Bir İnsanı Tanımak...  

Posted by Tespih Taneleri... in




Dünyanın içinde, insan sayısı kadar dünya daha var. Bu dünyaların her biri soru işareti olarak karşımızda duruyor. Sözgelimi ağaçları tanırsınız; çiçek açar, meyve verir, yaprak dökerler. Peki, bir insanı tam manasıyla tanımak mümkün müdür? Yıllarca beraber olursunuz da, sonra öyle bir şey yapar ki, şaşırır kalırsınız. Yazık dersiniz, tanıyamamışım.

Biliyoruz ki, hiç kimse kendisini sonuna kadar saklayamaz. Bir gün, gerçek mizacını mutlaka ele verir. Sarımsağı gelin etmişler de, kırk gün kokusu çıkmamış. Devamı yok.

Çok sayıda güzel insan tanıdım, fakat ne kadar tanıdım, işte orasını bilemiyorum. "Başkalarının derinliği" diye bir şey var. O sularda yüzüyor veya yüzmeye çalışıyor, lakin derinliğini göremiyorsunuz.

Orhan Okay, hocası Nurettin Topçu'yu anlatırken, "hiç olmazsa tanıyabildik mi" diye sorup devam eder: "Onda anlamakta güçlük çektiğimiz, yaklaşamadığımız bir taraf vardı." (Silik Fotoğraflar, Sayfa 25) Galiba böyle. Bir noktadan sonra, insana yaklaşmak pek mümkün olmuyor. Hele büyük insanlara, hiç.

Denilir ki, bu dünyanın en güzel iki kokusu, bebek ve eski kitap kokusudur. Bunlara, dost kokusunu da ilave etmek isterim. Sözgelimi, Muzaffer Serkan Aydın'la karşılaştığımız vakit, ondan gelen dost kokusunu hemen aldım. Bu kokuyu gördüm bile diyebilirim. Burada, belki de bir ilhamdan veya yüksek kaderden bahsediyoruz. Fakat çoğu zaman, hatta her zaman, işler ve ilişkiler bu denli kolay yürümüyor. Süheyl Ünver'den ödünç alarak, 'yüksek kader' deyişim bundan.


Dost kokusuna rağmen, Muzaffer Serkan Aydın'ı ne kadar tanıyorum, tanıyabildim? Elimde, ipucu olarak, sadece şu söz var: İnsan, taştan pek, gülden naziktir.

Bir insanla tanışmak, tanış olmak, hatta onu anlamak; o insanı tanımak anlamına gelir mi? Elbette gelmez.

Sufiler, "ilk hatır önemlidir" der. Şimdilerde buna, "izlenim" diyoruz. Dünyanın hatır üzerine kurulu olduğunu düşünürsek, izlenim, bir anda anlamını yitiriyor.

O ilk karşılaşmada, gözümüzün tutması, birinci şarttır. Göz tutar, gönül ısınır. Öte yandan, ilahi ölçü, kırkta birdir. Muhtemelen, kırk kişiyle tanışıyor, bir kişiyle dost oluyoruz. "Bir gül için bin dikene su vermek" gibi bir şeydir bu...

Sonuç itibariyle, dost da olsanız, kırk yıl birlikte de yaşasanız, bir insanı ne kadar tanıyabilirsiniz? Artık çözdüm, bütün hususiyetlerini biliyorum, diyebilir misiniz? Kendi adıma, evet, diyemem. Tanıdığımızı sandığımız kişiyi bazen tanımakta zorlanırız ya, aslında bu, bütün meselenin özüdür, özetidir.


Biz şehirliler, her sabah, sivri uçlu insanlar olarak evden çıkıyor ve akşama kadar birbirimizi acıtıp duruyoruz.

İnsan olmanın basit ve ince özellikleri bile, artık meziyet sayılıyor. Böyle bir devirden geçiyoruz. İnsan ilişkileri dahil, her şey doğal mecrasından, yani aslından uzaklaşıyor. Adeta, hep birlikte yalnızlık çekiyor; toplu bir burukluk yaşıyoruz. Hayatımıza her gün yeni insanlar giriyor ve hızla çıkıp gidiyorlar.

Hesaplar ve hayatlar günübirlik olunca, öncelikler sıklıkla değişince, ilişkiler de uzun soluklu olamıyor. Bir insanla kalbî münasebet kurmak, neredeyse mucizelere kalmış görünüyor.

Yunus Emre, "Derya benim katremdir / Zerreler umman bana" diyor. İnsanın derinliğini yahut karmaşasını, bu dizelerden daha iyi ne anlatabilir?

Evet, insan kısım kısım, yer damar damar. İnsanları yakından tanıdıkça, kiminin altını, kiminin üstünü çizmek zorunda kalıyoruz. Aslına bakarsanız, 'yakından tanımak' da meseleyi çözmüyor. Birlikte olduklarımızla ilgili bunca şaşkınlığı, bunca üzüntüyü, onları yakından tanıdığımızı sandığımız için yaşıyoruz.

Belki de bundan dolayı, hiç kimseyi yakından tanıdığımı iddia edemem, edemiyorum. Sadece kendimi tanımaya çalışıyorum. Henüz ciddi bir gelişme kaydettiğimi söyleyemem.

Ne yazarsak yazalım, eksik kalıyor, yeterli olmuyor. Tesellim ise şu: İnsanları tanımak da ancak bu kadar olabiliyor.


İbrahim Tenekeci

Adam Olmak İsteyen Bir Gence...  

Posted by Tespih Taneleri... in




O kadar doğru ve dürüst olmalısın ki, yamuklar, eğriler, sahtekarlar sana deli desinler.

Haram yemekten o kadar korkmalı ve kaçınmalısın ki, haram yiyenler sana mecnun desinler.

Öylesine iffetli olmalısın ki, iffetsizler, namussuzlar, hayâsızlar sana enayi desinler.


O kadar çalışkan olmalısın ki, bilcümle tembeller ne oluyor sana, nedir bu kadar çalışkanlık ve gayret, keyfine baksana, hayatını yaşasana biraz desinler.


Sana kötülük edene iyilik yap, bırak sana deli desinler.


Kalbinde kin ve intikam duyguları besleme. Kin ile din bir arada olmaz.


Kendi ayıp, kusur ve günahlarına bakmaktan başkalarınkileri göreme.


Bulursan dağıt, bulamazsan şükr ve sabr et.


Sakın cahillerle tartışma, uzaklaş onlardan.


Parayı, menfaati, ünü, alkışı sevme, bunlar seni feci şekilde yakar.


Kafirlerden, münafıklardan, mağrurlardan, ehl-i dünyadan uzak dur.


Aynaya bak, sana büyük zarar veren en azılı düşmanını göreceksin.


İbadet et ama onlarla övünme, gururlanma, 'ucba düşme.


Allah ile yapmış olduğun ahd ü misakı hiç unutma ve ona sadık kal.


Peygambere (Salat ve selam olsun ona) biat ve itaat et, onunla irtibatlı ol.


Dua ederken mü'minleri unutma, onların da kurtuluşu ve bağışlanması için yalvar.


Ölmeden evvel ölmeye bak.


Olamazsın ama olanca gayret ve cehdinle hiç olmaya çalış.



Mehmed Şevket Eygi


Yaktınız Kendinizi!..  

Posted by Tespih Taneleri... in





İslam'ı, İmanı, Kur'anı, Sünneti, Şeriat'ı, mukaddesatı alet ederek: Dünyalık elde etmeye, zengin olmaya çalışanlar... Dini alet ederek şahsî prestij, siyasî nüfuz devşirmek isteyenler... Ün, alkış, pohpoh peşinde koşanlar... Benliklerini, nefs-i emmârelerini tatmin edenler... Evet sizler sizler sizler!.. Geçici bir müddet başarılı olmuş gibi görünebilirsiniz, Muazzam miktarlarda zengin olabilirsiniz, Dünya emellerinize nail olabilirsiniz ama... Ama ama ama...

Cehennemî bir yolda olduğunuzu bilin... Başarılarınız, servetleriniz hep hederdir. Başarılarınız, zenginlikleriniz keramet değil, istidractır. İslam'a, İman'a, Kur'ana ihlasla hizmet edenler yücelir. Onları istihdam edenler (kendilerine hizmet ettirmeye yeltenenler) alçalır. Bütün ibadetlerde ihlas esastır. İhlassız ibadetlerin, yapana faydası olmaz. Namazlar, oruçlar, zekat, hac, umre, cihad, hayır hasenat, dine hizmet hep ihlasla, sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yapılmalıdır. Kur'an tefsiri, hadis şerhi ve tasnifi, fıkıh ve diğer dinî ve imanî kitaplar İslam'a hizmet için yazılmalıdır.

İbadet ve hizmetlerde ihlas temel şarttır."Allah dilerse bu dini fâsık ve fâcir kimselerle de te'yid eder..." Bir münafık, bir kafir de İslam'a hizmet edebilir.Lakin Müslümanın hizmetinde ihlas ile nifak bir arada olamaz. Camiler Allah rızası için yapılacaktır. Namazlara Allah rızası için gidilecek ve O'nun rızası için ibadet edilecektir. İbadetin içine "halk görsün, ne dindar desin" karışınca ihlas gider. Ey siz, zengin olmak için Kur'an tefsiri yazanlar!

Zengin olmak için hadis külliyatı hazırlayanlar! Halk sizin için "Ne yaman din alimiymiş bu!.." desin diye çalışıp çabalayanlar!.. Kendilerine "Bu ne büyük mücahit..." dedirtmek için sözde cihad yapan sahte mücahitler!..Ey eskiden cihad edebiyatı yaparken bugün mücahidlik postunu atıp müteahhit olanlar!.. Ey devşiriciler, ey gulülcüler, ey hortumcular, ey kara para zenginleri!..

Ey şöhret-i kâzibe sahipleri!.. Sizde hiç akıl, firaset, kiyaset, hikmet yok mu ki, kendinizi ateşin ortasına attınız?.. İşiniz zor sizin... Ateşe attınız kendinizi...



Mehmet Şevket Eygi

Derdimiz...  

Posted by Tespih Taneleri... in

 

 
Derdimiz yalnızlık değiL ya da baska bir sey, ALLAH'tan uzaklıktır... !


Müslüman'ın Vazifesi, Ümidini Her Şartta Korumaktır...  

Posted by Tespih Taneleri... in

 
 
 
Lahikalar, Said Nursi’nin talebelerine yazdığı mektuplardır. Mektuplarda üstad'ın hizmet metodu ve ilmî meseleler yer alır.
 
O zamanki talebeler bu mektupları, "Üstad bana ne diyor?" diyerek büyük bir dikkatle okuyorlardı. Bugünkü talebeler de bu mektupları, aynı şekilde, "Üstat bana ne diyor?" mantığıyla okurlarsa, çok istifade edebilirler. İşte bu mektuplardan birinde Said Nursi, buyuruyor ki: "Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar vermez. Sizler lüzumsuz onların dalaletiyle meşgul olmayasınız." (Emirdağ Lahikası)
 
"Öyle bir hayatın içinde yaşıyoruz ki, günahlar üstümüze hücum ediyor!" diyorlar. Firavun, Hz. Musa zamanında Musa aleyhisselam'a karşı çıkıp, onun tebliğ ettiği Tevrat'ı ortadan kaldırmayı ve insanların Tevrat'a değil, kendi sözlerine uymasını istedi. Firavun, Allah'a değil, nefsine tapıyordu; "Ben Rabb'ım." diyordu. Rab ve mürebbi aynı köktendir, terbiye eden demektir. Firavun, kendi ahlakını beğeniyor, "Benim terbiyemle terbiye olun!" diyordu.
 
Firavun isim değil, sıfattır. Müslüman için bütün mesele Firavun'u tespit etmektir. Bana göre bu zamanın Firavun'u "sosyal hayattır." Çünkü sosyal hayat Müslüman'ı zorluyor, "Bana uyacaksın!" diyor. Bugünkü sosyal hayat günümüz gençliğini bozmak için her şeyiyle seferber olmuştur. Nikâhsız birliktelikler, kahveler, barlar, müstehcen neşriyat, televizyon, internet, tabiatçılık... Bunlara ilave edeceğimiz daha pek çok şey, gençliği dininden, tarihinden, İslam ahlakından ayırmak için çalışmaktadır. Kimyada kıymetli cevherleri ortaya çıkarmak için "bileşikleri" ateşe atarlar. İşte bu yüzden Musa'lar Firavun'un fırınına düşerler. Firavun'u uzaklarda değil, tarih sayfalarında değil yakınımızda aramalıyız. İnsanın Firavun'u onun nefsidir. Çünkü nefis daima kötülüğü ister.
 
Peygamberlerin bütünü dalalete sürüklenmiş, dinden habersiz, ahlaktan yoksun insanların içinde vazifelerini yapmışlardır. Öyleyse bir Müslüman, kendisine ve çevresine bakıp da ümitsizliğe düşmemelidir!.. "Ben vazifeme bakarım!" diyebilmelidir.
Diyorlar ki: "Peygamber'deki irade bende yok!" Amma her insanda irade var. İnsan şahsi iradesiyle evine zarar vermiyor. Hastalanınca doktora gidiyor. Çoluk çocuğu için çalışıp çabalıyor. Menfaati için müdürüne itaat ediyor. Böylesine bir iradeyle insan, hayatını devam ettiriyor.
 
İnsan, aklını dinlese aklı ona der ki: "Ümidini kırmanın faydası yok." Kış mevsimi gelir. Ağaçlar yapraklarını döker, kurumuş dallar ayakta kalır. O dallar bekler. Bahar gelir. Kuru dallar yeşermeye başlar. Öldükten sonra dirilmeyi ispat ederler. Sonra meyve verirler. Bahçıvan da o ağaçlara hizmet eder. Ümitsiz olmaya gerek yoktur. Acemi kaptan karaya oturunca, deniz bitti sanmış. Bu onun yanlış yorumudur. Hayatın her türlü inişi, yokuşu, fırtınası, güneşi varsa; Allah'ın da hâkimiyeti var. Kökler, önüne taş çıksa, taşı parçalayıp yoluna devam ediyor. Böylece Allah bize "Ümitsiz olmayın. Vazifenize devam edin!" diye ders veriyor.
 
İnsanların çok bozulduğu bu devirde önemli olan insanın yaptığı işte ihlaslı olması, yani Allah'ı razı etme gayesiyle yanıp tutuşmasıdır. Bizim vazifemiz budur...
 

                                                                 Hekimoğlu İsmail

Bir Sinek Yüzünden...  

Posted by Tespih Taneleri... in ,

Yeşil sinek
SELMAN-I FARİSÎ, BİR GÜN, Hz. Peygamber’den işittiği bir meseli hatırlayıp:
“Bir sinek yüzünden bir adam cennete, bir başkası da cehenneme girmiştir” deyince, çevresindekiler:


“Bu nasıl olur?” diye meraklandılar.
Bunun üzerine, onlara şu meseli anlattı:

Vaktiyle, iki adam, putları olan ve onlara kurban takdim etmek istemeyen kimselere geçiş izni vermeyen bir kavimle karşılaştılar.
Kavmin insanları adamlardan birisine:

“Putlarımıza bir kurban takdim et!” dediklerinde, adam:
“Verebilecek hiçbir şeyim yok ki!” dedi.
Bunun üzerine:

“Bir sinek bile olsa yeter” dediler.
Adam da putlara kurban olarak bir sinek öldürdü. Adama geçit verdiler, yolunu serbest bıraktılar. Adam da bu fiili yüzünden cehennemi boyladı.
Kavmin insanları, diğer adama yönelip, ona da:

“Sen de bir sinek bile takdim etsen yeterlidir” dediler.
Ama bu yolcu:

“Azîz ve celîl olan Allah’tan başkasına hiçbir şey kurban edemem” karşılığını verdi.
Bunun üzerine, adamın boynunu vurdular. Ve o da bu yüzden cennete kavuştu.


                                                            Subhanallah, subhanallah, subhanallah...


                                                                         İsmail Örgen

Eşinin Huyunu Değiştirmeye Kalkmak!  

Posted by Tespih Taneleri... in

Sanırım genç evlilerin yaptığı en büyük hatalardan biri bu. Hissî, duygusal bir evlilik yapmışlardır. Eş olarak seçtiklerinin güzelliğine, zenginliğine vurulup diğer olumsuz yönlerini görmezden gelmişler, nasıl olsa değiştiririm demişlerdir.
Değişim bu kadar kolay mı sahi?
Evlendiği yaşa kadar belli bir eğitim ve aile disiplininden geçen gencin, eşinin istekleri doğrultusunda değişmesi mümkün müdür? Mümkünse ne kadar?
Peki ya değişmek istemiyorsa?



Değişmek istemeyen ve buna gayret etmeyene dışarıdan gelen müdahalelerin hiçbir etkisi ve faydası olmaz. Hatta bu değiştirme çabaları evde fırtına ve kasırgaların kopmasına sebep olur; ailenin huzur atmosferini olumsuz etkiler.


Kadınların erkeği değiştirme çabası erkekte şu düşünceyi doğurur:
“Ben yetersiz miyim? Eşim beni artık beğenmiyor. Eskisi gibi beni sevmiyor.”
Bu düşünceler, kendini değiştirmek bir yana, onu daha da huysuzlaştırır. Kendi hata ve kusurlarını düzeltmek yerine eşinin kusurlarına odaklanır.
Onu incitmeye, eleştirmeye, üzmeye başlar.
Aynı durum kadın için de geçerlidir.
Erkek kadını değiştirmek için çabaladığında, kadında şu fikir uyanır:
“Eşim beni artık olduğum gibi kabul etmiyor. Bir başkası mı var?”
Söz ve eylemlerimizin bizi hangi düşünce ve noktalara götürdüğünü görebilmeliyiz. Eşimizden önce kendimizi değiştirmemiz gerekir. Bu genel bir kaidedir:
Kendini değiştirmeyen, kendini ıslah etmeyen başkasını değiştirip ıslah edemez!
SÖZLERİNİZE DİKKAT EDİN

Kimi eşler, tartışırken diline gelen her şeyi söyler. Üstelik ses ayarını da yapmadan. Yüksek bir tonla konuşmak yerine daha yumuşak ve zarif bir üslûpla, tane tane konuşmalıdır.
Ayrıca eşler birbirini suçlayıcı ifadeler kullanmamalıdır. Zaten kim olursa olsun bu tarz ifadelerden rahatsız olur. Akıllı olan, eşini direkt olarak eleştirmez. Çünkü eleştiri bir şeyi beğenmediğimizin ifadesidir. Sürekli olarak eleştiriye maruz kalan taraf beğenilmediğini düşünür ve eşinden uzaklaşmaya başlar. Böylelikle eleştiri iyi niyetle yapılıyor olsa dahi amacına ulaşmaz. Çünkü yöntem yanlıştır.
Lâf çakmak da, yine kimi eşlerin sıkça uyguladığı tutumlardan biridir. Olumsuz sözler, bedduâ, küfür ise, çok ağır ve hiç hoş olmayan hallerdir. Dil yarasının geçmediğini unutmamalı. Daima müsbet, pozitif yaklaşım sergilemelidir.

                                                              Ali FERŞADOĞLU

Okuyalım Ama Nasıl? ACI Ama Gercek!  

Posted by Tespih Taneleri... in ,

 
 
 
Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakk celle ve alâ hazretleri, bilgili, münevver mü'minler topluluğunun meydana gelmesini istemektedir. İslâm'ın ilk emrinin "OKU" olması çok manidardır.

Okumak, öğrenmek, bilgilenmek, bilgileriyle amel etmek insanın:Düşünmek,  Aklını kullanmak, Tefekkür etmek,  Tezekkür etmek, Teşekkür etmek, İbret almak hususlarında ufkunu açar.

 
Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerîm'de Allah-u Teâlâ, çok bildiği halde yaşantısı bozuk olanları, Bel'am bin Bâûrâ'nın şahsında "sıcak bir günde dili dışarı sarkmış bir durumda soluyan itler"e benzetmektedir. (Araf Sûresi, Âyet: 176)
 
Kur'ân-ı Kerîm'de:
275 yerde:"Düşünmüyor musunuz?""Akıl erdirmiyor musunuz?" diye sorulmaktadır.
200 yerde:"Düşünmek ve tefekkür" emredilmektedir.
12 yerde:"Dolaşarak ibret almak" emredilmektedir.
670 yerde:"İlim ve ilme teşvik" vardır.
 
İmam Burhaneddin ez-Zernuci; ilmin faziletlerinden bahseden âyet ve hadisleri izah ederken şöyle demektedir:"İslâm dini ilim dinidir. Dünyada ilk okuma seferberliğini Kur'ân-ı Kerîm ilân etmiştir. Hepimizin bildiği gibi ilk emir "OKU" diye başlamıştır.
 
Bu sebeple Müslümanın birinci derece görevi, ilim öğrenmek ve yazı yazmak suretiyle kendisini cehalet karanlığından kurtarmaktır.
"Okur-yazar olmak insanın kendisini kurtarmasına yetmez; aksine cehenneme yuvarlanmasında önünü açabilir. Bugün devleti soyanlar, milleti hortumlayanlar okur-yazar takımıdır. Kötü yola düşmüş kadınların yüzde doksan altısı okur-yazardır. TV ekranlarında vücut sergileyenlerin üniversite talebesi veya mezunu; aynı zamanda bir kaç lisan bildikleri malumdur.
 
Keşke bu bahsettiğimiz zümre okur-yazar olmasalardı, daha iyi insan olabilirlerdi. Suç işlemezlerdi. Kendilerine ve başkalarına zararları dokunmazdı. "Türkücü, artist olacağım" diye evlerinden kaçıp batakhanelerde fuhşun kurbanı olan genç kızlarımız okur-yazarlıklarının kurbanıdırlar.
 
Ehl-i sapıklar aile mefhumunu dejenere ederek hedefe ulaşmak istiyorlar; hem de bizim okur-yazar takımının sırtına binerek.
Şöyle bir bakınız çevrenize. Rengârenk giysilerle, üryan vücutlarla etrafa caka satan kimselerin edep, imân ve ahlâk zinetinden mahrum olduklarını anlarsınız. Bu demektir ki, bu tür toplumlar okusa da ilimsiz, irfansız bilgilerle amellerini bozmuş toplumlardır. İnsanın iç dünyasında iman ve takvâ bulunmayınca, dış dünyası açılmış!
 
 İnsanî dereceden hayvanî derekeye/çukura yuvarlanmış.
Bütün ilimlerin gayesi Allah'ı bilmeye, emirlerini tanımaya, O'nun yaratıcılığını bilmeye ve O'nu tanımaya yöneliktir. Bu gayelerin dışındaki okumalar şeytana hizmetkârlıktır.
Burada sözü Yunus Emre'ye bırakmak en yakışanıdır:

"İlim elinde çıra,
Yak da Mevlâ'yı ara,
Bilmek olmak değildir,
Olmaya bak olmaya..."
 
Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer Sûresi, Âyet: 9)
sorusu bu gerçeğe işaret etmek için sorulmaktadır.


Mevlüt ÖZCAN

Kâinatin Merhametle Tecellisi Muhtesem!  

Posted by Tespih Taneleri... in

 
Her gece gokyuzunu, yildizlari ve ayi uzun uzun seyrediyorum. Kurban oldugum Mevlam nasil guzellikler yaratmis. O yildizlar nasil da yakismis gokyuzune. Pirlanta serpmis gibi siyah kadife bir kumasin uzerine...
 
Aya baktigim zaman da hep sahabe-i kiramin Efendimiz (sav) icin  "Gokyuzunde ay, yildizlarin arasinda nasilsa, Rasullallah'da (sav) bizim aramizda oyledir." dediklerini okumustum. Aklima gelir ve huzunlenirim. Ruyamda nasip olsa da bir kerecik gorebilsem diye... Kim bilir kendi ne guzeldi Mubarek (sav), kim bilir O'nu ve kainati bu kadar muhtesem yaratan Halik ne guzeldir...
 
Ey af ve mağfireti her zaman en güzel mertebede tecellî eden Erhamürrâhimîn,
Kâinat "Rahman Rahim olan Allah'ın Adıyla", Bismillâhirrahmanirrahim" ile başlar.
 
Kâinat ayetleri gibi Kur'an ayetlerini içeren sureler de Bismillâhirrahmanirrahim" ile başlar.
 
 Besmele, tüm âlemin ve Kur’anî hakikatlerin kilitlerini açan anahtardır.
Rahman ve Rahim olan Allah'ın merhameti, görünen ve görünmeyen her şeyde tecelli eder. Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatır, sınırsızdır, ezelidir, ebedidir.
 
Kâinattaki yaratılış mucizelerinden bedenimizdeki detaylara, hava, su ve tohuma, çiçeklere, böceklere kadar her yerde Allah'ın rahmetini görebiliriz. Hayat kaynağımız olan suyun akışkanlığının yüksek olması Rabb'imizin merhametindendir. Böylece vücudumuzdaki hücrelere oksijen, besin, enerji, hormon gibi yaşam için gerekli maddeleri taşıyan kan, kılcal damarlar içinde bile kolaylıkla taşınır.
 
Havadaki oksijen oranının %21 olması Rabb'imizin merhametindendir... Daha az olsaydı canlılar nefes almalarına rağmen boğularak ölürlerdi. Eğer % 21'den fazla olsaydı en ufak kıvılcımda dünya ateş topuna dönerdi. Tahta parçası görünümündeki tohumun içine ait olduğu canlının bütün özelliklerini kapsayan bilgileri kodlamış olması, Rabb'imizin merhametindendir. Allah, toprağa atılan o cansız tohumları Falik ismiyle yarar, canlandırır ve kusursuz güzellikleri, yararlı meyveleri, sebzeleri nimet olarak bahşeder.
 
Said Nursi kainattaki tüm nimetlerin veriliş gerekçesinin, Allah’ın, yarattıklarına olan şefkat ve merhameti olduğunu söyler. O halde Allah’ın isimlerinin kâinattaki tecellilerinin arka planında rahmet, şefkat ve merhamet bulunur. Şöyle der Said Nursi ;"Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede(gözle görünen), rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedâhe(açıkça), yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve, bir ağacın bütün heyetiyle(yapısıyla) meyvesine müteveccih (yönelen) olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine(yardımına) koşturan, bilbedâhe, rahmettir.
Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hâli âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede, rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzet eden ve ezelî ve ebedî bir Zâta muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, rahmettir."
 
Tüm kâinat Allah’ın merhametiyle rahmete kavuşur, hayat bulur, aydınlığa çıkar, şenlenir. Allah Halik ismiyle karanlığı yarar, Rezzak ismiyle yarattıklarını rızıklandırır,
Hafız ismiyle korur gözetir, Muhyi ismiyle can bağışlar, sağlık verir, diriltir, yaşatır,
Mucib ismiyle Kendisine yalvaranların isteklerini verir, icabet eder, Müheymin ismiyle kullarını gözetir ve korur, Mutahhir ismiyle kullarını şirkten, kötülükten, manevi kirlerden temizler, Müyessir ismiyle hayırda ve şerde kulunun yolunu kolaylaştırır, dinde kolaylık verir, hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemez,
Müzekki ismiyle her kusur ve ayıptan kullarını temize çıkarar, Nur ismiyle Alemleri nurlandırır, istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur yağdırır, Selâm ismiyle her türlü tehlikelerden kullarını selamete çıkarır, Şafii  ismiyle şifa verir, Şekûr ismiyle Kendi rızası için yapılan iyi işlere daha güzeliyle karşılık verir,
Tevvab ismiyle tevbeleri kabul edip günahları bağışlar. O Mevlâdır; müminlerin dostudur, onlara hayır yolları açan ve onları muvaffak kılandır. Vedûd’dur; iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdirendir. Vehhab’dır; bağışı çok olan, karşılıksız armağan edendir. Vekîl’dir; işlerini Kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temin eder. O Zulcelal-i Ve’l İkram’dır; hem büyüklük sahibi hem kerem ve ikram sahibi olandır. O merhamet edendir, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran, ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır, rahmet ve irade buyuran, sevdiğini sevmediğini ayırt etmeyerek sayısız nimetlere kavuşturandır; O Rahman’dır, Rahim’dir.
 
"Ey insan! Madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve medetkâr bir hakikat-i mahbubedir(sevilen gerçektir).
'Bismillâhirrahmânirrahîm' de, o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan(tam bir yalnızlık ve ürküntü halinden) ve hadsiz ihtiyâcâtın elemlerinden kurtul.
Ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şuââtıyla(parıltılarıyla) o Sultana muhatap ve halil ve dost ol." (14. Lem’a)
 
"Allah, kullarına karşı şefkatli olandır". İnsan Rabb'ine ne kadar yakın olursa, O'nun sıfatları da üzerinde o kadar tecelli eder.  İnananların şefkat ve merhameti Allah'ın merhametinin bir tecellisi olduğundan O'nun hoşnutluğunu gözeten bir merhamettir. Allah, Kendisine yakın olmayı içten arzulayan, azameti karşısında tevazu gösteren, itaat eden, gününü zikrine tahsis eden, şefkat ve merhamet sahibi kulunu izzetiyle korur, kendisi için karanlıkta bir nur, cehalette ilim yaratır.
(Ne guzelsin Sen Ya Rabbi!)
 
"... Çünkü O, onlara (karşı) çok şefkatlidir, çok esirgeyicidir." (Tevbe Suresi, 117)
"... O merhametlilerin (en) merhametlisidir." (Yusuf Suresi, 92)
 

Fuat Türker

Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Yükselen İnşaat Sektörü (!)  

Posted by Tespih Taneleri... in ,





Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:

"Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanında biz olduğumuz halde (gezintiye) çıktı. Derken, etrafındaki binalara rağmen (daha yüksek olduğu için) sivrilen bir kubbe görmüştü:

 "Bu da ne?" diye sordu mubarek. "Ensardan falancaya ait" dendi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sükut buyurdu, ancak binaya karşı içinden hoşnutsuz olmuştu.
 Bir müddet sonra, sahibi geldi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e cemaatin içinde selam verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yüzünü çevirdi ve selamını almadı. Tekrar tekrar selam verdi ise de aynı şekilde davranarak selamını almadı. Adam anladı ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine kızgındır ve yüz çevirmektedir. Durumu arkadaşlarına açarak: "Allah'a kasem olsun, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bakışını iyi bulmuyorum. Hakkımda ne olup bitti, bilemiyorum da dedi. Kendisine: "Gezinirken kubbeni gördü. "Bu kimin?" dedi. Sana ait olduğunu haber verdik" dediler.

Adam hemen dönüp, kubbesini yıktı, öyle ki yerle bir etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir başka gün yine gezintiye çıktı.
Kubbeyi göremeyince: "Kubbeye ne oldu?" diye sordu.
Kubbe sâhibiyle olup biten gelişmeler haber verildi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)

 "Bilin ki, zaruri olmayan her bina, sahibine bir vebaldir" buyurdu.

Ebu Dâvud, Edeb 169, (5237).

Istanbul'un cogu yerinde gozume civi gibi batan ve her gecen gun biraz daha yukselen binalari gorunce urperiyorum... Allah azze ve celle sonumuzu hayr eylesin diye soylenmekten kendimi alamiyorum... Hayatta her sey para midir? Bazi insanlarin daha cok para kazanma hirslari yuzunden  guzelim Istanbul'umuz tas yigini haline geldi... Anlamadigim neticede ne kadar malin mulkun olursa olsun birakip gitmeyecek misin? Deger mi peki? Eskiden Istanbul daha guzeldi... Bu kadar modern degildi belki yollar, binalar ama daha sade daha samimiydi sanki...
 
Seneler evvel  henuz  tasinmadan  babamla Istanbul'a seyahat ederdik, is dolasiyla... Babam marmara universitesi dis hekimligini okudugu sirada Nisantasin'da oturmus... Labaratuarda ordaydi. Buraya malzeme almaya her geldiginde, benide yaninda alirdi. Isi bitince Istanbul'u  karis karis gezdirirdi. Uzun uzun anlatirdi her semtini, dinlemeye doyamazdim... Buraya tasinacagimizi soylediginde o kadar mutlu olmustum ki , sabirsizlikla nerde oturacagimizi sordum. :)
Tabi ben o kadar gezmisim, Istanbul'da ne evler gormusum, acaba bizim ki nasil diye meraktan oluyorum. Allah'im o gunu hic unutamam; babam bana oturacagimiz binayi gosterince oyle bir tepki vermisim ki adamcagiz ne yapacagini sasirdi. ''Baba bizi ve bu kadar insani su kucucuk tuglalar  ve uc bes demir mi tasiyacak?'' demistim sekiz katli bir bina ve biz dorduncu katta oturacagiz...
O zamanlar bu kadar cok bina yoktu istanbul'da ve bizim Mardin Midyat'ta evlerimiz tastan yapilmis evlerdi, her bir tas nerdeyse bir metre, yedi, sekiz odali avlulu evler... Buradaki yapilar bana cok basit geldi..:) Annem de canim cok sasirmisti nasil evler bunlar diye...

 Uzun zaman korkuyla yasadigimiz o evde bir muddet sonra burdakiler gibi bizde alistik, daha dogrusu gozumuz alisti.. Kabus gibi her gecen gun yukselen binalari sadece seyrediyorum ve uzuluyorum o kadar elimden malesef baska bir sey gelmiyor, bunlari yapan insanlari hem doganin, hem cocuklarin hem de Istanbul'un dusmanlari olarak goruyorum..
Tabi artik bir kabullenmislik de var malesef..

 Allah sonumuzu hayr etsin insaallah...

Evlat Terbiyesinde Aşamalar  

Posted by Tespih Taneleri... in




Evlatlarımızın islam ahlakı ile yoğrulması, dünya ve ahiret saadetimiz için en ehem meselelerdendir. Bu hususta ebeveyn, bilgili olup ne zaman nasıl davranması gerektiğini çok iyi idrak etmelidir. Özet olarak 4 dönemde irdelediğimiz çocuk ahlaki gelişimini şöyle sıralamak mümkün.

1- Telkin Dönemi: 0-6 Yaş

2- Teşvik Dönemi: 7-10 Yaş

3- İkaz Dönemi: 10-14 Yaş

4- Musamaha Dönemi: 14- ..

Telkin Dönemi:

En önemli temel telkindir. Çocuğun kulağına ezan ve kamet okunması. Konuşmaya başladığında "La İlahe İllellah" kelimei tevhidini söyletmek. Abdest alırken onu yanına alıp göstermek.


Teşvik Dönemi:

 Bu dönemde çocuk namaz kılmaya özendirilir. Doğru davranışlar ile yanlış davranışlar ifade edilir. Az yemek yemeye ve arkadaşlarıyla paylaşmaya ikna edilmesi, oturarak su içilmesi, hadi gel 1 Fatiha, 3 İhlası Şerife okuyalım abdest alalım gibi teşvikler ile alışkanlıklar kazandırılabilir. Erkek çocuklar babalarıyla, kız çocuklar anneleriyle abdest almalıdır. Yemeğe besmele ile başlamak, yemekten sonra dua etmek, yemek tabağını sünnetlemekte bu dönemde kazandırılması gereken davranışlardandır.


İkaz Dönemi:

Ergenlikten önceki son virajdır. Burada çocuk yavaş yavaş aile otoritesinden kurtulmaya başlar. Kendi başına hareket etmeye özenir. Bu dönemde biraz disiplin gösterip, Namazını kıldın mı? ben görmedim gibi sorular sorulabilir.


Musamaha Dönemi:

Artık yetişkin bir genç vardır.Peygamberimiz s.a.v.' in bu yaştaki gençleri askere aldığı düşünülürse; Yavrum sanki namazını kılmadın gibi geldi, acaba neden kılmadın, haydi beraber kılalım vb. gibi dostane ve musamaha yolu ile yaklaşılmalıdır
.

Ayetel Kürsiden ne kadar haberimiz var?  

Posted by Tespih Taneleri... in



(Allahu lâ ilâhe illâ hu, velhayyul kayyum, lâ te’huzûhu sinetün velâ nevm, lehu mâ fiys semâvâti ve mâ fiylard, men zelleziy yeşfeu indehu illâ biiznih, yâ’lemu ma beyne eydiyhim ve ma halfehüm, velâ yuhıytune bişey’in min ilmihî illâ bimâ şa’, vesiâ kürsiyyühüs semâvâti vel arda, velâ yeuduhu hıfzuhuma, ve huvel âliyyül azıym.’)

Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün varlığın idaresini yürüten (kayyum) dir. O’nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O’nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O’na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.
(bakara suresi 255.ayet Elmalılı hamdi yazır meali)
 
Bu ayet Kur’ân-ı Kerim’in Seyyidi ve en büyüğüdür. Tevhid ilmiyle alakalı en büyük Ayet-i Kerimedir.

Bakara suresinin ikiyüzellibeşinci ayeti. Ayette geçen kürsi tabirinden dolayı bu ismi almıştır. Kur’an-ı Kerim’in bütünü içinde ayrı bir fazileti olan bu ayet hakkında Resulullah’tan bazı hadisler nakledilmiştir.

MUHAMMED b. İsa’dan nakledildiğine göre İbnü’l-Aska şöyle der:
“Adamın biri Hz. Peygamber’e gelip Kur’an’ın en faziletli ayeti hangisidir?” diye sordu. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ALLAH’u Lailahe illa huve’l-Hayyu’l-Kayyum...” (Müslim).

 Başka bir hadiste de: “Kur’an’ın en faziletli ayeti Bakara suresindeki Ayetü’l-Kürsi’dir. Bu ayet bir evde okunduğu zaman şeytan oradan uzaklaşır” (Tirmizi)
Resulullah (s.a.v.) bir defa Ka’b oğlu Ubey’e, ezberinde olan ayetlerden hangisinin daha yüce olduğunu sormuş, “ALLAH ve Resulu daha iyi bilir” cevabını alınca, soruyu tekrar etmiş, bunun üzerine Ubey bildiği en yüce ayetin “ALLAHu la ilahe illahüve’l-Hayyu’l-Kayyum” olduğunu söylemiştir.

 Resulullah (s.a.v.) aldığı cevaptan memnun olarak Ubey’in göğsüne vurarak “Ey Ebu Münzir! İlim sana kutlu olsun” buyurmuştur. (Ebu Davud) Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ayetü’l-Kürsi Kur’an ayetlerinin şahıdır” buyurmuştur. (Tirmizi)
Bu ayet-i kerimede Cenab-ı ALLAH’ın yüceliği, sıfatları, kainatta meydana gelen büyük olayların tamamen onun iradesi doğrultusunda vuku bulduğu, onun isteği ve izni olmadan hiç bir kimsenin başkasına şefaat edemeyeceği, O’nun kürsüsü, göklerde ve yerdekilerin ona ait olduğu hakkında bilgi verilmektedir. Meali şöyledir:
”Peygamber Efendimiz’in(SAV) Ayet-el Kûrsi’de bulunan “Yâ Hayyu – Yâ Kayyumu”, “Hayy ve Kayyum olan ALLAH’ım Senin Rahmetinle yardım istiyorum” buyurarak (üzüntü ve keder anında) ettiği duadır.

Ayet-el Kûrsi’de bulunan Esma-i İlahiye hiçbir Ayet-i Kerimede yoktur. Çünkü bu Ayet-i Kerime’de, bazısı açık, bazısı gizli olmak üzere onyedi yerde ALLAH’u Teâlâ’nın İsmi geçmektedir.
Yatmadan okuyana ALLAH’u Teâlâ tarafından bir koruma verilir, sabaha kadar hiçbir şeytan yaklaşamaz.
Yâ Rasulullah (SAV) Kur’ân-ı Kerimin hangi Sûresi(derece bakımından) daha büyüktür?
 Diye soran Sahabe’ye(RA), “İhlâs Sûresi” buyurdu. O Sahabe(RA) “Kur’ân-ı Kerimde hangi Ayet(Fazilet bakımından) daha üstündür.” diye sorunca, Peygamber Efendimiz(SAV) “Ayet-el Kûrsi’dir” buyurdu. (Darimi)
Efendimiz(SAV) buyurdu ki; “Her kim, her farz namazın arkasından Ayet-el Kûrsi’yi okursa, Cennete girmekten onu ancak ölüm (yok oluş) men eder. Her kim onu yatacağı zaman okursa, ALLAH’u Teâlâ ona kendi evi, komşusunun evi ve etraftaki evler hakkında güvence verir.” (Beyhâki)

Efendimiz(SAV) buyurdu ki; “Her kim farz namazın arkasında Ayet-el Kûrsi’yi okursa, diğer namaza kadar ALLAH’ın C.C. zimmetinde olur.” (Heysemi)
Efendimiz(SAV) buyurdu ki; “Her kim Ayet-el Kûrsi’yi ve Bakara Sûresinin sonunu (Amener Rasûlü) sıkıntılı (kederli) anında okursa ALLAH C.C. ona yardım eder” (Suyuti, Dürrül Mensûr)
Efendimiz(SAV) buyurdu ki; “Sen Ayet-el Kûrsi’den neredesin? O herhangi bir yemek veya katık üzerine okunursa mutlaka ALLAH C.C. o yemek ve katığın bereketini çoğaltır.” (Suyuti)
Seleme İbni Kays (RA) “ALLAH’u Teâlâ, ne Tevratta, ne İncil’de, nede Zebur’da Ayet’el Kûrsi’den daha büyük bir Ayet indirmedi.” (Suyuti)
Ayet-el Kûrsi, cinlere karşı kendisinden yardım alınacak duaların en büyüğüdür. Ayet-el Kûrsi’nin insandan şeytanları kovmakta çok tesirli olduğunu söylemişler, ayrıca saralı kişiye, şeytanın kendisine yardım ettiği sahir(büyücü), kâhin, falcı, nefis ve şehvet ehli, zulüm ve gazab erbabı üzerine sadakatle okunulduğunda onların şeytanlarını etkisiz hale getirmekte de büyük gücü olduğunu denemişlerdir.
Ancak sadakatle okunması şartı koşulmuştur.
Yemeğe okunursa yemek bereketlenir.
Devamlı okunursa unutkanlığı giderdiğini Hz Ali (K.V.) buyurmuştur.
Evden çıkarken okuyan her işinde muvaffak olur ve hayırlı işleri başarır.
Evine gelince okursan iki Ayet-el Kûrsi arasındaki işlerin hayırlı olur ve fakirliğin önlenir.
Bir kimse evinden çıkarken Ayet-el Kûrsi’yi okursa, Hakk Teâlâ yetmiş Meleğe emreder, o kimse evine gelinceye kadar ona dua ile istiğfar ederler.

İLÂHİYATÇILAR VEHHÂBÎLEŞİYOR ! Vehhabileşmek Nedir?  

Posted by Tespih Taneleri... in ,

ingiliz casusunun itirafları - m. sıddık gümüş


Bu kitabi okumanizi onemle rica ediyorum!

İlâhiyatçılar resmigeçidi...
TOPLUMU derinden etkileyen her önemli olay, konunun uzmanlarını popülerleştirir. O zamana kadar varlıklarından bile çok az kişinin haberdar olduğu uzmanlar çok daha fazla tanınır, hattâ medyatikleşirler.

Jeologların ve deprem uzmanlarının 1999 depreminden sonra bir anda memleketin en önemli isimleri hâline gelmeleri gibi...

Depremin ardından birkaç sene boyunca sık sık ekranlara çıkan, görüşlerini gazete sütunları vasıtası ile duyuran bu uzmanların gerçi herbiri farklı şeyler söylüyor, birinin dediği ötekinin ifadesini tekzip ediyordu ama tek bir hususta hemfikir idiler: İstanbul'u çok daha büyük bir deprem felâketinin beklediği konusunda... Dolayısı ile kendilerini dinletiyorlardı, zira 1999'un 17 Ağustos gecesi kırk küsur saniye devam eden ve onbinlerce can alan deprem herkesi öylesine korkutmuştu ki, söyledikleri bir umut kaynağı, kendileri de sanki bir sığınak gibi idi, öyle hissediliyordu...

BİR BÜYÜK KEŞİF!

O zamana kadar toplumdan uzak ve halkın düşüncesinin de dışında kalmayı çok büyük bir maharetle başarmış olan basınımız, özellikle de televizyonlarımız, yine o günlerde çok önemli bir keşifte bulundu:

Türkiye'nin Müslüman olduğunu ve halkın dinî konulara merak duyduğunu farkettiler!
Bu büyük keşfin ardından, ekranlar seslerini o güne kadar dar bir çevrede duyurabilmiş olan hocalara açıldı ve ilahiyat profesörleri hemen her gece televizyonlarda arz-ı endâm etmeye başladılar!

Ama ne anlatacaklardı? Namazın nasıl kılındığını, orucu nelerin bozduğunu yahut zekâtın kimlere verilmesi gerektiğini herkes zaten bilirdi. Dolayısı ile yeni birşeyler söylemeleri ve dinleyeni şaşırtıp alâka çekmeleri gerekiyordu; bunun için de dinî meseleleri yorumlamaktan medet umdular...

Ama ne yorumlar!
Kur'anda kadınların başlarını örtmeleri gibi bir emrin bulunmadığını söyleyeni mi ararsınız, hanımların belli günlerinde namazlarını kılıp Kur'an okumalarının mümkün olduğunu iddia edenleri mi, yoksa ölenin ardından dua edilmesinin gerekmediğini izaha çalışanları mı?

İlâhiyatçılar resmigeçidine katılanların anlattıklarına bakılırsa, islamiyet 1400 küsur seneden bu yana bilinmemiş, lâyıkı ile anlaşılmamış ve Müslümanlar ibadetlerinin tamamını yanlış yapmışlardı!

Eski asırlarda yaşamış ne kadar mezhep imamı, fıkıh âlimi hattâ şeyhülislâm vesaire var ise Kuran'dan bîhaberdi; her şeyi birbirine sokmuş, inananlara yanlış bilgiler vermiş ve ibadeti bozmuşlardı!
Namazdan da bîhaberdiler, dinin örtünme konusundaki hükümlerinden de, duadan da..
.
VEHHABÎLEŞENLER VAR!

İlâhiyatçıların kapıldıkları bu "yeni birşeyler söyleme" modası, son iki sene içerisinde başka bir hâl aldı ve artık kuralları bile tahrif etmeye kadar uzandı!

Bazı profesörler orucun otuz değil, sadece üç gün tutulabileceği yahut "cihad" kavramının din yolunda savaş değil, "savaşı önleme politikası" olduğu gibisinden sözler ediyorlar...
Popüler olma merakı meğerse nelere kaadirmiş!...

İşin tuhaf tarafı, örtünme ve ibadet konusunda ortaya atılan böylesine tuhaflıklar dinde asırlar öncesinden gelen kurallara ve geleneklere uyanlar arasında değil, dinî meseleler ile şimdiye kadar hiçbir şekilde alâkadar olmamış ve bu konulardan her zaman uzak kalmış çevrelerde ses getiriyor. Bilenler ekranlarda söylenenlere kulak asmıyor, bilmeyenler ise "Şekerim bak, işin aslı meğerse böyle imiş!" havasında!
AMAAAA...

Bu yeni sözler etme modasının yolaçtığı çok daha önemli bir başka tuhaflık daha var:
Türkiye'de bazı hocalar ve onlara uyan bir kesim, Vehhabîleşiyor!

Farketti iseniz ne alâ; ama şayet edemedi iseniz önümüzdeki günlerde bu değişim hakkında yazacaklarımı okuduğunuzda bana herhalde hak verirsiniz...


Murat BARDAKÇI

Kanimi donduran bu tur olaylari hayretle izliyor, izlerkende kahroluyorum..:(  Nasil oluyor da dinimize yeni yeni kurallar ekleyebiliyorlar, hadisleri ayetleri neredeyse inkar edercesine degistirip insanlarin onune serebiliyorlar? Anlamak mumkun degil... Bu ne curet? Ayet-i kerimede buyuruyor ki Mevla (cc) ; " Ne zalim kisidir ki ayetlerimizi yalanliyor?"
Simdiye kadar Seyh Abdulkadir Geylani, imam-i Gazali, Ebu Hanife gibi Allah dostlari HASAA! abartiyor, yalnis anliyor da siz daha bir ayet, bir hadisin aciklamasini bile yapamayan ilahiyatcilar mi dogru anladiniz?
Allah askina buyuklerimizin yolundan sasmayalim, ehl-i sunnet imamlaridan baska kaynaklara itibar etmeyelim... Ahiretimiz gidiyor, itikatimiz sarsiliyor farkinda degiliz... Hepimiz cocuk yetistiriyoruz yazik degil mi? Hic bir sey yapmadan, dusunmeden sadece kalbimiz temiz diye sorumluluklarimizdan siyrilacak degiliz..

Vahhabilesmek nedir kac kisi biliyor acaba? Tehlikenin farkina varin artik... Lutfen sabirla okuyun ki en azindan ayrintili bir sekilde ne oldugunu, kim tarafindan nasil ve ne amacla kuruldugunu ogrenmis olursunuz...

Vehhabiliği kuran, Mehmed bin Abdülvehhabdır. İngiliz casuslarından, Hempher’in tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslamiyet’i imha) etmek çalışmalarına alet oldu.
İngiliz Casusunun İtirafları kitabında, Vehhabiliğin kuruluşu uzun anlatılmaktadır. Bu kitabı, www.hakikatkitabevi.com adresinden okuyabilir ve temin edebilirsiniz.] Okuyacaklariniza inanamayacaksiniz!

Eline geçirdiği, ibni Teymiye’nin Ehl-i sünnete uymayan kitaplarını okumuş, (Şeyh-i necdi) diye meşhur olmuştu. Düşünceleri, ingiliz paraları ve ingiliz silahları karşılığında, köylüler ve Deriyye ahalisi ile reisleri Muhammed bin Süud tarafından desteklendi. Sapık din adamı ibni Teymiye’nin fikirleri ile Hempher’in yalanlarının karışımına Vehhabilik denir.

Uzun uzun yazmamin sebebi iyice okuyup anlamanizdir; Allah rizasi icin okuyun, okutun... Gunumuz hocalarinin yaptiklari aciklamalarda,verdikleri fetvalarda kimlerden esinlenerek, kimlerin etkisi altinda kalarak dusuncelerini beyan ettiklerini goreceksiniz.

Abdülvehhab oğlu, Beni Temim kabilesindendir. 1699 senesinde Necd çölündeki Hureymile kasabasında, Uyeyne köyünde doğmuş, 1791’de Deriyye’de ölmüştü. Önceleri ticaret için Basra, Bağdat, İran, Şam ve Hind taraflarına gitmiş, çok zeki ve bozguncu sözleri ile (Şeyh-i Necdi) adını almıştı. Dolaştığı yerlerde çok şeyler görmüş, şef olmak düşüncesine kapılmıştı. 1713 senesinde, Basra’da tanıştığı ingiliz casusu Hempher, Abdülvehhab oğlunun devrim yapmak arzusunda olduğunu anladı.
Bununla uzun zaman arkadaşlık yaptı. İngiliz Sömürgeler Bakanlığından aldığı hile ve yalanları buna telkin etti. Abdülvehhab oğlunun bu telkinlerden zevk aldığını görünce, yeni bir din kurmasını teklif etti. Bu yeni dinin esaslarını ona bildirdi. Casus da, Abdülvehhab oğlu da aradıklarına kavuşmuş oldular.

Yeni bir din kurmak için, önce Medine’de, sonra Şam’da, Hanbeli âlimlerinden okudu. Necde dönünce köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara, ingiliz casusundan öğrendiklerini ve Mutezile ve başka bid’at fırkalarından aldığı bozuk düşünceleri de karıştırdı. Köylülerin çoğu buna tâbi oldular. İslamiyet’i içerden yıkmak için, İngiltere’de kurulmuş olan (Sömürgeler Bakanlığı), bu hâli, Necd şeyhi olan (Muhammed bin Süud)a bildirdi. Çok para vererek ve siyasi, askeri yardımlar vaat ederek, Abdülvehhab oğlu ile işbirliği yapmasını temin etti. Arabistan’da hasebe ve nesebe çok ehemmiyet verirlerdi. Kendisi ise, cahil olduğundan, Abdülvehhab oğlu Vehhabilik adını verdiği bu sapık inancı yaymak için, Muhammed bin Süudu maşa olarak kullandı. Kendisine (Kadı), Muhammed bin Süuda (Hakim) ismini taktı. Kendilerinden sonra da, çocuklarının bu makama geçmelerini temin eden bir anayasa yaptırdı.

Abdülvehhab oğlu, önceleri Medine’de okurken, Medine’nin salih, temiz âlimlerinden olan babası Abdülvehhab ve kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab ve kendisine ders okutan hocaları, bunun sözlerinden ve davranışlarından ve sık sık söylediği düşüncelerinden bunun ileride İslam dinini içeriden yıkacak bir sapık olacağını anlamışlardı. Kendisine nasihat verirler ve müslümanlara, bundan sakınmalarını söylerlerdi. Fakat, korktukları çabuk meydana geldi.

 Düşüncelerini Vehhabilik adı ile açıkça yaymaya başladı. Cahilleri, ahmakları aldatmak için İslam âlimlerinin kitaplarına uymayan yeniliklerle, dinde reformculukla ortaya çıktı. (Ehl-i sünnet vel-cemaat) mezhebinde olan doğru müslümanlara kâfir diyecek kadar taşkınlık yaptı. Peygamberimizi ve başka Peygamberleri ve Evliyayı vesile ederek, Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk dedi.

Abdülvehhab oğlunun, ingiliz casusundan öğrendiğine göre, bir kabir başında dua ederken, meyyite karşı söyleyen, müşrik olurmuş. Allah’tan başka bir kimse veya bir şey için, yaptı demek, mesela, Falanca ilaçtan fayda oldu veya Peygamber efendimizi veya bir Veliyi vasıta yaparak istediğim oldu diyen müslümanlar müşrik olurmuş. Abdülvehhab oğlunun, bu sözlerine vesika olarak ortaya attığı şeyler, hep yalan ve iftira ise de, cahil halk, doğruyu eğriden ayıramadıkları için sözleri, işsizlerin, çapulcuların, bilhassa Deriyye hakimi Muhammed bin Süud’un hoşuna gitti. Cahiller ve vurguncular, taş yürekliler, Abdülvehhab oğlunun sözlerine hemen yanaştılar. Doğru yolda olan halis müslümanlara kâfir dediler.

Abdülvehhab oğlu, düşüncelerini kolayca yayabilmek için, Deriyye hakimine başvurunca, o da topraklarını genişletmek ve kuvvetlerini arttırmak için ve Londra’dan aldığı emirleri yaymak için, Abdülvehhab oğlu ile seve seve işbirliği yaptı. Onun fikirlerini her tarafa yaymakta bütün gücü ile uğraştı. İnanmayıp karşı duranlarla harp etti. Müslümanların mallarını yağma etmek, canlarına kıymak helal denilince, çöldeki vahşiler, soyguncular, Muhammed bin Süud’a asker olmak için yarış ettiler. Süud oğlu ile Abdülvehhab oğlu el ele vererek, vehhabiliği kabul etmeyenlerin kâfir ve müşrik olduklarına, kanlarını dökmek ve mallarını almak helal olduğuna 1730 senesinde karar verip, 1738 yılında vehhabiliği ilan ettiler. Buna göre, Abdülvehhab oğlu, otuziki yaşında bozuk fikirleri yaymaya başlamış, kırk yaşında ilan etmiştir.

Mekke-i mükerreme şafii müftüsü Esseyyid Ahmed bin Zeyni Dahlan, El-Fütuhat-ül-islamiyye kitabının 2.cüz 228.sayfasından başlayarak, Fitnet-ül-vehhabiyye başlığı altında bunların bozuk inançlarını ve müslümanlara yaptıkları işkenceleri anlatmaktadır. Bunun 234.sayfasında diyor ki:

(Mekke’deki ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini aldatmak için, buralara kendi adamlarını gönderdiler. Bu adamlar, İslam âlimlerine cevap veremediler. Cahil ve sapık oldukları anlaşıldı. Kâfir olduklarını ispat eden bir karar yazılıp her tarafa gönderildi.)

Hicaz’da bulunan dört mezhep âlimleri ve bunların arasında Abdülvehhab oğlunun kardeşi Süleyman efendi ve kendisine ders okutmuş olan hocaları, Abdülvehhab oğlunun kitaplarını inceleyerek, İslam dinini yıkıcı, bozguncu yazılarına cevaplar hazırladılar, sapık yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak, müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Süleyman bin Abdülvehhab’ın, kardeşine karşı yazdığı kitabın ismi, Savaık-ul ilahiyye firreddi alel-vehhabiyye’dir.

Bu kitaplar onları gafletten uyandıramadı.:(( Müslümanlara karşı olan düşmanlıklarını arttırdı ve Muhammed bin Süud’un müslümanlar üzerine saldırmasına, akıtılan kanların çoğalmasına sebep oldu. Bu adam, (Beni Hanife) kabilesinden olup, Müseyleme-tül Kezzabın peygamberliğine inanmış olan ahmakların soyundan idi. Muhammed bin Süud, 1765 senesinde ölünce, oğlu Abdülaziz yerine geçti. Abdülaziz bin Muhammed bin Süud, 1803 senesinde, Deriyye camiinde, bir Şii tarafından, karnına hançer sokularak öldürüldü. Bundan sonra, oğlu Süud bin Abdülaziz vehhabilerin şefi oldu. Arabları aldatmak, sapık inançlarını yaymak için müslümanların kanını dökmekte, üçü de, birbiri ile yarışırcasına çalıştılar.

[Vehhabilerin ve mal, mevki ele geçirmek için bunların arasına karışan cahil, vahşi kimselerin, Taif’de, Mekke ve Medine’de ve diğer yerlerdeki müslümanlara yaptıkları işkenceler ve kadınların, çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeyni Dahlan’ın Hulasat-ül-kelam kitabında ve Eyyub Sabri Paşanın 1879 senesinde basılmış olan Tarih-i Vehhabiyan ve Mirat-ül-Haremeyn kitaplarında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan okuyabilirler. Bunların, Osmanlı devleti tarafından nasıl cezalandırıldıkları ve birinci cihan harbinden sonra, ingilizlerin bol para ve silah yardımı ile tekrar nasıl devlet kurdukları da yazılıdır.]

Abdülvehhab oğlunun bu düşüncelerini yayması, Allah’ı tevhidde halis olmak için ve müslümanları şirkten kurtarmak için imiş. Müslümanlar şirk üzere imişler. Yani müşriklermiş, yani puta tapan kâfirlermiş. Müslümanların dinini tazelemek için, dinde reform yapmak için, ortaya çıkmış. Diğer maddelerde bu sapık fikirlerini ve cevaplarını yazacağız. Burada önsöz mahiyetinde yazıyoruz.

Bu düşüncelerine herkesi inandırmak için, Ahkaf suresinin 5.âyet-i kerimesini, Yunus suresinin 106.âyet-i kerimesini ve Rad suresinin 14.âyet-i kerimesini vesika olarak ileri sürmüştür. Halbuki bunlara benzeyen, daha birçok âyet-i kerimeler vardır. Bu âyet-i kerimelerin hepsi, puta tapan kâfirleri, müşrikleri bildirmek için gönderildiğini, tefsir âlimleri sözbirliği ile beyan buyurmuşlardır.

Abdülvehhab oğlunun düşüncelerine göre, bir müslüman, Peygamber efendimizden veya başka Peygamberlerden yahut Velilerden, Salihlerden birinin kabrinin yanında veya uzakta iken bundan (istigase) etse, yani sıkıntıdan, dertten kurtulması için yardım istese, yahut o zatın ismini söyleyerek şefaat etmesini dilese, yahut kabrini ziyaret etmek için gitmek istese, o müslüman müşrik olurmuş. Allahü teâlâ, Zümer suresinin üçüncü âyetinde, puta tapan kâfirleri bildirmektedir. Peygamberleri ve Evliyayı vesile ederek dua eden müslümanlara müşrik diyebilmek için, bu âyet-i kerimeyi ileri sürüyorlar. Müşrikler de putların yaratıcı olmadığına, her şeyi Allahü teâlânın yarattığına inanıyorlardı diyorlar. Hatta Ankebut suresinin 61. ve Zuhruf suresinin 87. âyet-i kerimesinde mealen, (Bunları kimin yarattığını, onlara sorarsan, elbette Allah yarattı derler) buyuruldu. Allahü teâlânın da böyle buyurduğunu söylüyorlar. Kâfirler böyle inandıkları için değil, Zümer suresinin 3.âyetinde bildirilen, (Allah’tan başkalarını dost edinenler, onlar Allahü teâlâya şefaat ederek bizi yaklaştırırlar derler) meali şerifini söyledikleri için kâfir ve müşrik oluyorlar, diyorlar. Peygamberlerin, Evliyanın kabirlerinden şefaat, yardım isteyen müslümanlar da, böyle söyleyerek müşrik oluyorlarmış.

Abdülvehhab oğlunun, bu âyet-i kerimeyi ileri sürerek, müslümanları kâfirlere, müşriklere benzetmesi, çok çürük, ahmakça ve gülünç bir şeydir. Çünkü, kâfirler, şefaat etmeleri için putlara tapınıyorlar. Allahü teâlâyı bırakıp, dileklerini yalnız putlardan istiyorlar. Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed aleyhisselama ve getirdiği İslam dinine inanmıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allah’a ve Resulüne iman ediyor, getirdiği İslam dinine inanıyoruz. Zaten buna iman ettiğimiz için müslüman oluyoruz. İman edenler ile putlara tapan müşrikler hiç mukayese edilebilir mi? Hiç birbirine benzetilebilir mi? Üstelik bu müşrikler, Peygamber efendimize iman etmemekle kalmayıp, Ona ve iman eden müslümanlara her türlü eziyeti yapmış, sayısız harpler etmişlerdi. Biz, Peygamberlere, Evliyaya tapınmıyor, her şeyi yalnız Allah’tan bekliyoruz. Evliyanın vasıta, vesile olmasını istiyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen en sevgili kul, en büyük Peygamber Muhammed aleyhisselamın şefaat etmesini istiyoruz. !!!

Kâfirler, putlarının diledikleri gibi şefaat edeceklerine, her dilediklerini Allah’a mutlaka yaptıracaklarına inanıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allahü teâlânın, sevdiği kullarına şefaat için izin vereceğini, sevdiklerinin şefaatlerini ve dualarını kabul edeceğini, Kur’an-ı kerimde bildirdiği için, Kur’an-ı kerimde bildirilen bu müjdeye inandığımız, iman ettiğimiz için, Allahü teâlânın sevgilisi olan yüce Peygamberimizden, sevgili kulları Evliyadan şefaat ve yardım istemekteyiz.

Kâfirlerin putlara tapınması ile, müslümanların Evliyadan yardım istemeleri birbirine benzetilemez. Bir müslüman ile bir kâfir, görünüşte hep insandır. İnsanlıkları birbirlerine benzemektedir. Fakat, müslüman, Allahü teâlânın dostudur. Sonsuz Cennette kalacaktır. Kâfir olan ise, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz Cehennemde kalacaktır. Görünüşte birbirlerine benzemeleri, hep aynı olacaklarına senet olamaz.

 Allahü teâlânın düşmanı olan putlara, heykellere yalvaran ile, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine ve veli kullarına yalvaranlar, görünüşte benzeyebilirler. Fakat, putlara yalvarmak, Cehenneme götürür. Peygambere ve Evliyaya yalvarmak ise, Allahü teâlânın af etmesine, merhamet etmesine sebep olur. (Allahü teâlânın sevdiği kulları hatırlanırsa, Allahü teâlâ merhamet eder)!!! hadis-i şerifi meşhurdur. Bu hadis-i şerifi, aşağıda diğer maddelerde tekrar bildireceğiz. Peygamberlere, Evliyaya yalvarınca, Allahü teâlânın merhamet edeceğini, af buyuracağını bu hadis-i şerif de göstermektedir.

Müslümanlar, Peygamberlerin, Evliyanın ilah, mabud, Allahü teâlâya şerik, ortak olmadıklarına inanır. Bunların, Allahü teâlânın aciz kulları olduklarına, ibadete, tapınmaya, yalvarmaya hakları olmadığına inanır. Allahü teâlânın sevdiği, dualarını kabul eylediği kulları olduğuna inanır. Maide suresi, 35.âyetinde mealen, (Bana yaklaşmak için vesile arayınız!!) buyuruldu. Salih kullarımın dualarını kabul ederim, dileklerini veririm buyuruyor. Buhari’de ve Müslim’de ve Künuz-üd-dekaık’te bulunan hadis-i şerifte, (Elbet, Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, bir şey için yemin etse, Allahü teâlâ, o şeyi yaratır. Onu yalancı çıkarmaz)!! buyuruldu. Müslümanlar, bu âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere inandıkları için, Peygamberi ve Evliyayı vesile yapmakta, onlardan dua ve yardım beklemektedir.

Evet, kâfirlerin bir kısmı, putlarının, heykellerinin yaratıcı olmadıklarını, her şeyi Allahü teâlânın yarattığını söylüyorlar ise de, putların tapınmaya hakları vardır, onlar dilediğini yaparlar ve Allah’a da yaptırırlar diyorlar. Putlarını Allah’a şerik, ortak yapıyorlar.

Bir kimse, dünyada başkasından yardım istese, bana elbette yardım yapar, onun her istediği kesinlikle olur dese, bu kimse kâfir olur. Fakat, benim işim onun istemesi ile kesinlikle olmaz. O bir sebeptir. Allahü teâlâ sebebe yapışanları sever. Sebeple yaratmak Onun âdetidir. Sebebe yapışmış olmak için, bundan yardım istiyorum, dileğimi Allah’tan bekliyorum. Peygamber efendimiz de sebeplere yapışmıştır. Sebebe yapışmakla, o yüce Peygamberin sünnetine uymuş oluyorum diyerek birisinden yardım isteyen kimse sevap kazanır. İşi olursa, Allahü teâlâya hamd eder. İşi olmazsa, Allahü teâlânın kazasına, kaderine razı olur.

Kâfirlerin puta tapması, müslümanların Peygamberden, Evliyadan dua, şefaat, yardım istemelerine benzemez. Aklı olan, doğru düşünebilen, bu ikisini birbirine benzetmez. Birbirinden başka olduklarını iyi anlar. Zararı ve faydayı yaratan, ancak Allahü teâlâdır. Ondan başkasının tapınmaya hakkı yoktur. Hiçbir Peygamber, hiçbir Veli ve hiçbir mahluk, hiçbir şey yaratamaz. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Yalnız Allahü teâlâ, Peygamberlerinin, Velilerinin, salih kullarının, yani sevdiği kullarının isimlerini söyleyenlere, onları vesile edenlere merhamet eder. Dilediklerini verir. Böyle olduğunu, kendisi ve sevgili Peygamberi haber vermiştir. Bu haberlere uyarak müslümanlar da böyle inanmaktadır.

Müşrikler, kâfirler ise, putların bir şey yaratmadığını bildikleri halde, putları ilah ve mabud biliyorlar. Putlara tapınıyorlar. Kimisi üluhiyyette müşrik oluyor. Kimisi de, ibadette müşrik oluyorlar. (Putlarımız bize şefaat edecektir. Allah’a yaklaştıracaktır) dedikleri için, müşrik olmuyorlar. Putları mabud bildikleri için, putlara tapındıkları için müşrik oluyorlar.

Peygamber efendimiz,
(Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri, müslümanları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır)!!
 buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte,
(En çok korktuğum şey, âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır)!!
buyurdu. Bu hadis-i şeriflerin ikisini de Abdullah bin Ömer “radıyallahü anhüma” bildirdi. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin, zındıkların türeyeceklerini ve kâfirleri bildiren âyet-i kerimelerin müslümanlar için geldiğini söyleyeceklerini, Kur’an-ı kerime iftira edeceklerini bildirmektedir. Yazik cok yazik!!

Müminler, Allahü teâlânın sevdiğine inandıkları kimselerin mezarlarını ziyarete gidiyorlar. Allahü teâlânın sevdiği kullarını vasıta, vesile ederek, Allahü teâlâya yalvarıyorlar. Peygamber efendimiz ve Eshab-ı kiram da böyle yaparlardı. Peygamber efendimiz,
(Ya Rabbi, istediklerini vermiş olduğun kullarının hakkı için, hürmeti için senden istiyorum)
 duasını okurdu. Bu duayı Eshabına öğretir ve okumalarını emrederdi. Müminler de, böyle dua etmektedir.

Hazret-i Ali’nin validesi olan Fatıma binti Esed vefat edince, Resulullah kabre koydu ve (Ya Rabbi, bana annelik yapan Fatıma binti Esedi af eyle! Peygamberinin ve benden önce gelmiş olan Peygamberlerinin hakkı için, ona rahmetini bol eyle) diye dua eyledi.
 Gözlerinin açılması için dua isteyen birisine, iki rekat namaz kılmasını, sonra (Ya Rabbi, kullarına merhamet ederek göndermiş olduğun Peygamberin Muhammed aleyhisselamın hürmeti için, Onu vesile ederek, senden istiyorum. Sana yalvarıyorum. Ya Muhammed “aleyhisselam”! Seni vesile ederek, duamı kabul edip, dileğimi ihsan etmesi için Rabbime yalvarıyorum. Ya Rabbi, duamın kabul olması için, o yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle) duasını okumasını emir buyurdu.

Âdem aleyhisselam, yasak edilen ağaçtan yiyerek, (Seylan) yani Serendib adasına indirilince, (Ya Rabbi, oğlum Muhammed aleyhisselam hürmetine beni af et) duasını yaptı. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem, Muhammed aleyhisselamı vesile ederek, yerdekiler ve göktekiler için şefaat isteseydin, şefaatini kabul ederdim) buyurdu.

Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı beraber götürüp, onu vesile ederek, yağmur duası yapmış, duası kabul olmuştur.

Gözlerinin açılmasını isteyen birisine, okuması emrolunan duada, (Ya Muhammed! Seni...) demek, Evliyayı vesile ederken ismini söyleyerek yalvarmanın caiz olduğunu göstermektedir.

Eshab-ı kiramın ve Tabi’inin hayatını bildiren kitaplar, kabir ziyaretinin ve ismini söyleyerek şefaat istemenin ve meyyiti vesile kılmanın meşru ve caiz olduğunu gösteren vesikalarla doludur.

İbni Hacer-i Hiytemi’nin Minhac şerhi olan Tuhfe kitabına haşiyeleri ile meşhur Muhammed bin Süleyman şafi’i, Abdülvehhab oğlunun bozuk ve sapık bir yolda olduğunu, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış manalar verdiğini, vesikalarla ispat etmiştir.
Kitabında şöyle demektedir:

(Ey Abdülvehhab oğlu! Müslümanlara dil uzatma, sana Allah rızası için nasihat ediyorum. Allah’tan başka yaratıcı olduğunu söyleyen varsa, ona doğruyu bildir! Vesikalar göstererek onu doğru yola çevir! Müslümanlara kâfir denilemez! Milyonlara kâfir dememek için, bir kişiye kâfir demek daha doğru olur. Sürüden ayrılan koyunun tehlikede olduğu muhakkaktır. Nisa suresinin (Doğru yol gösterildikten sonra, Peygambere uymayan, imanda ve amelde müminlerden ayrılan kimseyi, küfür ve irtidadda bırakır ve Cehenneme atarız) mealindeki 115. âyet-i kerime, Ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılmış olanların halini göstermektedir.)

Kabir ziyaretinin caiz ve faydalı olduğunu bildiren hadis-i şerifler, pek çoktur. Eshab-ı kiram ve Tabi’in-i izam, Peygamber efendimizin mübarek türbesini ziyaret ederlerdi. Bu ziyaretin nasıl yapılacağını ve faydalarını bildirmek için kitaplar yazılmıştır.

Bir Veliyi vesile ederek dua etmek, ismini söyleyerek ondan yardım istemek, hiç zararlı değildir. İsmi söylenen zatın, tesir edeceğine, istenileni elbet yapacağına, gaybları bileceğine inanmak küfür olur. Müslümanlar böyle inanmıyor ki, kötülenebilsin. Müslüman, Allahü teâlânın sevgili bir kulundan, yalnız vesile olmasını, şefaat etmesini, dua etmesini ister.
İstenileni yaratan yalnız Allahü teâlâdır.
Maide suresi, 27.âyetinde mealen,
(Mütteki kullarımın duasını kabul ederim) buyuruldu. Bunun için, sevdiklerinden dua istenir. Meyyitten, istekleri vermesi değil, Allahü teâlânın vermesine vasıta olması istenir. Vermesini istemek caiz değildir. Müslümanlar bunu istemez. Verilmesi için vasıta olmasını istemek caizdir. İstigase ve İstişfa ve Tevessül kelimeleri de, hep vasıta, vesile olmayı istemek demektir.

Her şeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Bir şeyi yaratmak için, başka bir mahlukunu vasıta ve sebep yapması, Allahü teâlânın âdetidir. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmasını isteyenin, o şeyin yaratılmasına vesile olan sebebe yapışması lazımdır. Peygamberler hep sebeplere yapışmışlardır.

Allahü teâlâ sebebe yapışmayı övmektedir. Peygamberler sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Dünyadaki olaylar, hadiseler de, sebebe yapışmanın lazım olduğunu göstermektedir. Bir şeye kavuşmak için, o şeyin sebebine yapışılır. O sebebi, o şeye sebep yapan ve insanın o sebebe yapışmasını sağlayan, o sebebe yapıştıktan sonra, o şeyi yaratan, hep Allahü teâlâ olduğuna inanmak lazımdır. Böyle inanan bir kimse, bu sebebe yapışmakla, o şeye kavuştum diyebilir. Bu sözü, o şeyi sebep yarattı demek değildir. Allahü teâlâ, o şeyi bu sebeple yarattı demektir. Mesela (İçtiğim ilaç ağrımı kesti), (Seyyidet Nefise hazretlerine adak yapınca, hastam iyi oldu), (Çorba beni doyurdu), (Su, hararetimi giderdi) sözleri, bu şeylerin hep vesile ve vasıta olduklarını göstermektedir. Bunlar gibi konuşan müslümanlar, yukarıda bildirdiğimiz gibi inanmaktadır. Böyle inanana kâfir denemez.
 Vehhabiler de, diri olandan, yanında bulunandan bir şey istemek caizdir diyor. Birbirlerinden ve hükümet memurlarından çok şey istiyorlar. Vermeleri için yalvarıyorlar. Uzakta olandan ve ölüden istemek şirktir, diriden istemek şirk olmaz diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise, birisi şirk olmayınca, öteki de şirk olmaz diyor. Aralarında fark yoktur diyor.

Her müslüman, imanın, İslam’ın şartlarına, farzların farz olduklarına ve haramların haram olduklarına inanmaktadır. Her müslümanın, yaratıcı, yapıcı yalnız Allah olduğuna, Allah’tan başkasının yaratmadığına inanmış oldukları da meydandadır. Namaz kılmayacağım diyen bir müslümanın, şimdi veya burada kılmayacağım veya kılmış olduğum için kılmayacağım demek istediği anlaşılır. Ben hiç namaz kılmak istemiyorum demek istiyor diye, kimse buna dil uzatamaz. Çünkü, söz sahibinin müslüman olması, ona küfür, şirk damgasını vuracak dilleri kesmektedir. Kabir ziyaret eden, meyyitten yardım, şefaat isteyen, şu işim olsun diyen bir müslümana, küfür, şirk damgasını basmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu sözleri söyleyenin veya kabir ziyaret edenin, ya Resulallah, bana şefaat et diyenin müslüman oluşu, bu sözlerinin ve işlerinin caiz ve meşru olan imanla ve düşünce ile olduğunu göstermektedir.

Yukarıdaki bilgiler iyi anlaşılır ve iyi düşünülürse, Abdülvehhab oğlunun inançları ve yazıları temelinden yıkılmış ve çürütülmüş olur. Bununla beraber, bozuk yolda olduğunu, müslümanlara iftira ettiğini ve İslamiyet’i içten yıkmaya çalıştığını vesikalarla ispat eden çok sayıda kitap yazılmıştır.

Zebid müftüsü Seyyid Abdurrahman, vehhabilerin bozuk yolda olduğunu göstermek için (Arabistan’ın doğu tarafından kimseler çıkar. Kur’an-ı kerim okurlar. Fakat, Kur’an-ı kerim boğazlarından aşağı inmez. Ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar. Yüzlerini kazırlar) hadis-i şerifi yetişir buyuruyor. Başı, yanakları tıraş etmeyi, Abdülvehhab oğlunun kitapları emir etmektedir. Diğer sapık fırkaların hiçbirisinde böyle bir emir yoktur.

Vehhabilikten önceki müslümanlar kâfirmiş! Süud bin Abdülaziz, Mekke’ye ve Medine’ye hücum ettiği zaman Resulullah efendimizin türbesinden başka, Eshab-ı kiramın ve Ehl-i beytin ve Evliyanın ve Şehidlerin türbelerinin hepsini yıktılar. Kabirleri, belirsiz hâle getirdiler. Resulullah efendimizin mübarek türbesini de yıkmaya başladılar ise de, eline kazma alanın aklına veya bedenine sakatlık geldiğinden bu cinayeti işleyemediler. Medine’ye girdikleri zaman, Süud, müslümanları bir araya toplayıp, (Vehhabilik gelmesi ile, dininiz şimdi tamam oldu. Allah sizden razı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız! Resulullahın türbesi önünde durup, Ona yalvarmak yasaktır. Türbenin önünden geçerken, Esselamü âla Muhammed denir. Ondan şefaat istenmez) gibi, müslümanları kötüleyen şeyler söyledi.

Süud, çarşılarda, pazarlarda, sokaklarda, adamlar bağırtıp, (Süud’un dinine giriniz! Onun geniş olan gölgesine sığınınız!) dedirtti. Müslümanları Abdülvehhab oğlu Mehmed’in dinine sokmaya zorladı.

Süud bin Abdülaziz, her tarafa zulüm, işkence ateşlerini yağdırdığı sırada, Ehl-i sünnet âlimlerinden birini çağırıp,
(Peygamber mezarında diri midir? Yoksa bizim inancımıza uygun olarak, herkes gibi ölü müdür?) deyince, (Resulullah bizim bilmediğimiz bir hayatla diridir)
 cevabını aldı. Süud’un bu suali sorması, onun cevap veremiyeceğini düşünerek, işkence ile öldürmek içindi.
(Peygamberin, kabrinde diri olduğunu, bize göster de sana inanalım. Saçma sapan sözlerle cevap verirsen, benim hak dinimi kabul etmemekte inatçı olduğun anlaşılacağından, seni öldürürüm) dedi. Ehl-i sünnet âlimi,
(Dışarıdan bir şey gösterip de seni inandırmaya çalışmayacağım. Geliniz, birlikte Medine-i münevvereye gidelim! (Muvacehe-i saadet) penceresi önünde duralım. Ben selam vereyim. Selamıma cevap verirse, inanırsın. Resulullah efendimizin, Kabri saadetinde diri olduğunu, selam verenleri işittiğini ve cevap verdiğini anlamış olursun. Selamıma cevap verilmezse, benim yalancı olduğum anlaşılır. Bana istediğin cezayı verebilirsin) dedi.
Süud, bu sözleri işitince, Ehl-i sünnet âlimini salıverdi. Süud, bu cevaba çok kızmıştı. Çünkü, bu işi yapsaydı, kendi inancına göre, kendisi de kâfir, müşrik olurdu. Şaşırıp kaldı. Çünkü, buna karşılık verebilecek bir bilgisi yoktu. Rezil olmamak için, âlimi serbest bıraktı. Sonra, kendi adamlarından birine, bu hocayı bulup öldüreceksin ve ölüm haberini bana hemen bildireceksin dedi. Allahü teâlânın takdiri ile, bu vehhabi bir yoluna getirip de, o zatı öldüremedi. Bu korkunç haber, ağızdan ağza, o zata kadar ulaştı. Bu mücahid zat, artık Mekke’de bulunmanın doğru olmayacağını düşünerek, başka yere hicret etti.

Süud, mücahid zatın Mekke’den çıktığını haber aldı. Arkasından kiralık katil gönderdi. Bu katil, (Bir Ehl-i sünneti öldüreceğim, çok sevap kazanacağım!) diyerek, gece gündüz durmadan gitti.

Mücahid zata yetişti ise de, o zat, biraz önce kendi eceli ile vefat etmiş idi. O zatın devesini bir ağaca bağlayıp, su aramak için, bir kuyu başına gitti. Gelince, yalnız deveyi gördü. O zatı bulamadı. Süuda gidip olanları söyledi. Süud, (Evet, evet! Ben o zatın zikir ve tesbih ile göklere çıkarıldığını rüyada gördüm. Nur yüzlü kimseler, bu cenaze filan zattır. Ahir zaman Peygamberine dürüst inandığı için, cenazesi semaya kaldırıldı dediğini işittim) cevabını verince, (Beni böyle mübarek bir zatı öldürmek için, gönderirsin. Allahü teâlânın ona olan ihsanını gördüğün halde, bozuk inancını düzeltmezsin) diyerek sövüp saydı. Kendi tevbe etti. Süud, adamının bu sözlerine kulak bile vermedi.

Süud, Medine ahalisini Mescid-i Nebiye toplayıp, Mescid kapılarını kapatıp, kürsüye çıktığı zamanda ise şöyle demişti:
(Ey cemaat! Size nasihat vermek ve emirlerime uymanızı tembih etmek için buraya topladım. Ey Medine ahalisi! Bugün dininiz tamam oldu. Müslüman oldunuz. Allah’ı sevindirdiniz. Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine özenmeyiniz! Allah’ın onlara rahmet etmesi için dua etmeyiniz! Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler. Allah’a nasıl ibadet edeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi, din adamlarımıza verdiğim kitaplarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine uymayanlarınız olur ise, mallarınızın ve eşyanızın, çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubah olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar ve öldüreceklerdir. Peygamberin türbesi önünde, dedelerinizin yaptığı gibi salat ve selam söylemek için saygı ile durmak, vehhabilik dininde yasaktır. Türbe önünde durmayıp, geçip gitmeli. Giderken yalnız, (Esselamü ala Muhammed) demelidir. Peygambere saygı, imamımız Muhammed bin Abdülvehhab’ın ictihadına göre bu kadar yetişir.)
Aslında birkaç satırını yazdığımız sözlerinde, bunların ne derece sapık oldukları açıkça görülmektedir. Vehhabiler, Âdem aleyhisselamın peygamber olduğuna inanmadıkları için ve bütün müslümanlara müşrik yani kâfir dedikleri için, kâfir olmaktadır. Türkiye’deki vehhabiler kendilerine selefiye demektedirler. Selefiye, vehhabiliğin kamufle adıdır.
Aşağıda yazacağımız inançlara sahip olanlar vehhabidir.

Vehhabilerin üç temel inancıAbdülvehhab oğlunun Kitab-üt tevhid ve torununun buna yaptığı Feth-ül mecid adındaki şerhde, 250’den fazla bozuk inanışları vardır. Bunların temeli, üç meseledir.

Diyorlar ki:

1-
Amel [ibadet], imanın parçasıdır, azalır çoğalır. Bir farzı yapmayan, mesela farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz kılmayan kâfir olur. Bu öldürülür, malları vehhabilere taksim edilir.

2-
Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzakta olan diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.

3-
Mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, caiz değildir. Haremeyn halkı şimdiye kadar kubbelere, duvarlara tapındı. Sünniler ve Şiiler bunun için müşriktir. Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek helaldir, kestikleri leş olur.

Diğer yanlış inançlarından bazıları:

1-
Bir Mezhebe uymayı kabul etmezler.

2-
(Türbelerdeki Evliyaya tevessül etmek, şirktir. Peygamberlerin ve Evliyanın mezarlarına türbe yaptırmak, Allah’tan başka şeylere tapınmaktır. Her türbe puthanedir. Bunların çoğu Lat ve Uzza putları gibidir. Müslümanların çoğu müşrik oldu) derler.

3-
Şefaate inanmazlar.

4-
Keramete inanmazlar.

5-
Tasavvufa inanmazlar. Bu konuda şöyle diyorlar:
(Tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmıştır. Tasavvufcular, şirk ve küfür üzeredir. Bunların kitapları, Ebu Cehlin hatırlarına gelmeyen şirk ile doludur. Mürid şeyhine tapınıyor. Evliyanın mezarlarını putlaştırıyorlar. Onlara tapınıyorlar. Mısırlıların en büyük mabudları Ahmed Bedevidir. Muhyiddin-i Arabi, yeryüzünün en büyük kâfiridir.)

6-
Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya hediye etmek şirk diyorlar.

7-
Resulullahı övmeye, Ondan şefaat istemeye şirk, böyle yapan müslümanlara müşrik, yani puta tapan kâfir damgasını basarlar. (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden dua, şefaat istemek, ona tapınmak olur. Mescid-i nebeviye namaz kılmak için girenin, selam vermek için, kabre gitmesi, Hücre-i saadeti ziyaret için, uzak yerlerden gelmek yasaktır) derler.

Resulullahı metheden imam-ı Busayri’nin (Kaside-i bürde)sinden örnek vererek: (Bu sözler Allah’tan başkasına güvenmek, mahluku büyültmektir. Şirktir) derler.

8-
(Arş kadimdir), (Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır) derler.

9-
Sebeplere yapışmaya, vesileye, tevessüle şirk derler.

Not: Bütün bu bozuk inanç ve iddialarına diğer maddelerde cevap verilmiştir.

İbahilik nedir?
Sual:
Vehhabilik, selefilik adı altında sinsice hızla yayılıyor. Mezhep, âlim falan tanımıyorlar. Vehhabi olmayana kâfir diyorlar. Vehhabilikten önce ölenlerin de müşrik yani kâfir olarak öldüklerini söylüyorlar. İslam âlimleri Vehhabilerin kâfir olduklarını bildirmiş midir?
CEVAPVehhabiliği ingilizler kurdurmuştur. Vehhabilerin kâfir olduklarına dair bir çok kitap yazılmıştır.

Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin müftisi ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyhul-hutebası idi. Birçok eserleri olup, (Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram), (Firreddi alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezhebi İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında Vehhabilerin içyüzlerini açıklamakta, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle göstermektedir.

Yusüf Nebhani’nin (Şevahid-ül-hak) kitabında, ikinci Abdülhamid hanın bahriye mirlivası [amirali] Eyyub Sabri Paşanın (Tarihi Vehhabiyan) ve (Mirat-ül-Haremeyn) kitaplarında da iç yüzleri yazılıdır.

İbni Abidin’in üçüncü cildinde bagileri anlatırken ve (Nimet-i İslam) kitabının nikah bahsinde, Vehhabilerin ibahi yani dinsiz oldukları açıkça yazılıdır.

İbni Âbidin
hazretleri buyuruyor ki:
Vehhabiler, kendilerini Müslüman sayıp, vehhabilere muhalif olanların müşrik olduğuna inanırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. (Redd-ül-muhtar)

Nimet-i İslam
kitabını her yerde bulmak mümkündür. Bu kitapta Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmek caiz olduğu bildirilirken Vehhabilerle evlenmenin caiz olmadığı bildiriliyor. Şirk sebebiyle muharremattan olanlar bahsinde bâtıniyye ile evlenmenin haram olduğu bildirildikten sonra, 1 numaralı dipnotta deniyor ki:
(Bâtınıyye ki, onlara Talimiyye ve İsmailiyye ve İbahiyye dahi denir. Son asırlarda onlar vehhabiyye ismini almışlardır Ve din kisvesi içre, öteden beri dinsiz oldukları halde ehl-i dine ihanet ede gelmişlerdir.)
sizler bile bu kitabı övmektedir. Mezhepsizliği savunmak için (Mezhepsizlik Yaygarası) isimli kitap yazan müteveffa Ahmet Gürtaş bile, adı geçen yaygarasında Nimet-i İslam için "Şaheser" tabirini kullanmıştır. İbni Âbidin hazretlerinin Redd-ül-muhtar kitabı ise en sahih, en kıymetli fıkıh kitabıdır.

Kâfir mi, bidat sahibi mi?

Sual:
Vehhabiler için, Herkese Lazım Olan İman kitabında, bidat sahibi denirken, İslam Ahlakı kitabında ise, kâfir deniyor. Bu fark nereden ileri geliyor?
CEVAPKonular anlatılırken, bunların o hususlardaki bazı iddia ve inanışları küfür oluyor, bazıları bid’at oluyor. Küfür olan inanışları yüzünden kâfir, bid’at olan inanışları yüzünden bid’at ehli deniyor. Mesela, (Peygamberler, kabirlerinde, namaz kılarlar) gibi hadis-i şerifleri tevil ediyorlar, bu konularda bid’at ehli oluyorlar. (Herkese Lazım Olan İman)
İdris, Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını inkâr ettikleri için ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir olurlar. (İslam Ahlakı)

Nezâket diliyle cok ilginc ve hos bir anlatim...  

Posted by Tespih Taneleri... in

 
 
Beşerî münasebetlerde üslup ve iletişim dili; üzerinde önemle durulması gereken çok ciddî bir konudur. Zarif üslup ve nâzik bir dil ile sorunların çözümü, hatta üstün başarı mümkün iken, kaba ve sert üslupla çözümsüzlük derinleşir, zıtlaşma ve kutuplaşma hâsıl olur.
 
İnsanları kazanmak, onları hayra yöneltmek yani gönüller fethetmek ancak tatlı dil ve güzel sözlerle mümkündür. Önder konumundaki büyüklerimizin hayatları boyunca verdikleri fazilet mücadelesinde izledikleri metod; zarâfet ve nezâketten başka bir şey değildir.
 
Buna örnek olmak üzere, alınacak ibret dersleriyle dolu bir hadiseyi, Osmanlıca bir eser olan Nevâdir-i Süheylî den sadeleştirerek nakletmek istiyorum.
Umarım beğenir, tefekkür edersiniz. Şöyle ki:
 
 
"Vaktiyle sarayın penceresinden bakınca, karşı evin hanımının câzibeli görünüşüne takılan hükümdar sorar:
-Bu ev ve hanım kimin?
-Hizmetçiniz Firuz'un." derler. Bunun üzerine Hükümdar, şeytanın vesvesesi ile aklına gelen tuzağı kurar, çağırdığı Firuz'un eline bir borç senedi tutuşturur: "Bunu al ve falan köye git, borçluyu bul, parayı tahsil etmeden gelme!" der.
 
Mâsum Firuz, Hükümdarın emrini yerine getirmek için acele hazırlanır, yola çıkar. Ama senedi evde unuttuğunu nice sonra fark eder. Onu evden uzaklaştırdığını gören Hükümdar da, hemen gidip Firuz'un kapısını çalar. İçeriden "Kim o?" demeye fırsat vermeden girip köşedeki sedire oturuverir. Evin hanımı:
-Kimdir bu münasebetsiz ki, izin isteme nezâketi dahi göstermeden girip sedire oturma cür'etinde bulunuyor." Der.
 
Hükümdar kendinden emîn bir eda ile cevap verir:
-Ben kocan Firuz'un efendisiyim, yani Hükümdar."
Hanım hiç aldırış etmeden sertliğini devam ettirir, ikaz eder:
-Efendiler hizmetçilerinin sofralarına göz dikmez. Onun yokluğunu fırsat bilip nâmus düşmanlığına yönelmezler. Şunu bilin ki, bir feryatla bütün mahalle buraya yığılır ve linç edilirsin."
 
Hükümdar bu kurşun gibi çıkışlarla irkilirken, Firuz'un unuttuğu senedi almak için eve geri dönüp, kapıdan içeri girmek üzere olduğunu görünce, yan balkondan atlayıp bahçeden kaçar.
Ne var ki bu durumu sezen Firuz, kurulan tuzağı hemen anlar ve ilk çıkışını hanımına yapar:
-Eşyanı topla ve babanın evine dön. Bana bu evi yıkmak düşüyor artık." Der. Kadın şaşkın itiraz eder:
-Niçin böyle yapıyorsun?Evi yıkacaksın ben nerede kalırım?
Firuz da:-Senin için artık endişe kalmadı.Çünkü Hükümdar sana sarayında güzel odalar ayıracaktır. Bundan böyle çok daha güzel yerlerde yaşayacaksın." Deyince, kadın fazla diretemez, baba evine gider. Ama işin iç yüzünü ailesine açıkça anlatamadığından, erkek kardeşi gelip, Firuz'dan gönderme sebebini sorar. Ancak Firuz da hadiseyi açıklamaktan çekinerek, tatminkâr bir izah yapamayınca mecburen, durumu Saray kadısına intikal ettirir.
 
Kadının erkek kardeşi,Mahkemede şikâyetini şöyle anlatır:
-Biz bu Firuz'a bir bahçe emanet etmiştik. Şimdi ise çiçekleri koparıp yeşilliği harap ettikten sonra bize iade ediyor."
Sözün burasında Firuz kendini savunur: "Hayır bahçeyi ben harap etmedim." Der. Kadı sorar:"Öyle ise, neden iâde ediyorsun?"Firuz'un cevabı çok mânâlıdır.Zira mahkemeyi Hükümdar da izlemektedir.
-Ben gördüm ki; bahçede bir aslan gezmiş, izleri vardı. Düşündüm, bu aslanla bir gün yine karşılaşacağım. Ben onu öldürmek isterken, o daha kuvvetli olduğunda beni parçalayacak!.. İyisi mi, öyle kötü bir hale uğramamak için, bahçeyi sahibine iade ediyorum. Benden sonra aslan mı gezer, kuduz köpek mi, artık beni alâkadar etmez."
 
Mahkemeyi merakla izleyen Hükümdar, burada söz alır, der ki:
-Firuz beni iyi dinle:Bahçene âdî bir aslan girdiği doğrudur. Ancak bir zarar vermemiş, bundan sonra da zarar verecek değildir. Zaten öyle temiz ve asîl bir bahçen var ki, değil vahşi aslan, bir kuduz köpek de girse zarar veremez. Bundan emîn ol ve bahçene sahip çık. Çünkü temiz ve asiller terk edilmek değil, sahip çıkılmaya lâyıktır.
 
Bu açıklama ile rahat bir nefes alan Firuz, kararını açıklar:
-Evet, asiller ve doğrular terk edilmemeli; bilakis sahip çıkılmalıdır. Ben de bahçeme sahip çıkıyor, iade etmekten vaz geçiyorum."
 
Böylece en mahrem, riskli ve ciddî bir dâvâ, mahkemede nezaket diliyle, teşbihlerle güzel bir neticeye bağlanıyor. Her kes buradan gereken dersi çıkarmalıdır.
 
 
HÜDÂYA EMANET OLUNUZ.
 

                                                                     Şevket Tandoğan

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz