İki Yaşlı Dindar  

Posted by Tespih Taneleri... in



Önce Fırıncı Abi geldi. Sonra Çantacı Abi.

Yetmiş yaşını aşmış iki iyi insan, iki iyi dindar.

“Nurcular” diye tanınan cemaatin “öğrenci” kalmayı tercih eden bilgeleri onlar, bilgilerini tevazuun değirmeninde öğütmüş, hoşgörünün fırınında pişirmişler.
Benim gibi “ham ervahların” yüzüne gerçeği vurmuyorlar.


“İnançsızlığım” onları kızdırmıyor, şefkat ve üzüntü uyandırıyor yalnızca.
Kendilerine açılmış ışıklı pencereden bakamamanın büyük bir eksiklik olduğunu düşünseler de bunu söylemiyor, yalnızca dostluklarıyla sezdiriyorlar.

Büyük bir “gani gönüllülükle” benimle din konuşmaya razı oluyorlar.
Bilgileriyle ezmiyorlar beni. Dindarlıklarını, inançlarını öyle gösterişli bir madalya gibi boyunlarına takmıyorlar, benim eksikliğimden kendilerine bir paye çıkartmıyorlar.

İyi dindarları seviyorum, onlarla konuşmayı seviyorum. İyi bir dindar, dürüst ve güvenilir bir insan demek benim için. Allah’ın cezalandırmasından değil, Allah’ı gocundurmaktan, kendilerini“yaratanı” yaptıklarıyla üzmekten korkuyorlar.

“İbadetlerini” yerine getiriyorlar elbet ama asıl ibadetin hayatın her ânını, kulun her “amelini” kapsadığını, her sözün, her davranışın, her ilişkinin ibadetin bir parçası olduğunu biliyorlar. Dürüstlüğün, cesaretin, hoşgörünün, tevazuun, hakperestliğin dindarın vazgeçilmez özellikleri olduğunun farkındalar. Allah’ı ve dini anlatışlarında bir neşe ve sevinç var.Çantacı Abi diyor ki, “Allah odunla besliyor bizi.”

Yüzüne anlamadan şöyle bir bakıyorum. Şaşıracağımı, anlamayacağımı bildiği için benim tepkimi muzip bir gülücükle karşılıyor.

“Allah” diyor, “odundan elma yapıyor, odundan üzüm yapıyor, odundan meyve yapıyor, bakıyorsun dallı budaklı bir odun duruyor toprağın üstünde, bir bakıyorsun o odunun ucunda kırmızı elmalar var.” Ben her meyvenin bir mucize olduğunu biliyorum ama bunu “odundan meyve” diye tarif edince mucize gözümde daha iyi canlanıyor.

Allah’ın yarattığı her derdin “devasını” tabiatın bir köşesine sakladığından, kullarının bunu bulmasını beklediğinden konuşuyoruz. Yaşamak, bulmak demek. İnsanoğlu ağır ağır buluyor. Hazır verilmiyor hiçbir şey. Bunun bir amacı, bir nedeni var elbet.

Bir “dert” veriliyor, bir “derman” bulunması isteniyor. Bilmiyorum ama sanırım tanrının en büyük emri tek kelime: “Ara.” Aramamızı, bulmamızı istiyor. Çünkü “tekâmül” etmek, gelişmek, olgunlaşmak, ilerlemek ancak aramakla mümkün, aradıkça yürüyoruz. Bütün hayvanları mükemmel yaratan Allah, bir tek insanı bu mükemmellikten uzak tutuyor. Verebileceklerinin hepsini vermiyor.

Onun yerine, insanın “arayabileceği” geniş bir arazi bağışlıyor ona, istiyor ki bu arazide tek başına yürüsün, arasın, bulsun, ilerlesin ve “yaratıcısını” bu ilerleme yeteneğiyle sevindirsin. Bilmiyorum bunu söylemek günah mı, haddini aşmak mı ama bana tanrı hep büyük bir sanatçı gibi gelir, yarattığının “mükemmel” olmasıyla yetinmeyecek kadar büyük bir yaratıcı, yarattığının mükemmelliği kendi başına bulabilecek kadar mükemmel olmasını isteyen, kendi görkeminin, yarattığının bu mükemmelliği bulabilecek yeteneğinde billurlaşmasını arzulayan bir sanatçı.

Onun için insanın her arayışını, her buluşunu, Allah’ın aslında kendisine gösterilen bir saygı, yaratıcılığının rakipsizliğine bir alkış olarak değerlendirdiğini hayal ediyorum. Körü körüne bir inancın, sığ bir cehennem korkusunun, bencil bir cennet talebinin, şekilci bir ibadetin onun gibi eşsiz bir yaratıcıya yetmeyeceğine, her büyük sanatçı gibi sadece kendisine değil, “yarattığına” da saygı ve hayranlık beklediğini düşünüyorum. Bu saygıyı gösterenler, kendilerini sadece bir “kul” olarak değil aynı zamanda bir “eser” olarak da görüp, bu eseri hayatlarının her ânında mükemmelleştirmeye çalışanlar benim için iyi dindarlar.

 Onun için seviyorum onları. Onun için onlara güveniyorum. Eksik olduğumu biliyorum, bu eksikliği tamamlamaya gücümün yetmeyeceğini de… Ama iyi dindarlarla konuştuğumda, onlar, “mükemmele” yürüyen bir bütünün parçası olduğumu bana hatırlatan armağanlar oluyorlar.


Ahmet Altan

Yalnızlık İçimizde  

Posted by Tespih Taneleri... in


Önce bir anekdot. 90’lı yıllarda İslamabad’da Uluslararası İslam Üniversitesi’nde lisans yapıyorum.

83 yaşında Mısırlı bir kıraat hocamız var. 7 kıraat ilmine derinden vâkıf. Sesi de müthiş cezbedici. Hanımı vefat etmiş, kızı da Mısır’a geri dönmüştü. Yaşına rağmen dinçti, kalıp öğretmeyi tercih etmişti. Artık evinde yalnız yaşamaya başlamıştı.

Sıcakların 40 dereceden aşağıya inmediği tahammülü zor bir yaz günüydü. Evine ziyarete gittim, yalnızlık hissetmesin istiyordum.
İkramda bulunduğu soğuk içecekler eşliğinde sohbeti koyulaştırmıştık. İlim ehliyle hele bir de hayat tecrübesi zenginse sohbetin tadına doyum olmuyor. Bir ara biraz da boşta bulunarak hocaya dedim ki:

“Üstadım! Koca evde tek başınasınız, yalnızlık zor olmuyor mu?”Zira bize gözüken yaşlı bir adam ve evin dört duvarıydı. Bir de odanın bir köşesinde duran masa.
Üzerinde de hocanın hat çalıştığı kalemleriyle kağıtları. Hüsn-i hat sahibi olduğu için bu yeteneği körelmesin diye o yaşına rağmen her gün hat temrinatı yapıyordu.

Başını bana doğru ağır ağır kaldırarak gözüme anlam dolu bakışlarını yöneltti. “Evladım” dedi. “Ben yalnız değilim ki. Rabbimle beraberim / Ene ve Rabbî...”


“Ene ve Rabbî...”

Hocayı ilk kez bu kadar ciddi görmüştüm. Hâlbuki o bize kıraat öğretiyordu. Okuduğu her şey âyetti. Ancak bu seferki duruşu, söylediği sözün tarzı, ona eşlik eden ciddiyet ve bakışlarından bana akan anlam katmanı yüksek muhteva, buna mündemiç inanç..

Bu hâl “Ene ve Rabbî” sözünü üzerimde çok etkili kılmıştı. Bunu bütün hücreleriyle hissederek söylediğinden emindim. Okuduğu ve öğrettiği Kur’an’ın ondaki hasılasıydı bu. Bu yüzden olsa gerek üzerimde bıraktığı tesir de büyük olmuştu.

Yalnız kaldığım bazı vakitlerde bu anekdot canlanır zihnimde. Aslında yalnızlık göreceli bir şey diye düşünürüm. Çünkü kalabalıklar içinde çok yalnız olabileceğimiz gibi etrafımızda hiç kimse olmadığı zaman ise yalnız olmayabiliriz. Yalnızlık içimizde çünkü.


İçinde yalnız olanın dışı kalabalık olmuş, ne farkeder ki? İçinde çölü yaşayanın dışı vâha olmuş, bu neyi değiştirir ki?Dış dünyamızı zenginleştiren de fakirleştiren de iç dünyamızın zenginliği ve fakirliğidir. Kuyu hapsine mahkum edilmiş bir İmam Serahsi’nin o kuyudan, kuyunun başında toplanan öğrencilerine “Mebsut” gibi o devasa eseri ve diğerlerini imla yoluyla 14 yılda yazdırması, uzun yıllar orada kendini Rabbine adaması, zoraki bir uzletten insanlığa büyük zenginlik üretmesi bugün kalabalıklar arasında yalnızlıktan kıvranan insana ne analatır acaba?
Merhum Said Nursi’nin toplumdan tecrit edildiği, zindanlara atıldığı, yalnızlığa mahkum edildiği bir vasatta ülkeye çöreklenmiş karanlığa nasıl bir mum yaktığını, içindeki anlam dünyası çoraklaşmış insana izah kolay mıdır?

Her geçen gün insan nüfusu artıyor… 7 milyarı geçti. Yeryüzünü insan kalabalığı işgal ettikçe yalnızlar yığını da artıyor. Varolanı olduğu gibi yansıtmayı kendine görev bilen Batı sinemasının önemli bölümünü ruhsal bunalımların cehennem hayatı yaşattığı insanlara dair olması da gerçeğe tutulmuş bir aynadır.

“Ene ve Rabbî” demeyi bilmeyen insan varlıklar içinde yokluğa, kalabalıklar içinde yalnızlığa mahkumdur. Yunus Peygamber (as) balığın karnındaki karanlıkta bile O’nu zikrediyordu...



Serdar Demirel

O Beddualar Döner Sizi Bulur  

Posted by Tespih Taneleri... in








Kayikhanesi olan bir yali daha...









Yazar Yavuz Bahadıroğlu, bir televizyon dizisine konu olan Hürrem Sultan'ın beddua edilecek biri olmadığını belirterek;

"Hürrem Sultan, Peygamber Efendimizin beldelerine, hem Mekke'ye hem de Medine'ye sürre alayıyla her sene 3 bin altın gönderen hanım sultandır.50 civarında hayır eseri vardır hatta o yüzden parasız kalmıştır. Yazdığı mektuplarda bunu görebiliyoruz" dedi.

Bahadıroğlu; "Hürrem Sultan beddua alacak biri olmadığı için o beddualar döner sizi bulur, yazanı bulur, çevireni bulur, oynatanı bulur. Hürrem Sultan beddua edilecek, ettirilecek hanım sultan değildir'' dedi.

Yavuz Bahadıroğlu, tarihi konuların işlendiği dizilerin her zaman gerçeği yansıtmadığını ileri sürdü. Tarihin tarih olarak, dizinin de dizi olarak algılanması gerektiğine işaret eden Bahadıroğlu, ''Bunların karıştırılması durumunda her şey karışır. Bu gösterilen şey bir dizi. Ancak şu var, eğer konu tarihse, millet olarak tarihimiz konusunda hassas bir milletiz. 'Avrupa'da bu yapılıyor, Amerika'da bu yapılıyor.


Bak onlar da değiştiriyorlar' demememiz lazım. Bizim algımız farklı. Onlar filmi film olarak seyrediyorlar, tarihi de tarih olarak alıyorlar. Biz ise tarihle filmi karıştırıyoruz" diye konuştu.
Bahadıroğlu, Türkiye'de tarih konusunda derin bilgiye sahip olunmadığı için gösterilen filmlerin gerçek gibi algılandığına dikkati çekti.

Türkiye'de tarihi değiştirerek, bozarak yansıtmanın bir günah olduğunu ifade eden Bahadıroğlu, yayımlanan bir diziyi örnek göstererek;

"İnsanlara beddua ettirirsiniz. Hürrem Sultan beddua alacak biri olmadığı için o beddualar döner sizi bulur, yazanı bulur, çevireni bulur, oynatanı bulur. Hürrem Sultan beddua edilecek, ettirilecek hanım sultan değildir" dedi.
Bahadıroğlu, dizide anlatılan Kanuni Sultan Süleyman'a atfen kullanılan Muhteşem sıfatının dönemin Osmanlı düşmanlarının söylemi olduğunu ifade etti.


                                                   Millete ve tarihe hakaret ediyorlar


Bahadıroğlu, Kanuni Sultan Süleyman'ın hayatının büyük bölümünü seferlerde geçirdiğini belirterek;

"Bir tarihin içinde 46 senelik uzun saltanatında sadece 2,5 yılını toplam olarak sarayda geçirebilen, kalanını at üzerinde seferlerde geçiren bir hükümdarı öyle cinsellik düşkünü, kadın peşinde koşan biri olarak göstermek millete de hakarettir, tarihe de büyük haksızlıktır" diye konuştu.

"Dizide Osmanlı nezaketinin perişan edildiğini" ileri süren Bahadıroğlu, şunları kaydetti:

"Düşünebiliyor musunuz, çocuklarımıza gösterdiğimiz örnek ne, uçkur düşkünü bir padişah, argo konuşan bir padişah, Türkçe konuşmayı bilmeyen bir hanım sultan. Hürrem Sultan'ın mektuplarına, şiirlerine bakıyorsunuz


Türkçenin yüreğine vurmuş bir kadın.


Zaten doğru dürüst lisan bilmeyen de Osmanlıda padişah eşi olamazdı. Hürrem Sultan, Peygamber Efendimizin beldelerine, hem Mekke'ye hem de Medine'ye sürre (Osmanlı padişahlarının her yıl Mekke ve Medine'ye gönderdikleri para ve armağanlar) alayıyla her sene 3 bin altın gönderen hanım sultandır. 50 civarında hayır eseri vardır hatta o yüzden parasız kalmıştır. Yazdığı mektuplarda bunu görebiliyoruz."
 
 
Bu vebalin altindan kalkamazsiniz... Bu artik hak hukuk meselesi olmustur...
Allah askina izlemeyin, izletmeyin ve izleyenleri de uyarin... Ecdadimiza yapilan haksizliklara en azindan bu kadarcik bir tepkimiz olsun toplum olarak...
Osmanli'nin attigi her adimda Allah'in rizasi oncelikliydi... Her sey ayet ve hadislere gore sekillenirdi... Kucagindaki bebegi dahi abdestsiz emzirmezdi hanim sultanlar, valideler... Fatih Sultan'in annesinin yasin okumadan emzirdigi gorulmemistir.
Evlerinin, saraylarinin hanimlarla erkeklerin giris kapilari bile farkli iken, bir tek kapi olan evlerde erkeklerin ve hanimlarin kapi tokmaklari bile ayri dusunulmusken, tam aksi yansitilmasi gercekten cok aci verici, cok yazik...
Ayasofya baskani Haluk Dursun Hocamizin esliginde Tarihi  Bogazici Gezisinde kucuk bir soylesi yapma firsati bulmustuk. Hocamiz tekne ile gezi esnasinda bize bir yali gosterdi.


Evet bu gordugunuz yali iste! Resmini cekmistim, dikkat ederseniz yalinin yan tarafinda erkeklerin kullanabilecegi iskelesi, hemen altinda da bayanlarin yaliya girmesi icin dusunulen kayikhanesini goreceksiniz. 

Kayikhaneden yukariya cikan bir merdiven varmis. Boylece erkekler ve kadinlar karsilasmadan yaliya girebiliyorlardi. Varin gerisini siz dusunun... Harika bir geziydi detaylari Tane Tane istanbul etiketinde resimleriyle birlikte bulabilirsiniz...

 

Şeytanla Konuşma  

Posted by Tespih Taneleri... in







Hâtem-i Esam k.s şöyle anlatır:



Her sabah şeytan bana vesvese verip diyor ki:



– Bugün ne yiyeceksin?



Diyorum ki:



– Ölüm!



– Ne giyeceksin?



– Kefen!



– Nerede yatacaksın?



– Mezarda yatacağım!



Bu cevaplarım üzerine şeytan dünyalık konusunda bana vesvese vermeyi bırakıp, çekip gidiyor.

Dar Kafalılık  

Posted by Tespih Taneleri... in

Dar kafalı kimse siyaset meydanına girmişse, yandı gülüm keten helva...


Bütün bir milletin başını belaya sokar. Belki durduk yerde kan dökülür. Kan davaları başlar. Masum insanlar iftiraya, zulme maruz kalır.


Dar kafalılık görüş ufkunun darlığıyla, mesafesizliğiyle ilgilidir. Dar kafalı kıyas (mukayese) yapamaz.


Yaptığı mukayese kısırdır, verimsizdir ve en önemlisi isabetsizdir. Dar kafalı kişi, ancak belli bir faktör üzerine odaklanır, o faktör üzerine kendince yargılar geliştirir ve ulaştığı sonuca da körü körüne bağlanır.

O sonuç artık o kişi için saplantı haline gelir ve öldüm Allah desen önyargısından vazgeçmez. Saplantısının üzerindeki inadını kırmanın imkânı yoktur.

Muhammed Ebu Zehra, dar kafalının örneğini Hariciler üzerinden veriyor. Onların hamaset duyguları ve kelimelerin zahirine saplanma hevesiyle temayüz ettiğini söylüyor. Haricilerin çoğunda güya İslam'a hulûsla hizmet etme düşüncesi hâkimdi. Fakat bunda yanlış yoldan yürüdüler. Ters bir istikamet tuttular. Hataları burada idi.

Rivayet olunduğunu göre, Hz. Ali onlarla münakaşa yapmak üzere İbn-i Abbas'ı gönderdi. İbn-i Abbas yanlarına gelince izaz ve ikramla karşıladılar. İbn-i Abbas, karşısında öyle adamlar gördü ki, uzun müddet secde ede ede alınları dağlanmış gibi yara olmuş, elleri, yerlere çöken deve dizleri gibi kalınlaşmış. Sırtlarında yıkana yıkana eskimiş gömlekler var.


Bunların akidelerinde ihlâs üzere olduklarında şüphe yok. Fakat bu ihlâsın noksan tarafları da çok: evvela dinî anlayışları yanlış. Dalalete sapmışlar, dinin özünü anlamıyorlar. Kendilerine muhalif olan her müslümanın kanını helal sayıyorlar.

Ebu Abbas Müberred, El-kâmil'inde diyor ki, Haricilerin enteresan olaylarından biri de şudur:

Bir defa bir Müslüman ile bir Hıristiyan'a tesadüf etmişler, Müslüman'ı öldürmüşler, Hıristiyan'a peygamberine olan ahdini muhafaza etmesini tavsiyede bulunmuşlar. Abdullah b. Habbab'a rastladılar, boynunda Mushaf-ı şerif asılı, yanında da gebe olan karısı var. Bu insafsızlar Abdullah'ı yakalayıp:


— Şu boynunda asılı olan kitap bize seni öldürmemizi emrediyor, dediler ve ona:


— Ebu Bekir ve Ömer hakkında ne dersin? Diye sordular. O da onları hayırla yâd etti.


— Hakem tayin etme hadisesinden önce Hz. Ali hakkında ve keza Hz. Osman'ın altı senesi hakkında ne dersin? Dediler.


O da yine hayırla yâd ederek cevap verdi.


— Hakem meselesi hakkında ne dersin? Diye sordular. O da şu cevabı verdi:


— Benim diyeceğim şudur: Hz. Ali Allah'ın kitabını sizden çok daha iyi bilir. Dinini sizden daha iyi korur, sizden çok daha basiret sahibidir.


— Sen hidayete tabi olmuyorsun, adamlara isimlerine bakarak tabi oluyorsun, dediler ve onu dere kenarına çekip hayvan boğazlar gibi kestiler. Orada bulunan bir Hıristiyan'dan hurma satın almak istediler o da:


— Hurma parasız sizin olsun, dedi.


— Parasız asla kabul etmeyiz, dediler.
Hıristiyan bu adamların yaptıklarına şaşarak:


— Ne acayip kimseler, dedi, Abdullah bin Habbab gibi bir zatı öldürdüler, bizden parasız hurma kabul etmezler...
(Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, çev: Osman Keskioğlu, t, s.205 vd. tarihsiz, İstanbul).


Öyle düşünüyorum ki, kendi saplantısının kölesi haline gelmiş olan modern zamanların Haricileri bu Haricilere bin kere rahmet okutur.




Rasim Özdenören

EFENDİM'e !  

Posted by Tespih Taneleri... in ,




Rü'yâma giren nazlı nigâr oldun efendim


Göğsümde açan gül gibi nâr oldun efendim


Buz kesti vücudum kara kışlarda yaşarken


Dünyamı saran taze bahar oldun efendim


Kuşlar gibi daldan dala beyhûde konardım


Ömrümdeki en doğru karar oldun efendim


Vazgeçti gönül yapma çiçek bahçelerinden


Ruhumda açılmış gülizâr oldun efendim


Sıyrıldı başım nur ile pespaye duruştan


Halimdeki gül soylu vakar oldun efendim


Dünya da sen oldun bana ukba da sen oldun


Âlemdeki en kutlu diyar oldun efendim


Sevda nedir âşık kime derler bilemezdim


Lâyık mıyım âh sen bana yâr oldun efendim


Yusuf Dursun' un bu guzel siiriyle baslamak istedim. Beni cok etkileyen ve her okudugumda kendimi cok farkli alemlerde buldugum bir siirdir bu...Yogun ve tarifsiz duygular, bazen hissiyatin doruklarda yasandigi anlar olur yaa iste oyle...

Lakin son gunlerde sunu anladim ki mucizeler var! Allah isterse olmayacak hic bir sey yok su hayatta...:)) Yeter ki istemesini bilelim... O (cc) zaten ''isteyin, vereyim!'' buyurmuyor mu?
Ben her lahza, harf harf yasadim...

Ya Rabb! Zatinin Celaline ve Saltanatinin Buyuklugune Yakisir Sekilde Sana Hamdolsun...

Dara dustun mu, sikildin mi Mevlaya'ya hakki ile sigindin mi gercekten yetisiyor alemlerin Rabbi...
Imtihanlarla ugrasirken bir yandan da, hayatta guzel seyler de oluyor iste... Nefes aldigin zaman 'iste bu yaa' dedigin zamanlar...:))

Hic bitsin istemedigin gunler, gecmesini istemedigin anlar...:)) Oluyor iste...Yogun duygular icerisindeyken bazen kelimeler tarifsiz kalir ya, iste oyle...:))

SEVGILERIMLE arkadaslar...

İbn-i Sina Nasıl Doktor Oldu?  

Posted by Tespih Taneleri... in


Egitim ogretim deyince sadece okullar da gosterilen dersler geliyor akla hemen... Aslinda esas egitim 4 yas 4 ay 4 gunlukten itibaren baslar diyor imam-i Gazali ihya-ul ulumiddiyn eserinde. Dini egitim hepsinden once gelir...Osmanli zamanina bakildiginda ya da ondan da once ki donemlere; ilk dini egitimin hafizlik hatta hadis hafizligina kadar da isi goturen var sonrasin da da diger dersler gelirdi... Neticesinde de Fatih Sultan Mehmet gibi, Mimar Sinan gibi, Yavuz Sultan Selim gibi hatta ibn-i Sina gibi dev isimleri goruruz... Ornek sahsiyetler, her turlu ilmi almis buyuk insanlar... Mesela sizinle bir tanesini inceleyelim bakalim...


Müslüman düşünürlerin ve bilim adamlarının nasıl bir eğitim aldıkları hakkında bilgi veren Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, büyük filozof ve tıp doktoru İbn-i Sina, optik biliminin kurucusu olan İbnü'l-Heysem, kan dolaşımını keşfeden İbn'un-Nefis ve sosyolojinin kurucusu, büyük tarih filozofu İbn-i Haldun, kelam ilminin büyük düşünürleri İmam-ı Eşari, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İslam hukukunun dâhi âlimi ve hukuk metodolojisinin kurucusu İmam Şafi'î gibi İslam tarihinin önemli alim ve düşünürlerinin aynı eğitimi aldıklarını belirterek bu eğitim sistemini şu şekilde açıkladı:


“Müslüman Düşünürler İlkokulda Değerler Eğitimini Alıyorlardı”

“Müslüman alimler ilk öğrenimine Kuran ile okuma ve yazmayı öğrenmeye başlıyorlar. Bugün değerler eğitimi diyebileceğimiz fıkıh ve ilmihal eğitimi ile devam ediyorlar. Ardından ezber başlıyor.
Bugün ezber yapmaya karşı bir tutum var. Ancak İslam eğitim sistemi ezber üzerine kurulmuştur. Bu ezber sistemi sorun çözmeyi dışlayan bir eğitim anlayışı değildir. Aksine eleştirel tavrı kazandıran ve hatta kendi hocasını da gerektiği yerde eleştirmeyi ilim ahlakına uygun ve saygılı bir dille yapabilen öğrenciler yetiştirmekteydi. Ezberlemede ise iki önemli husus bulunmaktadır bunlar;

Kuran ve Hadis ezberidir. İbn-i Sina 7 yaşında hafız oluyor ve sonra en azından iki-üçbin kadar hadis ezberliyor; aynen bir tefsir âlimi olan Taberî gibi.

Müslüman düşünürlerin ve alimlerin hepsi, ister fizik, kimya, biyoloji gibi kevnî ilimlerde ilerlesin isterse tefsir, hadis, tarih, dil-edebiyat, mantık, kelam ve fıkıh gibi dinî ve sosyal ilimlerde ihtisas sahibi olsun, aynı eğitimi alıyorlardı. İlköğrenimi Arapça dil ve belagatı öğrenerek tamamlıyorlardı.

Genellikle bu süreç 12-13 yaşında bitiyordu. Ortaöğretime ise tefsir ilmi ile başlayıp, Hadis usulü ile devam ediyorlar. Ortaöğretimde matematiğe çok önem veriliyor. Matematik üzerinde özellikle duruluyor. Ancak Orta öğretimde Kevni ilimlerde daha ağırlıklı bir eğitim yavaş yavaş başlıyordu. Bugün buna tabiat bilimleri deniliyor. Bu İslam geleneğinde kevniyat ilimleri olarak geçmektedir.

Müslümanlar ayrıca tarihe çok önem veriyorlardı. Tarih eğitimin önemli bir parçasıydı. Mantık eğitimi de çok önemseniyordu. Kelam ve felsefeye girişle ortaöğretim bitiyordu. Yükseköğretimde ise yine yüksek matematik öğretiliyordu. Bu matematik bilgisi miras hukukunda da çok kullanılıyordu. Bu yüksek düzeyli matematiği herkes öğreniyordu. Bununla beraber mantık, felsefe, musiki, kozmoloji, kimya vs. ilimleri tahsil ederek yükseköğretimi bitiriyorlardı.
İbn-i Sina nasıl Doktor Oldu?


Mesleki eğitim medrese eğitiminin bir parçası değildi. Medrese eğitimi üretime yönelik değil teorik bir eğitimdi. Medreseler değerleri ve ilmi araştırmaları veren kurumlardı. İbn-i Sina medrese eğitimini tamamladıktan sonra hastanelere yönelmiştir. Nitekim o anatomiye çok çalışmıştır. Bazı hastalıklara çözüm bulabileceğini tahmin etmeye başlayınca hastanelere gidip tıp eğitimini alıyor.

İbn-i Sina tıp ilmini hastanelerde yaptığı çalışmalarla geliştirmiştir. Böylece teori ile pratiği birleştirerek tıp doktoru olmuştur.” Aynı şekilde İbnü'l-Heysem de medresede optik eğitimi almamıştır. Ancak gerekli altyapıyı orada tamamlamış ve sonra optik için gerekli üst seviyede fizik ve matematiği enine boyuna kendisi çalışmıştır. Bu konularda kendinden önce gelen bilim adamlarının eserlerini de incelemiş ve zamanında yaşayanlar varsa onlarla ayrıca konuyu etüd etmiştir ve uygulamalı bilimlerdeki ihtisaslaşma genellikle bu şekilde oluyordu. İhtisas eğitimi veren nadir medreseler de bulunmuyor değildi ancak bunlar azınlıkta idi ve bunların çoğu da özellikle Fatih döneminde daha belirgin hale gelmiştir.


Simdi aramizda bu bilgilerden bizene diyenler olabilir ancak ben kesinlikle bunlarin herkes tarafindan bilinmesi gerektigini dusunuyorum... En azindan bu kadarini bilmemiz lazim... Belli basli buluslarin altina imza atan isimlerin nasil yetistirildigi, aldiklari egitim ve yasam tarzlari ile ilgili kafamizda bir sekil olusmasi acisindan bilmemiz lazim... Bunlar zoru basarmis insanlar... Gunumuzde gerekli gereksiz, onemli onemsiz her ismi biliriz en azindan kafamizda nasil olduklari ile ilgili bir seyler vardir, kaldi ki cocuklarimiz bile gereksiz tanimamasi gereken herkesi masallah bazen bizden iyi taniyorlar... Ancak bir Eyup Sultan ya da Yavuz Sultan Selim'i ne kadar biliyorlar...Cogu yetiskin eminim Ibn-i Sina'yi bile bilmez.. Yazik gercekten cok yazik...

Muhataplarımıza Gülümseyelim  

Posted by Tespih Taneleri... in

.


Alemlere rahmet iki cihan serveri Efendimiz bize sadakayı çok vermemizi telkin etmektedir.

"Verecek bir şeyimiz yok Ya Rasülallah" diyenlere de "İnsanlara tebessüm etmeniz de bir sadakadır" buyurmuşlardır.

Yüce Rabbimizin şu nimetlerine bakınız. Herkese güler yüzle davranmayı sadaka vermiş gibi sevapla mükafatlandırıyor. Bir Müslüman olarak rastladıklarına verdiğin selâmdan, sorduğun hatırdan bile mükâfat kazanıyorsun.Peygamberimizin şu müjdesi bize ne büyük ümitler veriyor. Buyuruyor ki:

"İki mü'min karşılaşıp müsafaha ettikleri zaman, aralarında yetmiş mağfiret taksim edilir. Bunun altmışdokuzu güler yüzlü olanındır." (İhya-u Ulumid-din. c/2, sf: 179.)



Güler yüz, gülleri açmış bahçe gibidir. Seyredenlere bir güzellik verir. İnsan, güzellikler karşısında güzelleşir. Güler yüzlü olanların yanında ruhu aydınlanır.İnsanın karşısındakine tebessümüyle bakılanın negatif enerjisi pozitifleşir.



Aile hayatında güler yüzün önemi daha çoktur. Çünkü insan, evindeki huzura göre topluma huzur katar. Evinden güler yüzle uğurlanmış bir erkek, sabahtan akşama kadar etrafındakilere tebessüm saçar.Aile yuvalarında huzurun ve sevginin kaynağı tebessümlü olmak, güler yüzlü davranmaktır.



Asık surat, sert sözler ve davranışlar yuvaları çekilmez hâle getirir. Samimiyeti kaldırır. İnsanların kalblerini karartır. İyi ve doğruyu düşünmekten insanı uzaklaştırır.
Anne-babanın hareketlerini örnek alan çocukları düşünelim. Onlar evde güler yüzlü bir geçim göremezlerse, yuva kurmaya cesaret edemezler.Her insana karşı güler yüzlü ve tatlı sözlü olunmalıdır. Yunus Emre ne güzel söylemiş:



"Nazar eyle ilerü, pazar eyle götürü



Yaratılanı hoş gör Yaratan'dan ötürü."



Böyle olursa çok dostlar ediniriz. Gönüllere taht kurarız. Günahkâr da olsa herkese iyi davranmamız gerekir. Çünkü Peygamberimiz Efendimiz herkese karşı güler yüzlü idi.Günahkârlardan ilgiyi kesmek, onlara sert davranmak hatalıdır. Bu, onların isyanlarını artırmaya sebep olur. Onlar terk edildikleri zaman günahlarını daha çok artırırlar. Hz. Ali (r.a.) ne güzel söylemiş:

"Öyle bir ömür geçirin ki, düşmanlarınız bile ölümünüze ağlasınlar..."



Hz. İsa (a.s.) irşad ediyor. Yahudiler ona kötü söz söylüyorlardı. Birisi Hz. İsa'ya sordu:



- Bunlar küfrediyor sen kızmıyorsun. Üstelik hayır duâda bulunuyorsun.



Hz. İsa cevap verdi:



- Canı olan her gönül sahibi, nesi varsa hep onu harcar.




Ne güzel söz değil mi?



Herkes malını satar. İnsanda iyilik varsa iyilik gösterir İçi kin ve nefretle dolu ise kötü davranır.Sözümüz de yüzümüz gibi güzel olmalıdır.Söz güzelliği de çok önemli.
Reddetmek bile tatlılıkla olmalıdır. Kırmadan, gönül incitmeden söz söylemelidir. Çünkü Peygamberimiz insanlara böyle davranırdı. Öyle ise Müslüman olmamızın gereğini yapalım...


                                                                        Mevlüt Özcan

Ben Neler Gördüm  

Posted by Tespih Taneleri... in



Siz hiç insan büyüklüğünde hamam böcekleri gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Siz hiç insan büyüklüğünde çok zehirli akrepler gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Siz hiç iki metre uzunluğunda tezek böceklerini gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Siz insan boyunda kan içen dev sivrisinekler gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Siz konuşan, yazan bilgiç domuzlar gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Siz hiç kravatlı, silindir şapkalı, diplomalı kurtlar gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Siz papyonlu, fraklı, gümüş saat köstekli tilkiler gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Siz dans eden tavşanlar gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Siz doktora yapmış entelektüel sırtlanlar gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Siz arya söyleyen kara kargalar gördünüz mü?.. Ben gördüm.

Evet çok şeyler gördüm.

Berberlik yapan pireler gördüm.

Dellallık yapan develer gördüm.

Yaşı babasından büyük çocuklar gördüm.

Kavağa tırmanan balıklar gördüm.

Aşağıdan yukarı akan sular gördüm.

Altın rengi gök gördüm, portakal rengi deniz gördüm.

Bin kocadan arta kalmış bâkireler gördüm.

Yaşayan ölüler gördüm.

Ölmeden önce ölenler gördüm.

Bütünden büyük parçalar gördüm.

Hayvan gibi insanlar gördüm.

İnsan gibi hayvanlar gördüm.

Ağlaması gerektiği halde gülenler gördüm.

Gülmesi gerekirken ağlayanlar gördüm.

Hiç olan hepler gördüm.

Hep olan hiçler gördüm.

Kırk yıl boyunca namusuyla karı, uyuşturucu satan, hırsızlık yapan namuslu baylar ve bayanlar gördüm.

Sadık köpekler, vefalı kediler gördüm.

Öleceğini anlayınca bir kenara çekilip sessizce can veren kuşlar gördüm.

Vefa gördüm, hıyanet gördüm.

Gün gördüm, gece gördüm, alacakaranlık gördüm.

Muhlis gördüm, münafık gördüm.

Ya devlet başa, ya kuzgun leşe gördüm.

Tokluktan çatlayıp geberen gördüm, açlıktan kıvranan gördüm.

Güler yüzler gördüm, abus çehreler gördüm.

Saraylarda keyf çatan sefil nankörler gördüm.

İzbelerde yaşayan sultanlar gördüm.

Göklerde, denizlerde, taşlarda esrarlı yazılar gördüm.

Yerden biten yeşillikleri "Vahdehu lâ şerike leh" gûya gördüm.

Zikr eden hayvanlar, böcekler, balıklar, bitkiler gördüm.

Hû çeken dervişler gördüm.

Ayık sarhoşlar, sarhoş ayıklar gördüm.

Çok akıllı deliler, çok kaçık akıllılar gördüm.

Tesettürlü çıplaklar gördüm.

Çok zengin fakirler gördüm.

Çok fakir zenginler gördüm.

Bahar gördüm, yaz gördüm, sonbahar gördüm, kış gördüm.

"Bağ-dehrin hem hazânın, hem baharın görmüşüz

Biz neşatın da, gamın da rüzgârın görmüşüz"

İster inanın ister inanmayın, gerçekten çok ama çok acayip şeyler gördüm.


Mehmet Şevket Eygi




"Allah(CC) Bizimle Konuşuyor!"  

Posted by Tespih Taneleri... in





Namaz hakikatte Allah’ın kula tecellisidir. Kul bu tecellide zahiren etken de görünse gerçekte edilgendir. Allah’a münacat eder, Allah da ona cevap verir.

Kur’an okur, Allah onun ağzından konuşur. Nitekim “Semiallahu limen hamideh” (Allah hamd edeni işitti!) ifadesi bizim ağzımızdan Allah’ın konuşması demektir. İnsan bu dünyaya terk edilmiş bırakıldığında Cehenneme ne hacet, dünya bir cehennem çukuru oluverir, kâfir için daima böyledir. Mümin Allah’ın dostudur Elhamdülillah!

Namaz iki kişilik bir eylemdir, diğeri Allah olan iki kişi. Bir dostunuz size bir derdini anlatır, siz ona bir ayetle cevap verirsiniz. O an anlarsınız, iki kişinin üçüncüsü Allah’tır. Kulağınıza fısıldayan ‘O’ iken çözülmeyesi dert mi olur? Kaptanı Allah olan, dümeni Allah’ın şeriatı olan bir kutlu gemidir müminin hayatı… Hatırlarsanız, ne demişti Nebi arkadaşına;

 “Lâ tahzen innallahe maanâ!” (Üzülme, Allah bizimle!)

Allah size en sevdiğini rehber olarak göndermiştir. Kalplerinize bakın, kulaklarınızı açın! O bize kalpler, gözler, kulaklar verdi ya! Allah’la beraber olmak bin cennete değişilmez. Cennet belki beklenilen bir yerdir, oysa Allah’la beraberlik el’an buradadır. O’nu beklemek gerekmez. O bize şahdamarımızdan yakındır, kişi ile kalbinin arasındadır.

Değil mi ki Allah bizimle! İnsan sevdiğine seninle dünyanın diğer ucuna giderim demez mi? Bu sırdandır ki, mürşid-i kâmiller O’nunla olunca cehennemin alevleri içinde olmaya bile razı olmuşlardır.

Allah’ım, Sen’inle olduktan sonra her yer Cennet!


Allah’ım, Sen’inle her yere gelirim, sözüm söz!

Lüks ve İsraf Çılgınlığı  

Posted by Tespih Taneleri... in




Israf derken ne anliyorsunuz?
Her zaman duydugumuz seyler gibi gelebilir ama bir de benden duyun istedim... Hayatimizin icinde olupta farkinda olmadan yaptigimiz bir suru hata...
Artik kendimizle ve yasadiklarimizla yuzlesmenin vakti gelmedi mi?


İSRAf haramdır.

İsraf edenler büyük günah işlemektedir. İsrafın haram oluşu Kur'anla, Sünnetle, icmâ ile sâbittir. İsraf haram değildir diyen dinden çıkar, kâfir ve mürted olur.
Bu memlekette her gün 4,5 milyon ekmek çöpe atılmaktadır.Bu, korkunç bir israftır. Korkunç bir nankörlüktür. Dehşet verici bir küfran-ı nimettir. Bir kısım zenginlerin meskenleri ve yazlıkları son derece lükstür, bu büyük bir israftır.

Otomobil konusunda büyük, dehşet verici, korkunç bir israf görülmektedir. Giyimde kuşamda israf yaygın hale gelmiştir. Yeme içmede israf yoğundur. Hiçbir Müslüman zenginin israf etmeye hakkı yoktur. Borç harç lüks hayat sürüp israfa batanlar beyinsizdir.

Lüks hayat israfa yol açar, israf gurur ve kibre sebep olur, böylece günah katmerleşir. Kur'an israf edenler için "Onlar şeytanın kardeşleridir" buyurmaktadır. Normal zamanlarda doyduktan sonra yemeğe devam etmek israftır ve haramdır. Yeme içmede Kur'anın ve Sünnetin hükmü budur. Milyonlarca halk geçim sıkıntısı çekerken, bazı beyinsiz türedi zenginlerin israf etmesi, lüks hayat sürmesi ayıptır, günahtır, vicdansızlıktır.


İslam itidal dinidir.

Bir Müslüman dolar milyarderi bile olsa israf edemez, aşırı lüks hayat süremez. Zengin Müslümanlar ile fakir Müslümanlar arasında uçurumlar olması büyük bir dengesizlik ve adaletsizliktir. İnsanların en hayırlısı, Âdem oğullarının Seyyidi olan Resulullah Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) mütevazı yaşamışlar, israf etmemişlerdir.
Sofrada ekmek kırıntılarını bile ya yemek, yahut kuşlara veya karıncalara vermek gerekir. Pilav tabağında bir tek pirinç tanesi bile bırakmamak gerekir.Yemeğin salçasını yemeyip çöpe atmak israftır. Marka fetişistlerinin iki yüz liraya alınabilecek bir cekete iki bin lira vermeleri israftır, beyinsizliktir ve ahmaklıktır.

İnsanlara lüks meskenler, lüks binitler, lüks giysiler, lüks yemekler, lüks mefruşat (mobilyalar döşemeler) şeref kazandırmaz; ilim, irfan, ahlak, fazilet, hayırlı işler, gerçek dindarlık, vatanseverlik şeref kazandırır.
Hiç lüzumu yok iken uçakların business klâsında üç misli ücretle yer ayırtmak israftır. Beş yıldızlı oteli bile beğenmeyip yedi yıldızlının kral suitinde kalmak israftır. Böyle israflar, böyle lüks ve şatafat tutkunluğu Müslümana yakışmaz.Lüks ve israf helal para ile yapılıyorsa yine haramdır. Allah'tan korkan lükse ve israfa kaçmaz.


Efendi, senin beş bin liralık palto giymen marifet değildir. Bin liralık güzel bir palto al, geriye kalan dört bin lira ile kırk kişiye palto alabilirsin. A görmemiş!.. Bir oturuşta bir kişi 150 liralık lüks yemek yemişsin. Otuz liraya da çok güzel ve temiz karnını doyurabilir, geriye kalan 120 lira ile sekiz kişiye temiz bir esnaf lokantasında ziyafet çekebilirdin. 400 liraya bir çift kadın çorabı alan hanım, sende hiç vicdan yok mu?

Ey din âlimleri, ey fakihler, ey mürşidler!..

Hepinizin ellerinden öperek ve yalvararak istirham ediyorum:

Lüks ve israf konusunda toplum çok azdı. Onlara nasihat ediniz, onları uyarınız. Halkın bir kısmı yarı aç yarı tok iken tuzu kuru kesimin israfı, sefahati, lüksü utanç verici, yüz kızartıcı bir büyük günahtır. Bu korkunç bir isyandır. Günde 4,5 milyon ekmeğin çöpe atıldığı, israf edildiği bir ülkede yaşıyoruz.Yüce dinimiz ekmek kırıntılarının, küçük kuru bir ekmek parçasının bile israf edilmesini, tahkir edilmesini doğru bulmaz.
Bendeniz 1940 ile 45 arasında İstanbul'da ekmeğin vesika ile verildiği günleri gördüm.

Eski okumuş, kibar, irfanlı Osmanlı Müslümanları ekmek demezler, nân-ı aziz derlerdi. Ekmek bize Allah'ın en büyük lütfudur, en büyük ihsandır, en büyük nimettir. Ekmeği çöpe atan nankör Müslüman bir toplumun akıbeti iyi olmaz. Allah'tan korkalım, Peygamberimizin ruhaniyetinden utanalım da israf etmeyelim, lükse kapılmayalım, sefahat bataklıklarına düşmeyelim, dosdoğru Müslümanlar olalım.

Allah'ım bize/hepimize akıl, vicdan, utanma ihsan et.






Mehmet Şevket Eygi

Erkek Erkektir, Kadın da Kadın  

Posted by Tespih Taneleri... in







Kadın yuvasından kopartılıp sosyal hayata girmeye âdeta mecbur edilirken, bedeni hem cinsel, hem ticarî nesne olarak pazara sürülüyor.
İslâm âlimi Fezarî’nin kızı Esma, kızını evlendirirken ona şu öğütleri verir:


“Kızım, bulunduğun yuvadan çıkıyor, bilmediğin bir yuvaya ve tanımadığın bir arkadaşa gidiyorsun. Sen o arkadaşına yer ol ki, o sana gök olsun; seni himayesine alsın. Sen, ona döşek ol ki, o sana direk olsun. Sen ona cariye ol ki, o sana sultan olsun…”

Yer ve gök dahil olmak üzere, her şeyin çift çift yaratıldığı şu âlemde, insan da ayrı, ama birbirini tamamlayan şekilde kadın ve erkek olarak var ediliyor. Her şeyin kendi özellikleriyle mükemmelliğe ulaşması beklenen dünyada, kadının kadın, erkeğin de erkek olarak kâmil insan olmaya yönelmesinin hikmetin gereği olduğunu anlıyoruz.

Kadın, cemalin aynasıdır. Ruhu, yüzü, endamı ilâhî cemale işarettir. Okunası, bilinesi, âyet kılınası bir güzellik mazharıdır. İçi, Vedûd ve Rahîm’i haykırır. Duygusallığı ve şefkati onu lâtif cins yapan şeylerdir. Yükselişi Rahîm’e, Cemîl’edir. Kulluğu, aynasında yansıyan kısmeti hissetmektir.Kadın, kadındır. Zayıflığı zayıflık değil, güç kaynağıdır. Nazikliği, ezilmeye değil sevilmeye adaydır. Hazinesi örtülü ve gizlidir; umuma sergilendiğinde değerini yitirir.
 Kadın yer gibidir, toprak gibidir. Mütevazi, edilgen, sessiz; ama doğurgan, verimli. Bire bin veren münbit toprak gibidir kadın; duyguları birer tohum gibi sümbüllendiren, kullukta yükselmeye vesile olan verimli toprak gibi…

Erkek celâlin aynasıdır. Dışı ilâhî celâli gösterir. Şefkatle terbiye edilmişse içi Rahmân’ı dile getirir. Gök gibidir erkek. Yere bakan, onu kuşatan gök gibi. Yere âşık göğün yağmur olup merhametle yağması gibi, erkek varoluşunu bütünleyen kadına şefkatle yaklaşır.

Erkek erkektir. Gücü üstünlük değil görev vesilesidir. Üstünse eğer, bu kendinden değil, ilâhî takdir iledir. Keyfince kullanabileceği bir şey değildir güç. Heybeti, haşinliği ezmek değil, adaleti gözetmek içindir.

Yer ve göğün aşkla birleşmesinden sayısız meyveler ve çiçekler filizlenir. Kadın ve erkek birleşmesinin meyveleri ise çocuklardır. Kadın anne, erkek baba olur. Anne-baba o ana kadar varoluşu ve Varedeni tanımaya yönelmiş iken, artık yavrularının varoluşu ve Yaratıcısını tanımasındaki ilk ve en önemli öğretmenleri olurlar.

İlk yaşlarda öğrenilen tutum ve bilgiler, taşa kazınan yazılar gibidir. Bu eğitim, çoğunlukla hal ve hareketlerle, tavır ve tutumlarla gerçekleşir.

Çocuk annesinden Rabbinin cemal ve rahimiyetini; babasından celâl ve rahmaniyetini ders alır. Annenin şefkati, Rabbin rahimiyetinin ve sonsuz şefkatinin bir yansıması; babanın şefkat ve terbiye ediciliği ise rahmaniyetin yansımasıdır.
Birbirini tamamlayan bu özellikler anne-babanın kendi yaratılış özelliklerini koruyabildikleri ölçüde çocuğa yansır ve çocuk da Yaratıcısını o ölçüde sağlıklı tanır. Anne ve baba birer kanat olup çocuklarının marifetullahta yükselmesine vesile olurlar.


Bilmeliyiz ki, özgüvenimiz ilâhî ve nebevî ölçülere güvenimiz ölçüsünde tezahür eder ve dışarıdan gelen tenkitlere karşı o ölçüde sağlam durabiliriz. Çok değil birkaç zaman öncesine kadar kadının “insan” olmadığına hükmeden, hatta “cadı avı”yla cinsiyet ayrımcılığını zirveye taşıyan; suçluluk duygusuyla mı bilinmez, modern dönemde “adalet eşitliktir” zihniyetiyle cinsler arasındaki dengeyi bir kez daha bozan Batı’nın çürük, ama cazibeli tanımlarına karşı dikkatli olmak zorundayız.

Günümüzde, sadece Batı’da değil İslâm toplumlarında da serbestiyet, özgürlük, vs. gibi sloganlarla kadın yuvasından kopartılıp sosyal hayata girmeye âdeta mecbur ediliyor.

Kadın bedeni hem cinsel, hem de ticarî bir nesne olarak pazara sürülüyor. Diğer taraftan, erkek rollerini çalmaya özendirilen kadınlar, ne yazık ki, bu iktidar savaşında kendi fıtrî kimliklerini kaybeden taraf olmaya devam ediyor.

Deneme-yanılma ve el yordamıyla ilerleyen ve o yüzden de bir aşırı uçtan diğer aşırı uça gelip-giden Batı tecrübesi, belki bir zaman sonra, kadını erkekleştirirken ve erkeği kadınlaştırırken hata yaptığını anlayacak. Ama iş işten geçmiş olacak.

Peki ezelî hakikatlerden haberdar olanlar aynı hataya düşerse, daha yazık olmaz mı?


Murat Çiftkaya
Kadın ve erkeği, sonsuza uzanan hayat yolculuğunu ve marifetullah ve kulluğun merkezi olan aileyi esas alarak tanımlar. Bugün, kadın ve erkeğin tanımı ve rolleri konusunda Kur’ân ahlâkı dışarıdan ve içeriden saldırıya maruz kalıyorsa, yapılması gereken savunmacı ve özür dileyici bir üslûp olmamalı.

Yüzüğün Değeri  

Posted by Tespih Taneleri... in





Oyle haller vardir ki gercekten tarifi yoktur... Hani anlatilmaz yasanir derler ya... Anlatabilmek icin ulvi birilerinin , hikmetli sozlerine ihtiyac vardir... Zaman zaman hepimizin basina geliyordur; 'neden boyle yapiyor anlamiyorum' deriz ya da 'ne gerek vardi boyle bir seye?' gibi...

On yargi malesef toplumumuz da oturmus artik lakin dikkatli olmak lazim diye dusunuyorum... Bir insan o an sana ters gelen birseyler yapiyor olabilir ama o davranis sana terstir davranisi yapana degil...

Tasavvuf ehli insanlari gozlemledigimde yasayislari, nerde, nasil davrandiklari her hengi bir olayi nasil kendilerine gore cozumlediklerine bakinca cogu kez hayretler icinde kaldigimi soyleyebilirim. Ancak biraz derinlere girdigim zaman  herseyin hic aklima gelmeyen bir cozumu oldugunu gorunce, sadece uzun uzun bir SUBHANALLAH! cekip onlara ozentimi belli edemeden de gecemem.

Tasavvufta hal dili vardir, genellikle konusmadan  birbirlerinin hallerinden cok guzel anlarlar... Iste ben de boyle hayran hayran bakakalirim...Hele bir de bire bir sahit olunca, bazi olaylara inanilmaz duygular icerisinde bulabiliyorsunuz kendinizi... Rabb'im oyle hallari bizlerde nasip etsin insallah...


Sûfîlerin hallerine sürekli itiraz eden bir genç vardı. Bir gün Zünnûn-i Mısrî k.s. o genci yanına çağırdı ve elindeki yüzüğü ona verip:


– Falan ekmekçinin yanına git ve bu yüzüğü bir altın karşılığında ona rehin olarak ver, dedi.


Genç yüzüğü alıp götürdü. Fakat söylenen miktarı vermediler. Genç şeyhin huzuruna geri geldi ve:


Bir dirhemden daha fazlaya rehin almıyorlar, dedi. Şeyh:


O halde falan mücevheratçıya götür de kıymetini biçsin, dedi.

Genç yüzüğü tekrar götürdü, kuyumcu yüzüğe iki bin altın kıymet biçti. Tekrar gelip vaziyeti anlatınca Zünnûn-i Mısrî k.s. dedi ki:


İşte sûfîlerin haline dair senin bilgin, ekmekçinin bu yüzük hakkındaki bilgisi gibidir.


Bunun üzerine genç tevbe etti ve zihnindeki sorular yok olup gitti.


(Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ)

Yine mi?  

Posted by Tespih Taneleri... in




Hangi kapıyı iki defa çalsak, "Yine mi?" derler. Hangi sözü iki defa söylesek, "Kaç defa duyduk, hep aynı şeyler" derler. Rabbim, bizi kullarının merhametine bırakma.


"İsteyin, vereyim'' buyuruyorsun. Kaç kere, ama kaç kere, aynı şeyleri, hem de belki zararımıza olacak şeyleri ısrarla istiyoruz, dileniyoruz.
Ancak o kerim kapın yüzümüze hiç kapanmıyor. Hata üstüne hata, günah üstüne günah işliyor, tekrar ellerimizi açıyoruz sana, hiç sıkılmadan, yeter artık, senden bıktık denilmiyor o kapıda.


Zaten o kapıdan başka çalacak kapı yok ki, çamura düşsekte, yalnislar içinde olsakta bize kim acır senden başka. Uğruna gecemizi gündüzümüzü feda ettiğimiz yavrularımız mı? Sebebi hayatımız olan ana babamız mı? Eşimiz dostumuz mu? Bizden bıkıvermeleri o kadar kolay ki...


En basit dünyalık isteğini bir kaç kez tekrar etsek, ne hatır kalır, ne gönül.
Aman ya rabbi, son nefesimize kadar günün her saatinde, her halimizle kapında dilenciyiz. Bunun ne gecesi var, ne gündüzü...
Acaba bu saatte olur mu? Bana kızar mı? Duâlarım yüzüme çarpılır mı? Diye bir kaygımız yok sevgini, kalbimizde daim eyle. Ya rab! Sev bizi, sevdir bizi, sevindir bizi amin...

Koku Sürünmek (Bunlari Biliyor muydunuz?)  

Posted by Tespih Taneleri... in




Cenâb-ı Hakk'ın insanoğluna lûtfettiği nimetlerden biri de güzel kokudur. İslâm'da güzel koku, kişideki temizliği tamamlayan bir unsur olarak kullanılmıştır.
Yoksa gayr-ı müslim milletlerde olduğu gibi, istenilmeyen kokuları kamufle etme gibi bir gâyesi yoktur. Kokunun insanı etkileyen, cezbeden, yani ilgi uyandıran bir yönü vardır ki, bu tesiri sebebiyle İslâm Dini, koku sürünmede bazı ölçü ve sınırlamalar getirmiştir.


Erkeklerin Güzel Koku Sürünmesi

Erkeklerin, sünnete uymak ve din kardeşi olan erkeklere güzel kokmak niyetiyle, koku sürünmesi câiz görülmüştür. Ancak bunun tam zıddı olarak, mahremi olmayan kadınların dikkatini çekmek niyetiyle nefsâniyeti tahrik edecek kokular sürünmesi ise câiz değildir.

Kadının Güzel Koku Sürünmesi

Kadının koku sürünmesini sınırlayıcı pek çok hadîs-i şerîf mevcuttur. Bu sınırlamaların en büyük sebebi, "başta kadının ırz ve nâmusunu, sonra da toplumun ahlâkını" korumaktır. Kadının sokakta veya kendisine dinen yabancı erkeklerin yanında koku sürünmesi, haram kılınmıştır. Zira kadının yaratılıştan gelen güzelliği, kokunun cezbedici özelliği ile birleştiğinde, ahlâken zayıf yaratılışlı erkeklerin ve kadınların kötü bir duruma düşmesine sebebiyet verir. Ki, bu durum, tarih boyunca ve günümüzde yaşanan pek çok acı hâdiseyle defalarca ispatlanmıştır. İslâm, insanın fıtratını çok iyi bilen Allah Teâlâ tarafından indirildiği için fertleri ve toplumu, ateşin daha kıvılcım hâlindeki tehlikesinden bile korur. Bu gayeyle erkeği ve kadını koruyucu pek çok tedbiri prensip hâline getirmiştir. İşte bu koruyucu tedbirlerden bir tanesi de kadının dışarı çıkarken koku sürünmesini yasaklamaktır.
Hadis-i şerifler, kadına, yabancı erkeklerin yanında koku sürünmeyi şu şekilde yasaklamıştır: "Kadın, sokağa çıkarken koku sürünmesin." (Müslim)

"Bir kadın, koku sürünüp dışarı çıkar ve kokusunu duyurmak için bir topluluğun yanından geçerse, ona bakana da, kendisine de zina günahı (göz zinası) yüklenir." (Tirmîzî, Edeb, 35/2786)
"Bir kadın, güzel kokular sürünüp, (kürk ve deri gibi) göz alıcı güzel elbiseler giyerek, bir toplumun önünden geçerse, o kadın, zina işlemiş gibi günaha girer." (İbni Hibban)


"Bir kadın, cezbedici koku sürer ve erkekler de ona bakarsa, evine gelinceye kadar Allah Teâlâ'nın gazabında olur." (Taberânî)

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in ikazlarından açıkça anlaşıldığı üzere, kadına yasak olan güzel koku, dışarı çıkarken erkekler üzerinde bırakması muhtemel nefsânî tesir sebebiyledir.
Kadın, Nerelerde, Kimlerin Yanında Güzel Koku Sürünebilir?

Kadının koku sürmesini yasaklayan hadîs-i şerîfler, mutlak mânâda bir yasak ifade etmez. Yani bir kadın; evinde, beyinin (zevcinin), çoluk-çocuğunun ya da kendi hemcinslerinin (kadınların) yahud dinen kendisine haram olmayan akrabalarının yanında koku sürünebilir. Hatta bazı âlimler, güzel kokunun tabiî bir haz olduğuna bakarak kadının, kocası için süslenmesi yanında, koku da sürünmesini, kocasının onun üzerindeki bir hakkı olarak görmüşler ve süslenip kokulanmayı, kadının vazifeleri arasında saymışlardır. (Zehebî, Kitabu'l-Kebâir, sh: 190)

İmrân bin Husayn -radıyallâhu anh-'den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

 "Erkeklere ait güzel kokuların en iyisi, kokusu açık, rengi gizli olandır. Kadınların kokularının en iyisi ise, rengi olan ve kokusu çevreye yayılmayandır." (Tirmizî, Edeb, 35) Günümüzde bazı kadınlar, câhillik, gaflet ya da umursamazlık gibi sebeplerle aslında kendilerine haram olan bazı yabancı erkekleri helâl gibi görüp, onların yanında İslâm'ın emrettiği şekilde davranmıyorlar.
Meselâ; şoförün, kapıcının, sürekli alış-veriş yapılan satıcıların yanında, gerek tesettür, gerek konuşma, gerekse davranış olarak birtakım yanlışlar yapılabiliyor.

İşte bu yanlış davranışlardan biri de, kadının bu gibi kişilerin yanına "koku sürünmüş" bir şekilde çıkmasıdır. Hâlbuki Allah, kadına haram sayılan kişilerin yanında koku sürünmeyi -yukarıda da belirtildiği üzere- Peygamberi vasıtasıyla yasaklamıştır. İslâm'ın bu emrini görmezlikten gelmek ya da hafife almak, müslüman kadının şahsiyetine yakışmayan bir davranıştır. Hattâ şunu da hatırlatmakta fayda var ki, yine günümüzde kullanılan parfüm ve deodorantların kokusu, genellikle sürüldükleri yerlerde kokusunu uzun süre muhafaza etmektedir, bazılarının etkileri ise günlerce sürebilmektedir. Bu sebeple mü'min bir hanımın parfüm kullanırken bunu da dikkate alması ve dışarıya çıktığında kokusunu başkalarına duyurmaması gerekmektedir.
Kadınların Mescide veya Câmiye Giderken Koku Sürünmeleri

Kadına güzel koku sürünmenin yasaklandığı yerlerden bir tanesi de câmi ve mescidlerdir. Cemaatle namaza katılmak için mescide giden kadınların koku sürünmeleri hadîs-i şerîflerle şu şekilde yasaklanmıştır:

"Sizden biriniz mescide giderse, kokuya el sürmesin." (Müslim, Salât, 142)


Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- da, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

"Allâh'ın kadın kullarını, Allâh'ın mescidlerinden men etmeyin (namaza gelmelerine engel olmayın). Fakat onlar da süslenmemiş ve koku sürünmemiş olarak câmiye gelsinler." (Ebû Dâvud, Salât, 52)


Âişe Vâlidemiz, kendi devrindeki kadınların mescide giderken süslenme, koku sürünme ve güzel elbiseler giyinme gibi hâllerini görünce rahatsız olmuş ve bunu şöyle dile getirmiştir:

"Eğer Allâh'ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendinden sonra şu kadınların ne yaptıklarını görseydi, (namaz için de olsa) onların evlerinden dışarı çıkmasını yasaklardı!.." (Buhârî, Ezân, 163; Müslim, Salât, 144)

Kadınların câmiye giderken kokulanmalarının yasaklanması, erkeklerin dikkatinin kadınların üzerine çekilmesine yol açacağı içindir. Böylece erkeğin kalbi, namazdayken bile kadınla meşgul olmaya başlar. Aynı zamanda bu durum, mescidlerde huşûun meydana gelmesine de engel olabilir. Saflar dolusu kadınların çeşitli parfümler sürünerek câmiye geldiği düşünülürse, mescidin havasını bu kokuların sarması, İslâm'ın hoş karşılamadığı bir durumdur. (Delilleriyle Âile İlmihali, Prof. Dr. Hamdi Döndüren, sh: 57)

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- koku sürünen kadınları özellikle yatsı namazına gelmekten menetmiştir: Zeyneb es-Sakafiyye, Rasulullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in şöyle buyurduğunu nakleder:

"Kadınlar! Sizden biriniz yatsı namazına çıkacaksa, o gece koku sürünmesin." (Müslim, Salât, 141)
Bir başka hadîs-i şerifte de:

"Herhangi bir kadın, koku sürünürse, bizimle beraber yatsı namazında bulunmasın." buyrulmuştur. (Müslim, Salât, 143)

Burada yatsı namazının örnek verilmesi, kadınların geceleyin korunmaya daha fazla ihtiyacı olduğuna dikkat çekmek içindir. Yoksa yasak sadece yatsı namazına mahsus değildir.

İbn-i Hacer -rahmetullâhi aleyh- de şöyle demiştir:

"Kadınların mescide çıkması yasaklanmadı. Bu konuda dikkat edilecek nokta, fitne ve fesada sebep olmamaktır. Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadınların dışarı çıkarken koku sürünmelerini ve süslenmelerini yasaklamıştır." (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 2/623)

Parfüm veya Deodorantlarda Bulunan Alkolün Kullanılmasında, Dinen Bir Mahzur Var mı?

Hanefî Mezhebine göre, içerisinde alkol bulunan maddelerden, şarabın necis olduğunda şüphe yoktur ve necis olan şarap, namazın sıhhatine engeldir. Şarap dışında kalan ve içildiği zaman azı veya çoğu sarhoşluk veren diğer maddelerin necis olduğuna dair açık bir delil yoktur. Bu sebeple bazı âlimler, şarap dışında kalan alkol içerikli maddelerin bedene, elbiseye veya namaz yerine dökülmeleri hâlinde namazın geçerliliğini etkilemediğini kabul etmişlerdir.
Hanefî mezhebince içerisinde alkol bulunan kolonya, parfüm, deodorant, krem vs. hepsi bu hükmün içine girer. Yani bu maddelerin içinde bulunan alkol sebebiyle içilmeleri yahud yenilmeleri haramdır, ancak bu maksadın dışında kullanılmasında bir mahzur yoktur. Ancak bütün alkollü içecekler hakkında dikkat ve tedbirli olmak, takvâya daha uygundur.
İçerisinde alkol bulunan her maddeyi necis kabul eden Şafiî Mezhebi'ne göre; kolonya, parfüm ve deodorantların hem içilmesi, hem de kullanılması haramdır. (Ayrıntılı bilgi için bkz: İlmihal II, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, sh: 93)

Cenâb-ı Hak, cümlemizi, emirlerini en güzel şekilde anlayan, Rasûlü'nün Sünnet-i Seniyyesini en doğru şekilde uygulayan kullarından eylesin. Âmin




Kevser Atar

Sen Mutlu musun?  

Posted by Tespih Taneleri... in



Eğer Sen de, Allah’a İnanarak;

Hayatın güçlüklerine katlanabilecek kadar inanç,

Geleceğin daha iyi olacağına inanacak kadar ümit,

Doğru bildiklerin için mücadele edebilecek kadar cesaret,

Topluma, ailene, İslam'a faydalı olabilecek kadar sağlık,

İhtiyaçlarına yetebilecek, zekâtını verebilecek kadar para,

Başkalarının daima iyi yönlerini görebilecek göz,

Çevrenizdeki insanlara yardım eli uzatacak kadar cömert,

İnsanlardan karşılık beklemeden yapabileceğin iyilik,

Hayatın zorluklarına karşı hayatı ve insanları kuşatacak sevgi,

Yastık kadar yumuşak ve rahat bir vicdan,

Dili, belini, kalbini, keseni ve gözünü haramdan saklayabilecek irade,

Gördüklerinin, duyduklarının düzelmesini bekleyebilecek kadar sabır,

Günahlarını, noksanlarını itiraf edebilecek kadar fazilet,

En kötü halinde bile Allah'tan razı olabilecek kadar şükür varsa, Sen mutlusun…

Mutlu olmak icin ya da soyle de diyebiliriz, hamd etmek icin bu siralananlarin yarisi hatta ceyregi bile yeter... Aslinda bu olgularin farkinda olmak bile nimettir bence. O kadar siradan, o kadar hizli yasiyoruz, o kadar gereksiz seylerle mesgul oluyoruz ki eminim cogumuz elinde bulunan bu nimetlerin farkinda degil...:((  Biraz dusunursek, icimizdeki bu cevherleri disari cikartip daha bilincli davranirsak mutlu olmak icin bir cok seyi farkinda olmadan yaptigimizi fark ederiz...

Mutlu olmaktan anladiginiz ne; arkadaslar bunu gercekten merak ediyorum...Dusuncelerinizi benimle paylasirsaniz cok sevinecegim...
Tesekkurler...

derdin buyugu  

Posted by Tespih Taneleri... in


Selef-i salihînden biri şöyle anlatır:

Bir gün Kürz b. Vebre’nin yanına uğradım, ağlıyordu.


– Ne oldu, aileden birinin ölüm haberini mi aldın, dedim.


– Hayır, daha kötü, dedi.


– Sana ıstırap veren bir rahatsızlığın mı var, dedim.


– Hayır, ondan daha kötü, dedi.


– O halde derdin nedir, diye sorduğumda:


– Kapım kapandı, perdem indirildi. Uyanıp her gece okuduğum hizbimi (Kur’an virdimi) okuyamadım. Bu da olsa olsa benim işlediğim yeni bir günah sebebiyledir, dedi.


Şeyh Sadi Şirâzî şöyle der:


“Eğer ikide bir gönlün başka yerlere gidiyorsa, yalnızlıkta bile huzur bulamazsın. Allah’ın dışındaki şeylerin sevgisini gönlünden çıkardınsa, dünya işleriyle uğraşırken bile O’nunla baş başa sayılırsın.”

Yapılan bir hayır başka bir hayra, kötülük de başka bir kötülüğe davet eder, götürür. Ayrıca hayır ve şerrin her ikisinin azı, çoğuna sürükler.


(İmam Gazalî, İhyâu Ulûmi’d

Güzel Gören Güzel Düşünür  

Posted by Tespih Taneleri... in


Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına Hazreti Ebû Bekir


Sıddık radıyallahu anh geldi bir gün ve:


- Ne kadar güzelsin Ey Can! dedi.


Biraz sonra Ebû Cehil geldi.


O da Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e bakıp:


- Ne kadar çirkinsin Ya Muhammed ! dedi.


Peygamberimiz her ikisine de: "Haklısın" dedi.


Ashab:


- Ya Rasulallah her ikisine de "haklısın" dedin deyince:

O : - Ben bir aynayım, aynada herkes kendini görür. Ebû Bekir çok


güzeldi, gördüğünü söyledi.


Ebû Cehil çok çirkindi, o da gördüğünü söyledi.

O Bahçe...  

Posted by Tespih Taneleri... in







1955 yılında ben ve arkadaşlarım maaşa geçince, esnaflar, tüccarlar hemen bizimle meşgul olmaya başladı. Arkadaşlar dükkâna girince, ilgi alaka göstererek onlara, gelirlerinin üzerinde fiyatlara, senetle mal satarlardı.

Ev alanlar, mobilya alanlar, elbise alanlar... Onlara, "Almayın!" derdim. "Hanım küsüyor" derlerdi. "Falan kişilerde var, bizde neden olmasın?" diyormuş hanımlar. Böyle başladılar geçinememeye... Adam senetle alıyor, ödeyemiyor, bu sefer de icra geliyor.

1969'da, gazetedeki yazıları yazan Hekimoğlu İsmail'in ben olduğumu tespit ettiler. Kapıya bir heyet geldi. Evde arama yapacaklarını söylediler. "Hemen bize misafir odasını göster!"

Evin durumu şöyle: Buzdolabı, çamaşır makinesi, büfe, halı... Bunların hiçbiri yok. Sade bir ev. Ortada en ucuzundan tahta sandalyeler ve tahta masa, yerde kilim, birkaç sedir.... İçlerinden biri dedi ki: "Bir yazarın evi böyle olamaz! Bu adam yazar falan değil. Gidelim!"Eşyamın azlığı çok faydalı oluyordu. Mesela sık sık beni sürgün ediyorlardı. Hatta hanım oturur ağlardı, bıktım taşınmaktan diye.

Her tayinde bize harcırah veriyorlardı. Diyelim ki 150 lira maaş alıyorum: 100 lira da harcırah veriyorlardı. Eşyaları sandığa, hurca doldururdum, trene atlar giderdim. Harcırah bize kalırdı. Bu sebepten tayin olmak benim için bir zahmet değildi. Sürgün edilmekten de korkmazdım. Böyle olunca dinî çalışmalarımı kim önleyebilir? 5. Şua'da diyor ki: "Deccal, israfı teşvik eder. Onun tuzağına düşenler maddeten ve manen kötü durumlara düşer."Sosyal hayatın en tehlikeli halini yani israfı, dindarlar da teşvik etmeye başladı. Araba aldılar, benzin parasını arkadaşlarından istediler, dostluklar bozuldu. Mobilyaları yenilemek için borçlara girdiler, ödeyemediler işleri bozuldu....



"Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; gittikçe artıyor yalnızlığımız"


O haller içinde eşim de beni bırakıp gidebilirdi. Amma gitmedi. 1960'lı yıllarda dindar olmanın bedeli şuydu:

Eşim gidebilir, işten atılabilirim, maaş alamam, emeklilik yanar... Bedeli buydu dindar olmanın. Amma şimdi düşünüyorum, ne güzel günlerdi... Hayalen her şeyimi kaybettiğime inanıyordum. Sadece Allah'a imanım kalmıştı.

Nasıl ki çocuk başını annesinin göğsüne yaslar, onun kucağında uyursa ben de Esmaü'l Hüsna'ya başımı dayamış, öylece kendimden geçmiştim. Zamanla gördüm ki eşyaları mükemmel olan, güzel bir hanıma sahip, mesut olan kimselerin de başına öyle felaketler geldi ki, onlar dünyaya geldiklerine adeta pişman oldular. Hayatları allak bullak oldu. Ya hanımlarından yahut evlatlarından hayır görmediler.

İslam'ın derdini kendisine dert edinip o yolda çile çekenlere, Allah bir başka dert vermedi, Elhamdülillah. Üniversite tahsilim yok, aileden gelen bir zenginliğim yok, ticari tecrübem yok. Dünyanın en basit bir insanıyken, Allah her şeyi verdi bana...

Sonra ihtiyarladım. Bir köyde bir bahçe aldım. Çok hoşuma gitti. O bahçede çalışacağım, yorulacağım, dinleneceğim, gölgesinde oturup meyvelerini yiyeceğim diye düşünürken, kader "hayır" dedi. Beni felç etti.

Şimdi o bahçeye gitsem de elimi uzatıp bir tek meyveyi koparamıyorum... Bir gün oturup, hemen şehre dönüyorum. Anladım ki benim hakkım o bahçe değil. Benim hakkım şehre dönüp Müslümanlara faydalı olacak yazılar yazmak... Hastalığım artsa, yataktan kalkamaz olsam, yine yapacağım iş budur... O yemyeşil bahçeden Cağaloğlu'nun yokuşuna attı kader. Çok şükür...


Hekimoğlu İsmail

Allah İffetini Artırsın...  

Posted by Tespih Taneleri... in




Biz ne idik ne olduk! En güzel örneklik ve önderlik vasfı bizim ecdadımızın üstündeydi. Rasûlüllah (s.a.v.)'ı en iyi taklid eden bir millettik. Kültürümüzde O'nun sünneti sınırsızdı. Millet olarak bizi yücelten de bu hasletimizdi.

Kültürümüzün geçmişteki özelliğini arşivlerimizdeki belgelerde görüyoruz.

Arşiv belgelerimizi biraz irdeleyelim göreceksiniz neler çıkacak.

Meselâ:

Bir belgede bir hanım ismi geçtiğinde hemen ardından, çoğu zaman "Allah iffetini artırsın."
Bir âlimin ismi geçtiği zaman "Allah ilmini artırsın" şeklinde bir duâ cümlesi gelirdi. (M. Emmioğlu. Osmanlı Vesikalarına Giriş. Konya-1989)

Yenilen, içilen, kullanılan, fırsat olarak verilen her nimet için "Allah'a şükür";

Yapılan yardım/iyilik için "Allah râzı olsun";

Bir bardak bile olsa su verene "Ömrün uzun olsun.";

Esnaf, müşteriye "Allah bereket versin";

Müşteri, satıcıya "Bereketini gör";

"Nasılsın iyi misin?" diyene "hamd olsun";

Yolculuğa çıkana "Güle güle yolun açık olsun", "Hayırlı yolculuklar Allah kazadan belâdan korusun";
Yemek yedirene "Allah kesene/kazancına bereket versin";

Yemek yediren yedirdiğine "Allah, yediğini şifa eylesin";

Yeni elbise giyene "Güle güle giy cennette daha hâlisini giyesin";

Bebekleri doğanlara "Güle güle büyüt", "Mürüvvetini göresin.", "Ömrü uzun ve bereketli olsun.", "Allah acısını göstermesin";

Ev yapana/alana "Güle güle otur, Allah kazadan belâdan esirgesin. İçinde acı yaşamayasın";

Dışarıdan gelenlere "Hoş geldin, safa getirdin";

Yeni birşey alanlara "Güle güle kullan, Allah nazardan saklasın";

Hacc'tan gelenlere "Allah, hacc'ını mebrur/tam kabül olunan hacc eylesin";

Binek alanlara "Allah nazardan korusun...", "Allah korusun";

Nasihat edenlere "Allah te'sirini lütfeylesin";

Hizmette bulunanlara "Allah, berhudar etsin";

Haber getirenlere "Getiren-götüren sağ olsun, dert görmesin";

Kabir ziyaretlerinde, ölenlere: "Allah, kabirlerinizi geniş ve nurlu eylesin";

Çocuklarını sünnet ettirenlere "Allah, dâim mürüvvetlerini göstersin";

Cenazesi vuku bulanlara "Allah, rahmet eylesin", "Allah, taksiratlarını afveylesin";

Günah işleyenlere "Allah, hidayet eylesin".. şeklinde bir dua cümlesi gelirdi.

Ya şimdi öyle mi?

Biri birşey soruyor. Cevaplandırıyorsunuz. Adam: "Oldu" diyor. "Allah razı olsun" demiyor.

Bir bardak su içiyorsunuz. Yanınızdaki "Yarasın" diyor; "Afiyet olsun" dese ne zararı olacak?

Adama "Nasılsınız?"diyorsunuz. Verdiği cevap: "Yuvarlanıp gidiyoruz" veya "Düşe kalka yaşamaya çalışıyoruz" ya da "Buna yaşamak denirse, yaşıyoruz" gibi laflar ediyor.

Kültür emperyalizmi insanımızı ne kadar zibidileştirmiş.

Allah (c.c.) encamımızı hayreylesin...
  Mevlüt Özcan





































Belki Dua zamanidir Haberin Yok!  

Posted by Tespih Taneleri... in


Caresizlik Allah'tan gelen en guzel isarettir.

Dua vaktinin geldigini gosterir.

Kullugunu hatirlatir kullara ve Rabb'iyle bulusma vaktidir aslinda...

Suzuluyorsa gozunden yaslar.

Ahhlar icinde ise yuregin, huzunlu ise guzel yuzun

Rabb'in seni ozlemis, sesini duymak istemis demektir...

Yukarda resimdeki cicek gibi olalim Mevla'nin huzurunda...

Dua ile konusup, dertleselim...

Sonra da seyreleyelim cihani, hayati, olani biteni...

Ve gorelim Mevla neyler neylerse guzel eyler...

Dusturumuz dua, sabir, tevekkul ve riza olsun...

Yeni Hicri yiliniz mubarek olsun...

Yeni Hicri Yiliniz Mubarek Olsun!  

Posted by Tespih Taneleri... in



Esselamualeykum arkadaslar yeni Hicri yiliniz mubarek olsun, biraz erken oldu ama yapilacaklari kacirmamaniz adina bir gun once yazmak istedim...


Bir yilin daha sonuna geldik, omrumuzden bir yil daha gecti, geciyor...  29 Zilhicce 1432 yani 25 Kasim Cuma gunu bu yilin son gununu yasayacagiz insaallah... 
Hadis-i serifte buyruldugu uzere:

''Bir hayra dalalet eden o hayri yapan gidir.'' 

Bende sizlere sene sonunda ve basinda okunmasi gereken dualari yazmak istiyorum... Cunku Allahu Teala'nin kullari hakkinda ki yillik hesap defteri hicri yilin basinda acilip, sonunda kapatilir. Arada ne kadar gunah islenirse de  Allahu Teala :

''Kulumun defterinin bir basina bir sonuna bakin, onlarda bir hayir bulursaniz aralarindakini mahfedin'' buyurmaktadir.

Simdi Allah rizasi icin bu dualari ihmal etmeyin mutlaka okuyun ve sevdiklerinize okutun ki onlarinda senelik hesabinin magfiretle kapatmalarina ve bir yil boyunca seytandan korunmalarina vesile olun...
Ayrica ibni Hacer(ra) Hafsa (ra) validemizden rivayet ettigi bir hadis-i serifte :

'' Zilhiccenin son gunu (25 Kasim Cuma) ile Muharremin ilk gununu (26 Kasim Cumartesi) oruclu geciren kisiye Allahu Teala elli senelik (gunahlari icin) keffaret yazar.''

Yani bu gunleri de oruclu gecirelim insallah... Zaten gunler cok kisaldi... Zaman nasil gecti anlamazsiniz bile Allah'in izni ile... Goruyorsun depremler, sehitler neler neler bugun variz ama bir nefes sonramiz bile belli degil. Kaybedecek vakit yok ahir zamandayiz...

Evet simdi sene sonu duasini yazacagim 29 Zilhicce 1432 / 25 Kasim 2011 :

Sahih kaynaklardan rivayet olunduguna gore '' Her kim zilhiccenin sonunda (cuma gunu) gunes batmadan once uc kere :

''Bismillahirrahmanirrahim Ey Allah! Senin razi olmayip beni nehyettigin  seylerden bu sene her ne yaptiysam, ben onlari unuttum, Sen ise unutmadin. Bana ceza vermeye kadirken muhlet verdin ve ben Sana karsi gelme cureti gostermisken beni tevbeye davet ettin.
Ey Allah! Ben butun bunlardan dolayi Senden magfiret diliyorum. Beni bagisla!

Ey kerem sahibi! Ey celal ve ikram sahibi! Senin razi olup bana sevap vaadettigin hangi amelleri bu sene islediysem, Senden dilerim ki onlari kabul edesin ve Senden umidimi kesmeyesin! Ey kerem sahibi, kabul eyle! Efendimiz Muhammed(sav)'e ve al-i ashabina salat-u selam eyle! amin''

derse diyor, seytan : '' Biz, bir sene yorulup nu gunahlari isletmek icin zahmet cektik, o bir an da hepsini sildirdi!'' deyip yuzune toprak sacarak kacar.

Gelelim sene basi duasina 1 Muharrem 1433 / 26 Kasim Cumartesi :

Rivayete gore: Her kim muharrem ayinin evvelinde (yani cumayi cumartesiye baglayan gece veya en gec cumartesi gunu) uc kere ;

'' Butun hamdler, alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir! Salatu selam, Efendimiz Muhammed(sav)'in ve al-i ashabinin tamaminin uzerine olsun!

Ey Allah! Sen Ebedi'sin Kadim'sin (baslangicin ve sonun yoktur)! Hayy'sin, Kerim'sin (hakiki hayat sahibi de, kerem sahibi de ancak Sensin)! Hannan'sin, Mennan'sin ( son derece aciyan ve cokca lutuflarda bulunan Rabb'imizsin)!

Iste bu yeni senedir! Ben bu sene Senden dilerim ki beni kovulmus seytandan ve onun dostlarindan koruyasin, kotulugu cokca cokca emreden bu nefse karsi bana yardim edesin ve beni Sana yaklastiran amelerle mesgul edesin. Ey kerem sahibi! Ey celal ve ikram sahibi! Ey aciyanlarin en merhametlisi! Rahmetinle kabul eyle!

Allahu Teala,  Efendimiz ve Peygamberimiz Muhammed(sav)'e ve al-i ashabinin ve Ehl-i Beyt'inin tamamina salat ve selam eylesin.''

derse, seytan:

'Biz bu kisiden umidi kestik!' der ve Allah (cc) ona, kendisini sene boyunca koruyacak iki melek gorevlendirir.

Muharremin ilk gunu yapilacaklar :

Rivayete gore:

''Muharremin ilk gunu uc yuz altmis kere Ayetel-Kursi okuyan  ve her birinin basinda besmele ceken ve bu sayiyi tamaladiktan sonra: ' Ey halleri degistiren Allah! Kendi kuvvetin  ve kudretinle bizim halimizi hallerin en guzeline cevir. Ey ulu  ve ey yuce Allah! (Duamizi kabul eyle). Allahu Teala Efendimiz Muhammed(sav) ve al-i ashabina salat ve selam eylesin.' diye dua eden kisi istemedigi her seyden korunur.'' Bu boylece denenmis ve dogru da cikmistir. (ona gore yani:))

Bir rivayete gore de '' Her kim muharremin ilk gunu  bir kagida yuz on uc besmele yazar da onu uzerinde tasirsa omru boyunca ona istemedigi bir sey ulasmaz.''

Muharrem ayinda kilinan namazlardan bahsedeyim mi diye dusundum ama hadi belki bir kilan olur diye bir de namazini yazalim. Epey bir rivayetler var ama bir kac tane yazabilirim cok uzun bir yazi oldu kollarim uyustu valla... Insallah okursunuz da, onemli olan istifade etmeniz...

Cumayi cumartesiye baglayan gece tesbih namazi kilmaniz butun gunahlarinizin bagislanmasina vesiledir. Yine ayni gece uc selamla alti rekat namaz kilinir. Her rekatinda Fatiha'dan sonra bir kere Ayete'l-Kursi, on bir kere ihlas suresi ve yirmi uc kere de ; Subhane'l melikil kuddusi subbuhun kuddusun rabbuna ve rabbu'l melaiketi ver-ruhi' tesbihi okunur.

Iste biz muslumanlarin esas kutlamasi gereken yilbasimiz budur. Sizlere nacizane tavsiyem sevdiklerinizi arayip halhatir sorduktan sonra yeni yiliniz mubarek olsun demenizdir. Miladi yeni yilda kimse aramasin biz kutlamis olalim yeni yilimizi. Cocuklariniza yarin ufak hazirliklarla, etkinliklerle hicri yeni yilin  ehemmiyetinden bahsedin ki onumuzde ki gunlerde gelecek olan noel belasina karsi onlari hazirlamis olabilelim. Bu hepimizin uzerinde durmasi gereken bir mevzudur. Muslumanlar olarak onlardan farkimiz olmasinin en buyuk delili onlarin yaptiklarini yapmamaktir.
Ben Allah'in aciz kulunu da dualariniz da unutmamanizi dilerim. Vesselam...

“Siz Beni Zikredin, Ben de Sizi Zikredeyim!"  

Posted by Tespih Taneleri... in




Hayat acı-tatlı devam ederken, ölüm bize şimdilik uzak gibi görünürken “Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim!” ilahi sözünü ne kadar içimize sindirebildik?
 Günahlarımıza tövbeyi bırakmayarak, hiçbir mahlûka karşı kibir ve gurur göstermeden, riyâya düşmekten korkarak, haset mi ettim gıpta mı endişesi duyarak, Müslümanların dertlerine üzülerek, en önemlisi dua ederek, duyarlı bir insan olabiliyor muyuz?
İşin garibi insan zikrullahtan uzakken gafletini fark edemiyor, ancak ayıkınca “Gafletteymişim!” diyebiliyor.
 Bu yüzden bizi ayıltacak ibadetlerle, zikrullahla hemdem olmamız gerek.
 Dua edelim de, Allah bizi ayıltsın!"Allah için yaşamak!" akl–ı selimin ulaştığı nihai noktalardan biri.
Aslında bu, nefsimiz için değil Allah için yaşamak fikri, bize çocukluğumuzda aşılanmalıydı. Çünkü bu fikre ulaştıktan sonra artık hayat bir “ibadet” halini alıyor.
 Her ne yaparsak Allah için yapmak, ne güzel bir hayat düsturu. Allah bizi bu sonuca ulaşabilenlerden eylesin.
“Fezkurûni” buyruluyor: “Beni zikredin ki; ben de sizi zikredeyim!”

Allah’ın sizi zikretmesi ne demektir, düşünebiliyor musunuz?

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz