Eylül…  

Posted by Tespih Taneleri... in

manzara sonbahar



Eylül… Fersude sonbaharların giriş kapısı… İlk yaz rüzgârından alınmış bir hızla savrulan düşüncelerin, hoyrat hayallerin ve avare zamanların yorgunluğu, kırgınlığı, pejmürdeliği içinde yeniden derlenip toparlanması gereken hayatın rengi… Ve yeniden başlamanın yorgun ritmini hatırlatan yağmurlar… Bölük pörçük hatıralar, kırık dökük sevinçler… Şiir kılığında gelen acı…

Eylül işte; nâm–ı diğer, hüzün…


Eylül… Her şair için ayrı bir Leyla; kurşunî gelinlikler giyinip de gelen… Dilemmaların çıldırtıcı sükunu bir yanda; ve bir yanda sislerin ve buğuların ardından sökün edip yürümüş sancıların ilhamı… Katar katar uzaklaşan kuşların kanatlarına yüklenen son arzular kadar umutsuz ve beklenesi...
Eylül işte; nâm–ı diğer, pişmanlık…


Bilmiyorum, siz bu yazıyı okurken yağmur yağıyor olacak mı?.. Belki yapraklar savruluyordur şimdi bulunduğunuz şehirde; belki sular kararıyordur yavaş yavaş… Altın kızılı bir gurubun soyunmuş dalında çifte kumruları seyrediyorsunuz belki de… Bir sanatoryum bahçesinde gezinen uzun saçlı, zayıf ve genç iki kaderdaştır belki ikindiler ve yağmurlar… Belki sizin kentin huzurludur akşamları, belki de alaca düşmüş gecenin bir yüzünde siyah tırnaklarını ruhunuza geçirmeye çalışan ifritler dolaşır…

 

Eylül işte; nâm–ı diğer melal…

Tenha yollar, aşınmış günler, hayata dar gelen arzular ve kanadı kırık kuşlar… Tabiatın birden uyanıp gerçeği gören yüzü… Kıymeti bilinmeyen lezzetin çamurlara bulaşmış sarı bir acılık tarafından istilasına karşı şaşkınlık… Acıların beyhude, sevinçlerin zavallı, mutlulukların fanî olduğunu anlamanın dehşeti…

Eylül işte; nâm–ı diğer, ölümün rengi…

Eylül… Yaşanmamış mevsimlerin en gerçeği… Uçuk benizli koşuşturmacalar, yeniden kurulan defter–kitap pazarı… Eski okul çantasına kalem yerine ancak gözyaşını koyarak okula giden minik adımlar… Yoksul mahallelerde gitgide çamurlanacak karanlık sokaklar… Camlara mıhlanıp 70 yıllık muhteşem bir sükût ile yolları seyreden kırçıl hatıralar… Ciğer paresini okula eksik kitapla gönderen annenin yüreğindeki çizik… Para etse canını da verir ama…

Eylül işte; nâm–ı diğer, acının mührü…


 İskender Pala


Hayirli Cuma'lar... Eylul bitti ama cok hosuma gitti bu yazi, paylasmadan gecemedim..:))





   Bu resim mesela ne kadar da huzunlu...





Vefa Duygusu ve İhanet Açmazı  

Posted by Tespih Taneleri... in




Yavuz Sultan Selim, kıyafet değiştirip (tebdil-i kıyafet edip) Eminönü’deki kuşbazları (kuş satanlar) teftişe çıkmıştı...Altın kafes içinde satışa çıkarılan bir yaban ördeği dikkatini çekti...Fiyatını sordu...Kuşbaz fiyatını söyledi. Çok yüksekti. O fiyata rahat rahat bir ev alınabilirdi.

“Bunun fiyatı diğer yaban ördeklerinden niçin bu kadar yüksek?..” diye sordu.“Çünkü” dedi kuşbaz, “bu çok özel bir kuştur. Hangi göle bırakırsanız bırakın öyle bir ötmeye başlar ki, çevredeki bütün yaban ördekleri göle doluşur. Siz de rahatlıkla avlarsınız.”Yavuz yaban ördeğini satın aldı. Yanındaki muhafızına verdi. Bir de kesin talimat ekledi:
“Şunun kafasını kopar!”

Kuşbazın aklı bu işe ermemişti. Onca paraya kıyılıp satın alınan kuş, öldürülür müydü?

“Neden öldürüyorsunuz?” diye kekeledi.
Yavuz kuşbazın gözlerinin içine bakarak konuştu: “Kendi kanına ihanet edenin cezası ölümdür!”

Çaka Bey, Oğuzların Çavuldur Boyu’na mensup bir Türk’tü....Küçük yaşta Bizans’a esir düşmüş, “Çaka” olan ismi “Protonolilismus” yapılmış, Bizans saraylarında eğitilmiş, Bizans prensleri, prensesleriyle birlikte okumuştu...Askerlik mesleğini seçti. Dirayeti, zekası, kahramanlığıyla kısa süre içinde generalliğe yükseldi. 1081 yılında tahta çıkan Birinci Aleksi Komnen’in en yakın arkadaşı ve danışmanıydı.Bir gün İmparator Aleksi Komnen, Çaka Bey’i yanına çağırdı:

“Söyle bakalım arkadaşım” dedi, “bana yardıma hazır mısın?”

Çaka Bey tereddütsüz cevap verdi:
“Elbette. Size her zaman hizmete hazırım İmparator Hazretleri, emredin.”

“Bilmek istediğim şudur: Hiçbir ayırım yapmadan bütün düşmanlarıma karşı savaşır mısın?”

“Tabii savaşırım! Sizi korumak benim vazifem.”

“Düşmanlarım Türkler olsa da savaşır mısın?”



Çaka Bey, son soru karşısında durakladı. Ne cevap vereceğini birden kestiremedi. Sustu.

“Neden sustun? Türklerle savaşır mısın diye sormaktayım.”Başını iki yana salladı Çaka Bey:

“Bunu benden istemeyeceğinizi umuyorum, İmparator Hazretleri...”


İmparator şaşırmıştı: “Ama niçin?..”


“Çünkü damarlarımda, savaşmamı istediğiniz ırkın kanı dolaşıyor. Kanıma ihanet edemem!”

“Hâlâ Türk olduğunu mu söylemek istiyorsun?”
“İnsan kendi soyunu sopunu belirleyemez İmparator Hazretleri. Bir kan bağıyla doğar ve aynı kan bağıyla ölür. Asıl hain kanına ihanet edendir! Kanına ihanet eden, kendine ihanet eder!”


İmparator hayal kırıklığına uğramıştı: “Seni iyi eğitememişiz” dedi öfkeyle, “bizi kandırdın.”


Çaka Bey, taşı gediğine koydu:

“Ben sizi değil, siz kendi kendinizi kandırdınız. Ne dinimden vaz geçtim, nede kanımdan. İnsan yeri geldiği zaman canından vaz geçebilir, ama dininden ve kanından asla vaz geçemez!”

Dışarı çıktığında arkadaşları etrafını aldılar. Onlara göre yaptığı delilikti. İmparator’un dediğini yapıp Türklerle savaşsaydı, daha çok yükselebilir, hatta bir gün bir yolunu bulup imparator bile olabilirdi.“İmparator olmak istemiyorum!” diye cevap verdi, Çaka Bey, “Kendi canıma kılıç çekemem.”Ve bir ihtilâl esnasında Bizans’tan kaçtı. Eskiden kumanda ettiği adamlarının başına geçti (1081).

“Allah’ın bana gösterdiği yoldan yürüyeceğim; milletime ölünceye kadar hizmet edeceğim” diyordu.
İzmir’i ve çevresini fethedip “İzmir Beyliği”ni kurdu. Bir donanma vücuda getirdi, “İlk Türk Amiralı” oldu. Yıllarca Bizans’a kan kusturduktan sonra, kendi kanından biri (Kılıçarslan) tarafından öldürüldü (1097).



Yavuz Bahadıroğlu


















İstibra ve Secdede Ayakların Durumu :(((  

Posted by Tespih Taneleri... in



Tadil-i erkanin yani namazi usulune uygun kilmanin onemi cok buyuktur fakat cogumuz farkinda degiliz...Ben bu kitabi okudugum da nasil namaz kilmisim senelerdir dedim kendi kendime...:((


Asagi da sizinle paylastigim Mehmet bey'in maili bana bu kitabi hatirlatti ve ben de size israrla ve de acilen bu kitabi okumanizi tavsiye ediyorum.


Bilmemiz gereken cok sey var madem namaz kiliyoruz, ne yaptigimizi bilerek, suurlu bir sekilde kilalim insallah... Bu kitapta ayetler ve hadisler, saglam kaynaklara dayanan rivayetlerle tadil-i erkan nasil oluyor tafsilatli bir sekilde anlatiliyor... Ben bayagi faydalandim sizlerinde istifadenize sunuyorum...

Sevgilerimle





Bu Müslüman memlekette halkın ancak onda biri beş vakit namaz kılıyor. Acaba bu onda birin kaçta kaçı tâdil-i erkân ile dosdoğru kılıyor?Halkın büyük kısmı zarurî ilmihal bilgilerini iyi bilmiyor.Mesela erkeklerin bir kısmı (yüzde kaçı?) istibrâdan habersiz. Tuvalete gidiyorlar, hiç beklemeden ve temizlenmeden hemen abdest alıyorlar ve abdestleri de hemen bozuluyor.Câmilerde bazı kimseleri namaz kılarken görüyorum, secde esnâsında ayaklarının durumu dolayısıyla namazlarında vahim bir eksiklik var.Merhum Ömer Nasuhi Bilmen hocaefendinin Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanmış "Sualli Cevaplı Dinî Bilgiler" (1959 Ankara 304 sayfa) kitabının 144'üncü sayfasında şöyle diyor: "...iki ayağın veya bir ayağın parmakları yere konulmadıkça secde câiz olmaz".


Ayak parmaklarının yere konulmasından maksat, parmakların alt kısmından bir miktarın kıvrılıp yere değmesidir ve yerin sertliğini hissetmesidir.Secdede parmakların altı kıvrılıp yere temas etmezse, ayakların sadece üstü ve parmakların tırnak kısmı yere değdirilirse secde yapılmış olmaz.Bunları hatırlatmak bendenize düşmez ama yazmak zorundayım. Namazda secdeye varırken "iki eliyle" pantolonunu dizinden çekmek de amel-i kesirdir ve namazı bozar.Müslüman kardeşlerimden rica ediyorum: Baş uçlarında icazetli ulema ve fukaha tarafından telif ve tasnif edilmiş muteber ve güvenilir akaid ve ilmihal kitapları bulundursunlar, bunları her gün bir miktar dikkatle okusunlar ve temel din bilgilerini iyice öğrensinler.Reformcuların, mezhepsizlerin ilmihallerini sakın okumasınlar. Onlara güvenilmez.




Mehmet Şevket Eygi
 
http://www.cubbelihocaeserleri.com/default.asp?sayfa=urun_detay&urun=672

DAR AYAKABILARIM...  

Posted by Tespih Taneleri... in



O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler.

O zamanlar hazır ayakkabı satan mağaza yoktu kasabamızda.

Tek ayakkabı yapan dükkánda ayakkabıcı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice basmamı
söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi eline alıp ayağımın çevresini çizdi.

O ayağımın çizildiği karton benim ayakkabı numaramdı.

Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum.

Babamın anlattığına göre ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı.

Kapının her çalınışında koştum.

Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı.

O gün onları giymedim.

Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim yeni ayakkabılarımı.

Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor, yere koyuyor, yukarıdan, yandan, önden bakıp duruyordum.

Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin karanlığında kim bilir kaç kez okşadım.

Uyku girmedi gözüme.

Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda sandalyede oturuyordum.

Ayakkabımı babam giydirdi.

Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım, dardı ve canımı yakmıştı.

Ama bunu babama söylemedim. O ''Sıkıyor mu?'' diye sordukça ''Biraz' cevabını veriyordum.

''Dar, ayağımı acıtıyor'' desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı

yapması imkansızdı.

O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.

Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu.

Dişimi sıktım.
Doğrusunu isterseniz yaşam dar ayakkabıyla yürümektir.

Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş...

Kimi zaman bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre, kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir...

Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, akrabalıklar, beraberlikler dar ayakkabıya dönüşür.

Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.

Kimi zaman mutlu gözüken bir beraberliktir..

Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık...

Canınız yanar.

Topallaya topallaya gidersiniz.

Sonradan öğrendim yaşamın dar ayakkabıyla yürüme sanatı olduğunu...



Alıntı

Bir Kedi Yavrusunun Düşündürdükleri !  

Posted by Tespih Taneleri... in








"Geçenlerde yağmur çiselerken Esentepe'de Holding binası önünde akşamüstü yoğun trafikte bir araba yol ortasında durdu ve dışarı çıkan kırk yaşlarında bir adam yandaki arabaya el işareti yaparak durdurdu. Durdurduğu arabayı bir kadın kullanıyordu. Trafik tıkandı ve arkadaki arabalar koro halinde korna çalmaya başladılar.

Adam neye kızmıştı ve arabasından fırlayarak geldiğine göre acaba kadına ne yapacaktı? El kol hareketleri yaparak kadının olduğu yerde durmasını istiyordu. Daha sonra arabanın önüne gitti ve eğilerek aşağıya baktı. Sonra kendi arabasının önüne gitti ve eğilerek kendi arabasının altına baktı. Acaba bunlar çarpıştılar da ben mi görmedim; adam hasar tespiti mi yapıyor, diye düşündüm.


O sırada benim bulunduğum arabayı kullanan arkadaşım Yavuz, "Ya, bravo adama. İyi ki o gördü!" dedi.

Tam o sırada bir kedi yavrusunun korkak ve çaresiz miyavlamasını duydum. Adam kedi yavrusunu yakalamaya çalıştıkça kedi korkuyor ve arabanın tekerleklerinin tam ortasına doğru gidiyordu. Yükselen korna seslerine hiç aldırış etmeden adam kedi yavrusunun peşine düştü. Çevredekiler toplandılar ve durumu anladılar ve herkes çözümün bir parçası haline geldi. Tam bir ekip anlayışı içinde herkes hedefe odaklandı, bazı arabalara, "Sen hafif ileriye al, yavaş yavaş git; sen kıpırdama," denerek kedinin etrafında bir çember oluşturuldu. Bu sırada korna sesleri azalmaya başladı ve bir süre sonra tamamen durdu.
Nihayet biri kediyi yakaladı ve orada duran bir esnaf kediyi onun elinden aldı; her ikisinin de yüzünde gülümseme vardı. Esnaf kediye bir şeyler söyleyerek aldı götürdü.

Trafiği kesen adam arabasına binerek yoluna devam etti; biz de yolumuza koyulduk trafik açıldı. İçimde hoş bir duygu oluştu.
Yavuz'a sordum, onun içinde de adını koyamadığımız hoş bir duygu vardı.
 "İyi" bir şey olmuştu. "Kötü" bir şeyin olması engellenmişti. Memnunduk.
Kaç gündür bu hoş duygunun adını koyamıyorum ama sürekli beni düşündürüyor; aslında düşünmüyorum, her halde daha doğru bir ifade, "sürekli içimde öylesine oturdu duruyor," demek olur.

Olan "iyi" şey neydi?

Biliyorum ben duygusal bir adamım ve kolayca etkilenirim; o nedenle gençliğimde bazı ortamlarda bu yönüm alay konusu olmuştur. Duygusal bir tavır mı söz konusu?
Ama benim ve Yavuz gibi oradaki herkes elde edilen sonuçtan mutluydu ve hep birlikte kendiliğinden oluşan bir ekibin temel duygusu "iyi" bir iş yaptıklarıydı. Bu paylaşılan bir duyguydu.

Peki, "iyi" bir şey yaptığını düşünen bu insanların hoş duygularının temelinde ne yatıyordu?
İçimde sürekli oturan bu olay beni niye bu kadar etkiledi ve bu duygunun temelinde ne var?
Bana göre bir "can" kurtarılmıştı. Oradaki diğer "can"lar elbirliğiyle çaresiz, korkmuş, kendini tehlikeli bir ortamda bulan ve ne yapacağını bilemeyen bir "can"ı fark etmiş ve kurtarmışlardı. Doğrudan kendine hiçbir çıkar sağlamayan ama evrenin tümüne yönelik yararlı bir şey yaptığı zaman insan "iyi" bir şey yaptığını hissediyor ve içini hoş bir duygu kaplıyor.
Bu duygu davranışı yapan, o davranışın bir parçası olarak ekipte yer alan insanlarda daha güçlü olsa gerek; ama o olaya tanık olan insanlarda da, örneğin ben de ve Yavuz'da da oluştu.

Bu olay üzerinde daha sonra düşündüm ve o ortamda paylaşılan bir değerin var olduğu kanısına ulaştım. Var olan ve paylaşılan değer "can"dı, "yaşam"dı.
"Canın yaşamı" korunmaya, kurtarılmaya, zahmete girmeye değer kılınmıştı.


Düşündükçe şunun farkına vardım; can bir değer olmaktan çıkarsa zamanla hayatta mevcut her şey anlamını kaybeder: aileler, çocuklar, eğitim, okullar, meslekler, işler, eğlence yerleri, hepsi anlamını kaybeder. Ve şunun da farkına vardım: canın büyüğü küçüğü veya türü yok; can candır. Canı önemsemek yaşamı onaylamaktır.


O gün birbirini tanımayan sıradan insanların kendiliğinden elbirliğiyle bir canı kurtarması içimde çok hoş duygular uyandırdı. O gün orada "iyi" bir şey yapıldı. Bir kedi yavrusunun canını önemseyen insanlarımıza kendimi çok yakın hissettim, onlarla aynı ülkenin çocuğu olmaktan gurur duydum."

Doğan Cüceloğlu


:)))

Cuma'nin kiymetini bilenlere !  

Posted by Tespih Taneleri... in



Biz ne biliriz ki Cuma nedir?

Cuma'yi kilarken sahabe-i Kiramin sevincten gozleri dolardi...

Ve korkudan tir tir titrerlerdi...

Ama bu oyle bir korkuydu ki tarifsiz

Bir daha ki Cuma'da olamamanin korkusu !

Olumun degil bir daha Cuma'yi yasayamamanin korkusu,

Cuma namazina gelememenin korkusu idi...

Biz ne biliriz ki Cuma gunleri cami onlerinde meleklerin bekledigini...

Ve Cuma'ya gelenlerin isimlerini gumus kalemlerle defterlere yazildigini...

Cumlemizin bu mujde ile mujdelenmesi umidi ile...

Cumaniz mubarek olsun...


Telefonuma  bugun gelen ve benimde gozlerimin dolmasina sebeb olan bu mesaji sizinle paylasmak istedim... Dualariniz da beni de unutmayin..:))

Böyle Hanıma Can Kurban  

Posted by Tespih Taneleri... in




Kapının tokmağı müjdeli bir haberin elçisi gibi hızlı hızlı vuruyordu. Ev sahibi koşarak kapıyı açtı, karşısında duran Rabbimiz (c.c)’in sevdiği, seçtiği, apaçık mucizelerle desteklediği, rahmet peygamberi Musa (a.s)’dı. Ve bir haberle kapıya gelmişti. Ev sahibi şaşkın bakışlarını bir kenara bırakıp kutlu misafiri içeri davet etti. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Acaba Alemlerin Rabbi’ni üzecek bir davranışı mı olmuştu? Musa (a.s) konuşmaya başladı:

- Hak Teâlâ buyuruyor ki: ”Kuluma var, benden selam et. Ömrünün yarısını fakirlik, yarısını da zenginlik olarak takdir ettim. Sor bakalım, fakirliği mi önce ister yoksa zenginliği mi?”

Zavallı adamın şaşkınlığı sevinçle karışmış, ne diyeceğini bilememişti. Kendisini toparlayıp Musa (a.s)’dan izin isteyerek hanımına danışmaya gitti. Neticede bu hayatı birlikte yaşayacaklardı. Ailesi, Allah’ın peygamberi Hz. Musa’nın evlerini şereflendirmesinin sevincini yaşarken aynı zamanda da bu ziyaretin sebebini merak ediyordu. Sevinç ve hüzün, korku ve ümit arasında bekleşirken kocasının yanına geldiğini fark etti. Adam Hz. Musa’nın sözlerini aynen hanımına anlattı, zenginliği mi yoksa fakirliği mi önce istediğini sordu.


Kadın hiç düşünmeden,
-“Zenginliğin önce olmasını tercih et.” dedi. Adam;
-“Hanım, şu anda gücümüz, kuvvetimiz yerinde, az da olsa çalışıp kazanıyoruz, gençlikte sıkıntılara katlanmak daha kolay olur. İhtiyarlık zordur, ele güne muhtaç olmayalım. Fakirlik gençliğimizde, zenginlik ahir ömrümüzde olsun” dedi.

 Kadın:
-“Bu konuda sen beni dinle” diye kararında ısrar etti. Adam, Musa (a.s)’ın yanına dönerek:
_ “Ey Allah’ın Peygamberi! Biz senden öğrendik ki varlık zor bir imtihanmış. Ona sahip olanlar “Mallarınız ve evlatlarınız sizler için bir imtihandır” ayetini unutarak benlik tuzağına düşüyor, Rabbini unutuyormuş. Biz ömrümüzün ilk bölümünde zenginliği istiyor ve şükreden bir kul olmayı diliyoruz. Son nefesimizi de mahzun ve fakir bir insan olarak vermek istiyoruz ” dedi.


Musa (a.s) bu kulun isteklerini Allahu Teâlâ’ya arz etmiş, Rabbimiz bu dileği kabul buyurmuş ve o günden sonra beklenmedik bir şekilde zengin olmuşlardı. Adam kendisine bahşedilen bu malı Rabbimizin bir emaneti olarak görüyor, asıl zenginliğin biriktirmek değil infak etmekte olduğunu biliyordu. Hanımının da teşvikiyle ailesine ne alırsa ihtiyaç sahiplerine de bir o kadar alıyor, fakiri doyuruyor, yoksulu giydiriyor, böylece malını da ömrünü de bereketlendiriyordu.Aradan yıllar geçti, hayatın baharı sonbahara meyletmeye başladı. Ancak bu mutlu ailenin yaşayışında değişiklik olmadı. Beklenen fakirlik gelmedi. Varlık ve nimet içinde devam ediyordu ömürleri. Sonunda dayanmayıp Musa (a.s)’a sordular.


- “Ya Musa! Ömrümüzün baharı geçeli çok oldu, ihtiyarladık artık, hani yaşamımızın diğer yarısında fakirlik gelecekti?” Musa (a.s):

- “Rabbime sorayım” dedi. Birkaç gün sonra da cevabı getirdi:

- “Ey Allah’ın halis ve cömert kulları! Rabbim merak ettiğiniz konu ile alakalı şöyle buyurdu:
- “Ya Musa! İzzetim hakkı için madem ki o kulum benim verdiğim nimeti sadece kendi nefsi için harcamadı, razı olayım diye tasadduk etti, Zatımdan gafil olma korkusu çekti, ben de bundan sonra fakirlikle geçireceği ömrünü zenginliğe tebdil ettim.” buyurdu.Rabbimizin kendisine sunduğu aynı zamanda imtihan olan dünya nimetini hanımının da ferasetiyle kendisi için hayra çevirmeyi başarmıştı. Böylece bu dünyada Rabbimizin rızasına ve iltifatlarına nail olmuş hayırlı bir kul olarak maddi nimetler içinde güzel bir ömür yaşadı.

Fatma Betül Özüer




İnsan, Boşanma Niyetiyle Evlenir mi?  

Posted by Tespih Taneleri... in






İki farklı insan, aynı odadayız…

Birbirimizi daha önce hiç tanımadık

Görmedik, bilmedik, bilgi toplamadık. Kaderin cilvesi işte!

Birkaç metrekarelik alanda,

Dipdibe oturmaktayız.

***

İki farklı insan, aynı odadayız…

Asla tesadüf değil!

Yolculuğumuz, bir araya gelmemiz için vesile.

Onun da bu yolculuk için gerekçeleri var elbette.

Sonradan öğrendim ve hüzünlendim

Derdini paylaşsa, akan su buz kesilir.

***

 

İki farklı insan, aynı odadayız…

Anladım ki bayanların ruh dünyası pek değişmiyor

O da benim gibi hassas ve duygusal

Ama aldığı darbeler nedeniyle bir o kadar tedbirli

Geçen zaman, canını çok acıtmış olsa gerek

Gülümsediğinde dahi göz bebeğinde hüzün gizli.

 
İki farklı insan, aynı odadayız…

Kuşbakışı!

Evet, evet!

Kuşbakışıyla gözlem yapıyoruz.

Fazla yakınlaşmadan, sınırları ihlal etmeden

Çaktırmadan, göz ucuyla birbirimizi inceliyoruz.

***

İki farklı insan, aynı odadayız…

Kaygılarımız var!

Acaba televizyon izler mi?

Kanal değiştirsem kızar mı?

Bu ses, onun için yüksek mi?

Oooohhh! Say say bitmez, onlarca soru cümlesi!

***

İki farklı insan, aynı odadayız...

Cümleler ‘Tamam!’ ve ‘Peki!’ şeklinde

Yani kısa ve yüzeysel

Sözcüklere fazla anlam yüklememeli

Birini tanıma aşamasında kelimeler,

Her daim KİFAYETSİZ!

***

İki farklı insan, aynı odadayız…

Yüzümüzde kocaman bir soru işareti asılı dursa da

Hiç sormadık, soruşturmadık

Medeni hâlimizi, mesleğimizi, ailemizi

Ve her şeyden önemlisi…

Nereden geldiğimizi?

***

İki farklı insan, aynı odadayız…

Garip bir duygu bu!

Birbirimizden çok uzaklardayken

Hayat, bizi ansızın yan yana getirdi.

Geçmişe ve geleceğe dair düşünceler


Ve tüm bireysel alışkanlıklar, bir köşeye itildi.

***

İki farklı insan, aynı odadayız...

Anladım ki bir yabancının yanında yaşarken

Akıl ve gönül birbiriyle çelişiyor

Zihnimiz ‘Acaba’larla yön bulmaya çalışırken

Gerçeklerle köşe kapmaca oynuyor.

Amma velâkin önyargılar, tahtını kimseye kaptırmıyor!

 

***


İki farklı insan, aynı odadayız…

Yolculuğumuzun istikameti belli,

Ve varış noktamız da!

Merak ediyorum…

Birbirimizi yıllar öncesinden tanısaydık eğer

Akışta ne değişecekti sanki?

 

***

 

İki farklı insan, aynı odada!

Düşünüyorum da…

Evlilik de bir nevi hayat yolculuğu ise eğer

Ortak çatının altında,

Ve birçok noktada,

Benzer durumlar geçerli değil mi?

 

***

 

İki farklı insan, aynı odada!

Sosyal ortamdaki duruşlar, bizi yanıltıyor

İnsanların ev hâli, dışarıdan göründüğü gibi değil.

Zaten başka açıklaması olabilir mi?

Günümüzde bunca boşanma dilekçesi verilirken

Sormadan edemiyorum;

İnsan, yuvasını yıkmak üzere evlenir mi?

Melda Bekcan




































































































İDARE EDEMEM ÇAĞI :(((  

Posted by Tespih Taneleri... in




Günümüz insanı neden yalnız? Gözü mükemmelde olduğu için değil mi?
Sanki kendimiz kusursuzmuşuz gibi. Kendi kusurumuzu görmekte kör, başkalarının kusurunu görmekte gözlerimiz radar gibi çalışıyor. Övünüyoruz “Gözümden bir şey kaçmaz.” diye. Oysa iyi bir şey değil. Hata bulmayı, laf yetiştirmeyi, eleştirmeyi, söz altında kalmamayı bir erdem zannediyoruz.
Herkes değişsin ve bizim kafamızdaki kalıplara uysun istiyoruz. Uymayanı hemen hayatımızdan silmek istiyoruz. Oysa Rabbimiz gözlerimize kapak yapmış, görmememiz gerekenler olduğunda kapatalım diye.İnsanları hataları ile kabullenip, sevemiyoruz. "İdare etmek" diye bir deyim var. Şimdilerde internette dalgası geçilen. İdare etmek, insan ilişkilerinde çok önemli bir meziyettir. Şimdiki neslin pek bilmediği bir erdem. “Biz neleri idare ettik!” diye övünürdü yaşlılar.Eskiden hatalar görmezden gelinir, örtbas edilir, herkes birbirini idare ederdi. Karı koca birbirini, komşu komşuyu, akraba akrabayı, kayınvalide gelini…İdare etmek “aptallık” gibi görünüyor artık. “İdare edemem” diye bağırıyor reklamlarda kadın, eskiyen eşyaları için. Beynimizde dönüyor dönüyor dönüyor…“İdare edemem” sloganı. Bir tek eşyaları değil, hiçbir şeyi idare edemiyoruz. Varlığı idare edemiyoruz, yokluğu idare edemiyoruz.

İDARE ETMEK BİR SANATTIR

"İdare etmek" bir sanattır aslında. El sanatlarının pek çoğunu kaybettiğimiz gibi akıl sanatlarının çoğunu da kaybettik. Beynimiz de makineleşti. Zeki insan çok; ama akıllı insan az.Yeni nesil çocuklar çok zeki; ama çoğu aptal. “Şimdiki çocuklar çok zeki.” diye övünüyoruz. Evet bu zeki çocukların çoğu mutlu olamayacak maalesef. Çok başarılı olacaklar belki; ama mutlu olamayacaklar.


ZEKİ İNSAN DEĞİL AKLINI KULLANAN MUTLU OLUR

Zeki insan değil, aklını kullanabilen insan mutlu olur. Zeki çocuklar teknoloji ile ilgili bir sorun olduğunda çabucak çözecekler; ama hayatla ilgili bir sorun olduğunda tökezleyip kalıverecekler.Ve onları biz bu hale getiriyoruz. Düşünme yeteneklerini geliştirmiyoruz. Her şeyi önlerine hazır sunuyoruz. Hep almaya alıştırıyoruz, onlar da düşüncesiz ve bencil oluyorlar. Beş yaşındaki çocuğun gözünden hiçbir hata kaçmıyor; fakat hiçbir iyiliği görmuyor. Onun için yapılan iyilikler zaten yapılmalı, yapanlar mecbur. Eskiden beş yaşındaki çocuk, küçük kardeşine bakarmış. Gezdirir, yedirir, ağlarsa susturmak için uğraşırmış. Anne doğurur; önceden doğan çocuklar büyütürmüş.
Şimdi ise bir kaç çocuk sahibi aileler, çocuklarını nasıl idare edeceklerini bilemiyorlar; akıllarını kaçırma durumuna geliyorlar. “Anne yaa kızına baksana, baba yaa oğluna bir şey desene.” Sanki çocukların birbirleri ile kan bağı yok. Ne küçük kardeş büyüğü, ne büyük kardeş küçüğü idare ediyor. Ne kız kardeş erkek kardeşi ne de erkek kardeş kız kardeşi.

KENDİMİZİ DE İDARESİZ KULLANIYORUZ

Çok eskiye gitmeye gerek yok; bundan on yıl önce bile kalem, defter, silgi idareli kullanılırdı. Şimdi ise bir yıl önce, yarısı bile kullanılmamış defterler, çöpe gidiyor. Çünkü çocuklar idare etmek istemiyorlar. Giysiler zaten daha eskimeden atılıyor.Kendimizi de idaresiz kullanıyoruz. Her şeyi dert edip üzülüp erkenden tüketiyoruz. Kader yokmuş gibi yaşamaya çalışıyoruz.Bencilliğimiz arttıkça, idare etme duygumuz köreliyor. Nefsimizi idare edemiyoruz ki başkalarını idare edebilelim. Her arzumuz yerine gelsin istiyoruz.İşe önce nefsimizi idare ederek başlamalı değil miyiz? Yemede içmede keyif almada…İşimizi ya da eşimizi bırakıp beş dakika diye oturduğumuz bilgisayarın ya da televizyonun başından iki saatte kalkamıyorsak, önce kendimizi idare etmeyi öğrenmemiz lâzım, sonra başkalarını belki de.

Sema Maraşlı
 

Kendinizden Aşağıda Olana Bakın !  

Posted by Tespih Taneleri... in




“Kendinizden Aşağıda Olana Bakın!”
Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Dünyâ hayâtında insanların maîşetlerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için de, kiminin maîşetini ötekine üstün kıldık. Rabb’inin rahmeti, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.”

(Zuhruf, 32)

Rasûlullah (sav) buyurdular:“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin! Böyle yapmak, Allâh’ın, üzerinizdeki nîmetini küçük görmemeniz için gereklidir.”

(Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8)
Hayatımızın huzûru, mevcûd taksîmin hakkımızda hayır olduğu inancını yaşamamızdadır. Kahır gibi görünen çok hâdiseler vardır ki, neticesi lütuftur. Arkası cennet olan fakîrlik gibi...

Kimler Dost Olur Bilir misin?  

Posted by Tespih Taneleri... in



 
Bak dostum!

Cahil ile dost olma:

İlim bilmez, irfan bilmez, söz bilmez; üzülürsün....

Saygısızla dost olma:

Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün.

Aç gözlü ile dost olma:

İkram bilmez, kural bilmez, doymak bilmez; üzülürsün,

Görgüsüzle dost olma:

Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün.

Kibirliyle dost olma:

Hal bilmez, ahval bilmez, gönül bilmez; üzülürsün.

Ukalayla dost olma:

Çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün.

Namertle dost olma:

Mertlik bilmez, yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün.

— İlim bil, irfan bil, söz bil.

— İkram bil, kural bil, doyum bil.

— Usul bil, adap bil, sınır bil.

— Yol bil, yordam bil.

— Hal bil, ahval bil, gönül bil.

— Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma.

— Mert ol, yürekli ol.

— Kimsenin umudunu kırma.

Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana.

Rabb'ul alemiyn hayirli insanlarla karsilastirsin cumlemizi insallah...

Hayirli Cuma'lar...

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz