzelliklerini gösteren ayraç. Okuyucuları da ayıran bir ayraçtır; herkes sevdiği kitabı sevgi ile okur, beğendiğini beğeni ile takip eder. Beğenmediğini, sevmediğini - mecbursa okumağa – bitsin diye bakar.

Öyle kitaplar vardır ki bir cümlesi bir kitaptır; yine öyleleri vardır ki bütün bir kitap bir cümleden ibarettir. Hikmetle sarsan, aşkla yoğuran kitaplar tekrar tekrar okutur kendini. Dönüp dönüp okunur onlar; bıkmadan, usanmadan, vazgeçmeden…

Başucu kitapları olan düşünce dağının başına varmış, yitik sevgilisini bulmuştur kendince. Bulmayan; çöllerde ne için dolaştığı bilmeyen, hedefsiz ve pusulasız bir yolcudur.

Kitap okuyanlar bir millet, okumayanlar başka bir millettir. Okuma zevkine varmayanlara okumak bir illet, okuma zevkine varan millet için sevimli, güzel bir eylemdir.

Bir başkadır kitap dostlukları; vefalı sevgili kadar sahicidir. Bazen zamansızlıkta ansızın buluşturuverir; güzel bir tebessüm olarak yüzden yüreğe iner, yürekten yüze yükselir.
Noktası yoktur kitabın. Bir bitmez heyecanla yazılır, bir başka bitmez heyecanla okunur. Kitaba nokta konursa; yol da yolculuk da, sevgi de sevgili de, arkadaşlık da yoldaşlıkta, yarlık da yarenlik de kısacası hayat biter.


Hüseyin EREN

Kuşların, öterken zikrettikleri doğru mudur ? Cok Hos Yaaa!  

Posted by Tespih Taneleri... in



Kuşların, öterken zikrettikleri doğru mudur ?

 Evet, doğrudur. Başka şeyler söyledikleri de bildirilmiştir.

 İmam-ı Begavi hazretleri, Kab-ül-Ahbar hazretlerinden nakleder:

 Süleyman aleyhisselamın bildirdiğine göre, bazı kuşlar, öterken derler ki:

  Tavus kuşu: Cezalandırdığın gibi cezalandırılırsın.

 Hüdhüd: Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.

 Göçeğen: Ey günahkârlar, Allahü teâlâdan af ve mağfiret isteyin!

 Kaya kuşu: Her canlı ölecek, her yeni eskiyip çürüyecektir.

 Kırlangıç: Ne yaparsanız, onu bulursunuz.

 Güvercin: Yeri göğü mahlûkatla dolduran Rabbimi, noksan sıfatlardan tenzih ederim
.
 Kumru: Sübhâne Rabbiyyel-alâ.

 Karga: Allahü teâlâ her şeyi helak edecektir.

 Kustat kuşu: Susan, başına belâ ve musibet gelmesinden kurtulur.

 Papağan: Düşüncesi dünya olan kimseye yazıklar olsun!

 Doğan: Sübhâne Rabbî ve bihamdihî.

 Yukarıdaki kuşların ötüşleri, konuşmaları, yalnız bu sözlere ve manalara mahsus değildir. Neml suresinde, karınca ve hüdhüdün konuşmalarının bildirilmesinden, ihtiyaca göre öterek ses çıkardıkları, konuştukları anlaşılmaktadır.

 Kuşların, diğer vahşi hayvanların sesleri ve kâinattaki hareketlerin hepsi, Allahü teâlânın, peygamberlerine ve evliyasına hitabıdır. Evliya, bu ses ve hareketleri makamları ve derecelerine göre anlar; çünkü peygamberler, kuşların ve diğer hayvanların dillerini aynen bilirler.

Evliya-yı kiram ise, onların dillerini aynen bilemez. Sadece, onların seslerinden kendi hallerine ait olan hususları, Allahü teâlânın kalblerine ilham etmesiyle bilirler.

 (Ruh-ul-
Beyan, Peyg. Tarihi Ans.)

Kendini nasil buluyorsun?  

Posted by Tespih Taneleri... in




Hz. Enes (radiyallâhu anh) anlatiyor:

 "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölmek üzere olan bir gencin yanina girmisti. Hemen sordu:

 "Kendini nasil buluyorsun?"

 "Ey Allah'in Resûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günahlarimdan korkuyorum" diye cevap verdi.

 Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da su açiklamayi yapti:

 "Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birlesti mi Allah o kulun ümid ettigi seyi mutlak verir ve korktugu seyden de onu emin kilar."


 Tirmizî, Cenâiz 11, (983); Ibnu Mâce, Zühd 31, (4261).

İmtihan Dünyası  

Posted by Tespih Taneleri... in



Hayırlı Cuma'lar arkadaslar...

İmtihandayız bu dünyada.

Varlıkla-yoklukla, eşimizle-evlâtlarımızla denenip sınanmadan ayrılamayacağız bu hayattan… “Kol kırılır yen içinde kalır!”dan, “Yiğidin malı meydanda!”  sistemine geçiş yapan günümüzde evlilik müessesesini korumak güçleşmeye başladı.

Çok enteresan bir durum ama “evlenince insanlar çocuklaşıyorlar” sanki! Koskocaman kişiler, yerine göre okullar okumuş, makam-mevkilere gelmiş insanlar fark etmeden çocuklaşmaya başlıyorlar.

Bu çocukluk, Doğan Cüceloğlu'nun bahsettiği “içimizdeki çocuk” değil üstelik! Ciddi ciddi küsen, bağıran, haykıran, hoşuna gitmeyen bir durum olduğunda tepinen, eşine lâkaplar takan, ağzına gelen her lâfı söyleyen çocuk!

Tartışma anında kapıları çarpıp çıkan, eline geçen eşyaları ucuz-pahalı demeden duvarlara çarpıp parçalayan, camdan aşağı “İmdât! Burada deli var, kurtarın beniii!” diye bağıran, intikam olsun diye eşinin en kıymetli giysilerini makasla parça-pinçik eden, evde görmek istemediği eşyalarını camdan aşağıya fırlatan...

Hey! Durun bir dakika! Çocuklara haksızlık ediyorum! Hangi çocuk bunları yapar ki? Ama evli-barklı insanlar bunları yapıyor mââlesef…

Halbûki “En değerli hazinemiz; Ailemiz!” Sahip olduğumuz hazinemizi korumamak, muhafaza altında tutmamak akıl kârı mı?

Ne dersiniz?

Öğreneceksin yüreğim...  

Posted by Tespih Taneleri... in


Öğreneceksin yüreğim...

Dünyanın hasret, ölümün vuslat olduğunu öğreneceksin....Zamanla sığamaz olacaksın bu hasret diyarına ve duaların yetişecek imdadına...Bir gün, heybendeki dualarla Hakk'a yürüyeceksin...
Gözümüzden gözyaşını, gönlümüzden selâmını, Dilimizden birbirimize ettiğimiz duayı alma Ya Rabbi. Hiçbir zaman bizi birbirimizle imtihan etme.Aramızda uhuvvet ve muhabbetini artır.

  Kalbimizi su-i zandan, ağzımızı gıybetten, nazarımızı tenkitten arındır. Canımızı birer ‘uyum kahramanı’ olarak al.Bizi sahabe kardeşliği gibi bir kardeşlikle şereflendir.
  Birlikten beraberlikten doğacak rahmet ve feyzinden mahrum kalmaktan Sana sığınırız. Bizleri cennetin en yüksek tepesinde dostlarımızla ve Sen’in has dostlarınla beraber,

  Habib’in sallallahu aleyhi ve sellem'in yanında haşreyle…


Âmin..Amin...Amin..

Misafir Duygular...  

Posted by Tespih Taneleri... in




Misafir duyguların esaretinde tüketmeyim günlerimi kocaman binalar arasında. Dostluktan ve vefadan uzakta sayılmam aslında lakin özlüyorum yarım kalan bir şeyleri. Yarım kalan duyguları bir elin parmaklarını geçmeyecek dostlarla yaşamaya çalışıyorum.

 İstanbul’un tadını çıkarmaya bakıyorum laleler arasında.

Bir de açınca Boğaz’ın kıyısında erguvanlar daha bir efkâr basıyor düşüncelerimi. Daha çok özlüyorum saklı kalmış duyguları. Mesela bir bardak demli çay merhem oluyor yarama. Buralardan uzakta bir köyün sokaklarında buluyorum kendimi.

Eskimiş evlerin arasında yürürken kanattığım dizim geliyor aklıma. Aklıma geçmiş tatlı acılarım gelirken yüzüme de bir tebessüm yerleşiyor. “Çocukluk” diyorum kendi kendime.

Ne güzeldi o günler…


Her şeyin çıkarsız ve sonunu düşünmeden yaşandığı yıllardı çocukluğum. Büyüdükçe sardı benliğimi bencilliklerim. Büyüdükçe kaybettim sahip olduğum hangi güzellik varsa. Ağlamalarımı unuttum ölmüş bir kuş yavrusu gördüğümde. Ya da özlemeyi babamı ve annemi uğurlarken gurbetin uzak kokulu diyarlarına.

 Sonradan anladım ki; ben daha çocuk olmadan büyümüşüm. Henüz sekizimde kopmuşum ailemden. İşte o zaman bırakmışım ağlamayı ulu orta. Gizli gizli ağladım ben geceleri. Herkes uyuduktan sonra kimse görmesin diye. Çünkü ben güçlüydüm ve erkekler ağlamazdı. Bir baba gibi bellemiştim dedemi. Hayata dair ne varsa da ondan öğrenmiştim. Onu son kez uyuturken de öğrendim yine ondan bir şeyler…

 Ne kadar güçlü olursan ol bu dünyada hiçbir şeye hâkim değilsin. Ve saç teli kadar ince bir damar görevini bıraktığında kaybedersin geçmişe dair ne varsa. Boş gözlerle bakarsın ve hatırladıkların sadece geçmişten kalma, bilinçaltına yerleşen gizli hazinelerin.
Allah’ın her şeyin hakimi olduğunu o zaman daha iyi anlamıştım. Çünkü insan çok küçük bir mikroba dahi hükmedemiyor. Yunus Peygamber’in duası geliyor aklıma. Öyle bir dua ki balığın karnından selamete götürmüş ve niyazın sahibinin hükmü hem denize, hem geceye ve hem de balığa geçiyor.
 Anlıyorum ki; insan yaptıkları yanlışlar ile en çok kendine zulmediyor.

Kısıtlı bilincim ve idrakim ile sığınıyorum her zaman beni yaratana. Çocukluğumdan bugüne geçen günlerin hızı ışıktan bile daha hızlı. Ben ne zaman büyüdüm ve ne zaman küçüldü, kirlendi dünya.


 Ne kadar garip değil mi?

Çocukken büyümek ve bir an önce kendi hayatının sahibi olmak isterken, yaş ilerledikçe keşke dolu cümleler kurmaya başlıyorsun. Gurbetin gecelerinde en çok aileni özlüyorsun. Memleketinde bir gün daha fazladan vakit geçirmek istiyorsun ama olmuyor. Ben büyürken dünya da değişti…

 Yağmur yerini güneşe bırakırken bahar günüde, bir an önce gitmek istiyorum çocukluk günlerime. Beklentisiz yaşamak ve paylaşmak istiyorum elimdeki şekeri. Paylaşmayı bile unuttuk şu koca şehirde. Bir selamı bile paylaşmak zor geliyor nefsimize.

Ezan sesi yükseliyor minarelerden… Vakit öğlen ve bir çağrıdır bu. Ayaklarıma yapışan nefsim tutuyor ve oturtmaya çalışıyor beni yerimde. Oysa çocukken hemen koşardım namaza. O zaman bana hiç zor gelmezdi. Çünkü o zamanlar namaz bana farz değildi.

Nefsimin bizzat hoşuna bile giderdi namaz kılmak. Dedemle el ele tutuşur giderdik sabah namazına. O vaktin en büyük cazibesi namaz sonrası bir bardak demli çay ile yediğim üç beş tane bisküviydi. Herkes başımı okşar ve bana bir şeyler verirdi. Zaman geçti kimse kalmadı o cemaatten. Önce Kopçasız Mehmet göç etti bu dünyadan ardından diğerleri. En son dedemi vermiştim toprağa. Gece uyuturken temizlemiştim yüzünü ve kirlettiği elbiseleri. Sabah uyandığımda gördüğüm ise bana bakan ama beni görmeyen cansız gözleriydi.

Misafirliği bitti hüzünlü duygularımın. Padişahın bize her gün hiç usanmadan ve eksiltmeden verdiği yirmi dört altınla geçiriyoruz günlerimizi. Elbet zamanı gelince soracak hesabını bizlere. Biz böyle mirasyedi gibi harcadığımız sürece bu güzel saatleri, hesabını ferah feza vereceğimizi düşünüyoruz. Biz gaflete düşmüşüz de kendimizi cennetlik zannediyoruz.

Yasin Duyan

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz