Malûm Hastalık: Su-i zan  

Posted by Tespih Taneleri... in





Kâh ekmek kuyruğunda, kâh otobüs seyahatinde, kâh kuaför salonlarında, kâh ev oturmalarında anlatılagelen hikâyelere kulak kabartın; hep başkalarına aittir.

Bir başkasının kahraman olduğu hadiseler ballandıra ballandıra aktarılır. Orada olmayışı kahramanın, cümlelerin hoyratça kullanılması ve en ağır, en hakir ifadelerin yer almasıyla sonuçlanır.
Kimi zaman aşağılanarak kimi zaman küçümsenerek dile getirilen olaylar bir lânetleme ritüelini hatırlatıyordur sanki. Bire bin katarak ağızdan ağıza ulaşır, kulaktan kulağa yayılır, tanıdık tanımadık her kim varsa duysun, öğrensin diye bakılır. Anlatıcı keyifle anlatadursun, bahsini ettiği her ne varsa kendisi hiç yaşamayacak, başına gelmeyecek zannındadır.
Ne büyük bir aldanış! Ne fena bir oyalanmaca! “Kınadığınız, başınıza gelmedikçe ölmezsiniz” hadisince yaptığı yanlışın farkında bile değil. Bile bile uçuruma koşar gibi hali. Adeta bir cinayet işler gibi ibareleri. Ölü eti yemekten hoşlanan kurumlu, çalımlı bir barbar kimliği.

Gıybet ve su-i zan samimî, iki yakın arkadaş. Büründükleri maske alçaklıklarını saklıyor. Herkesi kendi dostluklarına dâvet ediyorlar sevecen bir dil ile. Tatlı sözlerine kanan, maskeye aldanan yalancı balın etrafında uçuşmaya başlıyor.
Oysa tatsa ölecek, bilmiyor.

Hem bilmediği bir şey daha var. Sû-i zan ve sû-i tevilde, bu dünyada muaccel bir ceza var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, sû-i zan eden, sû-i zanna maruz olur. Mü'min kardeşinin harekâtını sû-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i tevile uğrar, cezasını çeker. Ne söyledikleri yanına kâr kalır, ne söylerken aldığı zevki.

Ariflerin, bilgelerin az konuşmasının, çokça susmasının hikmeti bu olsa gerek. Ağızdan çıkan her kelimenin bir meleğe yahut habis bir mahlûka dönüştüğü ve levh-i mahfuzda saklandığı gerçeğini hatırdan çıkarmıyorlar hiçbir zaman. Ya hesap gününde, her birinin bize mükâfat veya ceza cinsinden dönmesi… Düşündürücü ve endişe verici değil mi? Rabbim, bizi ümitsizlik, ucb, gurur ve su-i zandan muhafaza eyle. Âmin.

Son olarak;
Manevî reçetemiz hazır. Bize malzemelerini temin edip uygulaması kalmış. Bir mü'min, birinin bir kusur ve hata işlediğini gördüğünde veya duyduğunda; önce kadere bir hisse vermeli, onun adalet ederek, bu hata ve zaaf ile onu cezalandırdığını düşünerek müsamaha ile bakmalı. İkinci olarak nefis ve şeytanın hissesini çıkarıp hüsn-ü zanla bakmalı. Sonra, kendi nefsindeki kusurları görmeye çalışarak başkalarının kusur, yanlış ve zaaflarıyla uğraşmamalı. Hepimize bu çetin yolda kolay gelsin.

Saliha FERŞADOĞLU

Vefalı Olmak ya da Olmamak...  

Posted by Tespih Taneleri... in



Büyük Türkçe Sözlük, vefa kelimesinin karşılığını şu şekilde veriyor: 'Sevgi, dostluk ve bağlılıkta sebat etmek, sözünde durmak.' Dikkat edelim: Tutma değil, durma.

Vefa ile müteveffâ kafiyelerinin çok sık kullanıldığı şu günlerde, aklıma ilk gelen söz, Mehmet Gündem'e ait: 'Vefaya veda etmeyin, iyilik gördüğünüz insanı unutmayın.'

Bir de yasal uyarı: Vefa, imandandır.

Öte yandan, kimse vefasız olduğunu kabul etmez. Herkesin kendine göre 'haklı bir gerekçesi' mutlaka vardır. Hatta eşi benzeri görülmemiş bir nankörlük içinde olanlar bile vefadan dem vurabilir.
Necip Fazıl boşuna dememiş: 'Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor.'

Olumsuz örneklerin beni götürdüğü yer, tam olarak şurasıdır:
Vefa, kendini bilmektir. Dönüp bakmaktır. Unutmamaktır.

Bunların kolay olduğunu elbette söyleyemem. Kolay olmadığı için, hep aynı noktaya geliyoruz; vefa ve vefat.

'Ayrılıktan şiddetle kaçınmak ve birlikte olmaya ısrarla devam etmek' nasihatine rağmen, insanların yolları ayrılabilir, öncelikleri değişebilir. Öncelik bahsi ve önem sıralaması, uzun bir listedir. Sözgelimi, siz, manzara olsun diye evinizin bahçesine ağaç dikersiniz. Bir başka arkadaşınız da, manzaranın önünü kapatıyor gerekçesiyle ağaçları kesebilir. Galiba budur.

Bize düşen, her türlü olumsuzluğa rağmen, vefa yokuşunu çıkmaya çalışmaktır. Yokuşun sonunda güzel bir şey olmayabilir, olsun.

İnancıma göre, vefa doğuştandır, vefasızlık ise sonradan edinilir. Mesela, "siyasette vefa yoktur" derseniz, vefasızlığı normal bir davranış gibi görmüş ve göstermiş olursunuz. Aynısı, hayatın her alanı için geçerlidir.

Denilir ki, insanın terbiyesi musibet anında ortaya çıkar. Vefalı olup olmadığımız da zor şartlarda, zor zamanlarda kendini belli eder. Üzerimizde hakkı ve hukuku olan insanların zor zamanlarında, onların yanında mıyız, yoksa başka bir yerde mi?

Az biraz mesafe aldığımızda, bizde emeği olanları görmezlikten geliyor muyuz?

Geliyoruz. Üzülerek söyleyelim ki, çeşitli ödeme biçimleri vardır ve bunlardan biri de vefasızlıktır.

Yapılan iyilikler, verilen emekler, elbette alacak hanesine yazılmaz. Fakat vefa diye bir şey varsa, ki var, işte o beklenir.

Emeklerden, iyiliklerden ve sözlerden kurtulmanın en kestirme yolu, maalesef, vefasız olmaktır.

Vefasız kimse, kıymetleri ve emanetleri kırarak, kullanarak ilerler. Oysa dünya taşınmaz maldır ve buradan götüreceğimiz şeyler bellidir.

Kusur aramaya başlarsak, kusursuz insan olmadığını görürüz. Aramayalım. Arayacaksak da, önce kendimizden başlayalım.

Yazılarımızı hep bu anlayışla kaleme alıyoruz. Ortanca çiçeğinin de, balyozun da taşkırangiller familyasından olduğunu bilerek.

Ve kadim kural: 'Tahammül eden, şikâyet edenden daha fazla itibar görür.'

İşte bundan dolayı, konuyla ilgili olarak, en kıymetli tavır, Hüseyin Kazım Kadri'nin şu sözüdür:
 "Dostlarınızdan bir vefasızlık görürseniz, onları sakın kırmayın. Üslup ile geri çekilin."

Bunu birkaç kez denedim. Tavsiye ederim.

İbrahim Tenekeci

Ne zaman kırılsam birilerine...  

Posted by Tespih Taneleri... in

Ne zaman kırılsam birilerine


 Sükut nakışlı hırkalar giyiyorum

 Kıvrılıp da içimin denizlerine

 Boş ver nasılsa öleceğiz diyorum



Kalemin Bahtı  

Posted by Tespih Taneleri... in



Kalem benim icin cok anlam ifade eder. Soylemek isteyipte soyleyemedigim, anlatmak isteyipte anlatamadigim zamanlarim da hep kaleme sarilmisimdir. Kalemimi elime aldigim an da ise zaten gerisi oyle bir gelir ki satir satir, sayfa sayfa... Durdur kalemimi durdurabilirsen..:)
Eskiden beri sure gelen gunluk aliskanligim yazmayi cok sevdigimden hala devam ediyor. Ayrica herkesin bir gunlugu olmasi kanaatindeyim. Saklamayi iyi bilmek sartiyla :)) Fatma Tuncer kaleme farkli bir bakis acisi sunmus, hosuma gitti ve sizinle paylasmak istedim...


Kalemin bahtsızlığı insanın bahtsızlığı gibidir. Eğer insanoğlu insanın eline düşmüşse, yolunuza asılmış bir meşale olur ve aydınlatmaya devam eder. Hak ve hakikatin yanında ve yakınındadır.
Doğrudan şaşmaz, eğip bükmez, inandığını para ile satmaz. Kalem eğer doğru kişinin eline düşmüşse, iyilikten söz eder ve iyiliğin taşıyıcılığını yapar.
Sizler yaşınız kaç olursa olsun, kalemin dilinden dökülen erdem ve iyilikleri okumaya ve üzerinde düşünmeye devam edersiniz. Böyle durumlarda kalem sahibi ile sizin aranızda bir araç olur .

Eğer kalem insanoğlu insanın eline düşmüşse, karanlığı delerek ufuklara doğru yol alır ve insanları Nuhun gemisine çağırır. Canlı bir mekanizma gibidir, hayatınız üzerinde derin tesirler bırakır. Düşüncenizi, bakış açınızı değer algınızı, değiştirir ve dönüştürür.

Kalem hakikatten uzaklaşmış ve karanlığın savunuculuğuna soyunmaşsa artık bu saatten sonra esirdir. Esir düşen kalemin gücü kırılmış, beli bükülmüş ve üç beş kuruşluk menfaat karşılığı satın alınmıştır.


Esir bir insan hangi ızdıraplara hangi mahrumiyetlere düçar olmuşsa o da aynı mahrumiyeti yaşamaktadır. Sahibi karanlığı sahiplenmiştir bir kere ve insanları tek tek alıp kendi kulvarına çekmek istemektedir. Kalem ise bu insanların ellerinde ve kör gönüllerinde mahpustur. Elleri ve ayakları bağlanmıştır ve istemeden karanlığa övgüler yağdırmaktadır.

Kalem esirdir ve artık haklıya haksız, güneşe gece, iyiye kötü demeye başlamıştır. Sahibinin tek niyeti karanlığa adam çekmektir. Kalem ise buna alet edilmektedir. Bu nedenle şafak sökerken, esir düşmüş kalemlerin göz yaşlarını ve ahlarını işitirsiniz. Çünkü kalem bir adamın neden karanlığa talip olduğunu, neden cehennem için bu kadar çok çalışma ihtiyacı hissettiğini, neden kötülüğün taşıyıcılığını yaptığını bir türlü anlayamaz. Ama yapabileceği bir şey de yoktur ve kalemin hesaplaşması ahirete kalmıştır. İki kalem de kendilerine biçilen rolü yerine getirir ve yazmaya devam ederler.


Biri karanlığı yazar diğer aydınlığı ve bu hep böyle devam eder....


Fatma Tuncer

Basit Yaşamak  

Posted by Tespih Taneleri... in ,



“Sen öyle bir yaşa ki, ölüm sana gelirken utansın”

Bir hayatı yaşamak…

Ama öyle sıradan bir yaşama ile değil. Hayatı öyle yaşamak lazım ki; öldüğün zaman insanların önünde el pençe divan durduğu insanları musallada yatan tabutunun önünde vakur bir şekilde dursun. Belki çok ilim sahibi olmayacaksın.
Makamın ve mevkiin çok sıradan bir insanınkinden bile daha az olacak. Mal, mülk desen sadece iki hasırın olacak. Ama görünende olmayanlar manevi anlamda öyle bir olacak ki, cenazeni omuzlarda melekler taşıyacak. Para ile elde edilecek bir makam değildir bu. Maddi değerlerden mahrum olma şartını daha önce söylemiştik. İsmin önünde yer alan unvanların da elde edemeyeceği bir durumdur bu.
Sadece insan olmak ve sadece Allah’ın lütfedeceği bir nimettir bu. Niceleri basit yaşamayı bırakıp dünyalıklarını her geçen gün biraz daha artırmanın peşinde koşturdukça bizler basit yaşamayı unuttuk. Basit yaşamak dediğin de o kadar basit değildir. Bakmayın basit yaşamak dediğime. Basit yaşamak her kişinin değil, er kişinin harcıdır.

Basit yaşamak neden yaratıldığını ve bu yaratılış gayesinin unutmamaktan geçer. Basit yaşamanın yolu sağlam bir imandan geçer. “Allah’tan gayrı ilah olmadığını bil.” (Muhammed: 19)
Önce Allah’ın varlığına ve O’ndan başka tapılacak bir ilah’ın olmadığına inanmak gerek. İnanmakla bitmiyor her şey. İmanın bir gereği vardır. Bu imanın gereği de ibadettir.
“Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zâriyât: 56) Çoğumuz (buna en başta bu yazının müellifi dahildir) unuttuk ve dünyaya daldık. İbadet etmek yerine eğlenceyi tercih ettik. Dünyalık koşuşturmalar, önemli yatırımlar ve dizinin heyecan dolu yeni bölümleri hep kör etti bizleri.
Aslında bunlar gözlerimizi bağlarken biraz da biz yardım ettik onlara. Kuran-ı Kerim’de bahsetmiş benden; “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık, onları gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (Duhân: 38, 39)
Merak ilmin yarısıdır. Bir şeyi bilmek için önce onu merak etmek gerekir. Bizler neden yaratıldığımızı merak etmez olduk. Bir sebeple doğduk, çocuk olduk ve zamanı geldi büyüdük.
 Gün gelecek, zaman dolacak ve bizler öleceğiz. Bu süreç içinde hayatı bir mahlukat gibi yaşamak da bizim elimizde. Hayvanlar da doğarlar, gelişirler, hayatlarını idame ettirmek için avlanırlar ve nesilleri tükenmemesi için cinsi münasebetlere girerler. Olaya bu açıdan baktığımızda herhangi bir fark olmadığını göreceksin.
Bu konuda Said NursiHazretlerinin sözüne kulak vermek gerekir;
"İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder." (Yirmi Üçüncü Söz) Kuran-ı Kerim’de yine bir ayette
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin Suresi 4, 5)

Basit yaşamak görüldüğü kadar basit değil diyenler olacak. Ama insan yaratılışının gereğince davranırsa zaten hayatı basit yaşamış oluyor. Ahmet Mahmut Ünlü Hocaefendi’nin bir programda bahsettiği gibi; cennet insanoğluna bedava verilmiştir. Kimse namaz kıldığımız için bizden para talep etmez. Tuttuğumuz oruçların faturası doğalgaz, elektrik veya su gibi Ramazan sonunda son ödeme tarihli gelmez. Lakin bunların dışında cehennem çok pahalı bir cezadır. Alkolün litresi benzinden pahalıdır. Kumarın faturası kışın doğalgaz faturasından daha fazla gelir. Zina etmek için önce bedel ödersin ve belki aylar sonra her ay nafaka ve veled-i zina masrafları çıkar ortaya.
Şimdi tercih bizlerin.
Basit ve sıradan yaşarsak bize emrolunduğu gibi; kazandığımız üç beş kuruşun da milyarlar kadar bereketi olur. Üstelik basit yaşamak adına her şey bize önceden verilmiştir.
Fethullah Gülen Hocaefendi bu konuda “Bu yüce vazifeleri görebilmesi için gerekli olan şeyler ise, ona çok önceden verilmiştir. İnsanlığa yükselmek için irade ve heyecan; kâinat ve içindekileri tanıyıp sevmek için merak ve güzellik aşkı; dürüstlük ve adâlet için vicdan; varlığa alâka duymak için kalb; bu lütûfları yerinde kullanma ve belli bir ölçüde, iyiyi kötüden ayırdedebilmek için akıl; nihayet, bütün bu işleri yanılmadan, arızasız görebilmek için de vahyin aydınlatıcı tayflarıyla pırıl pırıl bir atmosfer.” demiştir. Basit yaşamak bu kadar basittir.

Bir türlü beceremedim basit yaşamayı. En son bir cenazeyi izledim televizyondan. Hayatı basite indirgemiş bir mübarek yatıyordu musalla taşında. Ne bir makam sahibi olmuştu dünyada, ne de zengindi maddi anlamda. Hayatını sadece Allah’a hizmet için adamış birisiydi. Bu sebeple çok sıkıntılar çekti ve eziyet edildi.
Lakin ne Habeşli Bilal inkâr etmişti ezilirken bedeni taşlar altında, ne de zindanlarda defalarca zehirlenen Said Nursi. O da onların yolunda ruhunu bir gece vakti Rahman’a teslim etti… Kim diye sormayın. Hayatı basit yaşayanların, Allah’a hizmet için adayanların ortak cenazesidir bu hikâye. Hiç değişmez bu senaryo.
Yasin Duyan

Bilemezsin...  

Posted by Tespih Taneleri... in






"Bilemezsin

Sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı.

Hiçbir şey içime sinmedi.


Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var.

Ya da okyanusa su.

Düşündüğüm her şey
Doğu’ya baharat götürmek gibiydi.

Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok,

Çünkü Sen zaten bunlara sahipsin.

O yüzden Sana bir ayna getirdim.

Kendine bak ve beni hatırla!”


MEVLANA

Ekmeklerimizi Kendimiz Yapalim!  

Posted by Tespih Taneleri... in ,



Yiyecekleri ekmeği evinde yaptıran ünlü kişilerden birini zamanında yaşayanlar gibi ben de bilirim. Bu zat Türkiye'nin renkli kişiliklerinden biri olan meşhur valimiz merhum Recep Yazıcıoğlu'dur. Allah (C.C.) rahmet eylesin, bu valimiz başkalarına da bunu tavsiye eder faydalarını anlatırdı.Ekmek nasıl yapılır? Bunu her ev hanımının bilmesi gerekir. Akıllı kadın evindekilere mecbur kalmadıkça çarşı ekmeği yedirmeyen kadındır. Gerisi naylonlaşmak olur.

Ekmek yapmak için malzemeler:


 Un,
Su,
Tuz,
Maya,
Yağ ve yumurta,
Pekmez

Şimdi bunları kısaca anlatarak ekmeğin sağlıklı olarak yapımını izah etmiş olalım.

Un: Tam buğdayın su veya rüzgâr değirmenlerinde öğütülmüş olmasıdır. Diğer tahıllardan yapılan unlar da olur.

Su: Klorlanmış su iyi sudur. Bu suyun tercih edilmesi sağlığa daha uygundur.

Tuz: Ekmeğe lezzet verir, damak tadına daha uygundur. Kaya tuzu kullanılmalıdır. Akıcı paket tuzu kullanılmamalıdır.

Maya: Maya ekmek hamurundan alınıp ekşitilen bu ekşi hamurun ekmeklik olarak yoğrulan hamura katılmasıdır. Bu o ekmek hamurunu kabartır. Ekşitilen hamur mayası daima evde bulundurmalıdır.

Ekşi maya ile yapılan ekmekler hem sağlıklı hem de lezzetli olur.
Doğal maya evde hazırlanmış olan mayadır. Böyle bir maya vitamin bakımından oldukça zengindir, sağlıklıdır, besleyicidir.

Hazır maya diye bilinen bakkal ve marketlerde satılan tercih edilmemelidir. Çünkü bu maya genelde genetiği değiştirilmiş olabilir.
Doğal maya yerli buğday unundan ve su değirmeninde öğütülen buğdayın unundan yapılmalıdır. Bu çok sağlıklı ve besleyici olur.

Yağ ve yumurta: Yağ, ekmeği yumuşak tutar. Yumurta lezzeti arttırır.

Pekmez: Pekmez, ekmeğin hamurunu yumuşatır, hem de lezzet verir.
Damak tadından anlayanlar bunu çok severler.
Pekmez hangi meyveden yapılırsa daha çok o meyvenin tadını hissettirir. Hamurun rengini de koyulaştırır.
Pekmezle yapılan ekmek vücudumuzu zinde tutar. Bu ekmekte pekmezden geçen demir, magnezyum, kalsiyum, krom gibi mineraller de vardır.


Mevlüt ÖZCAN


Çocuklarınıza Hakkını Korumayı Öğretin  

Posted by Tespih Taneleri... in


Kadın öfkeliydi, gözlerini oğluna dikmiş şunları söylüyordu: "Bu gelini annesi dolduruyor, annesi akıl veriyor, gelin dediğin dertlerini içine gömer, kocasını da kaynanasını da çeker. Ama bu, başı derde düştümü annesine koşuyor ..."
Kadın, gelini oğlunu elinden alan ve mutluluğuna gölge düşüren vahşi bir yaratık gibi görüyor ve öfkesini kontrol edemiyordu: "Yıktı benim yuvamı yıktı, hiçbir şeyine müdahale etmemi istemiyor, oğlumla arama girdi bu kadın, beni mahvetti" diyor ve beddualar ediyordu. Kayınvalide daha da ileri giderek ailenin mahremiyetini zedeliyor, sınırlarını ihlal ediyor ve bütün bunlara hakkının olduğunu savunuyordu.

Konuşulanlar arasında " bu gelini annesi dolduruyor, akıl veriyor" cümlesi dikkatimi çekiyordu. Acaba kayınvalideler, neden oğullarını gözlerinden dahi esirgerken, oğullarının eşi için aynı şeyi düşünmezler? Hangi cüretle onlara her türlü baskı ve haksızlığı reva görürler?
Peki hangi anne kızının baskı altında tutulmasına, haksızlığa uğramasına, mutsuzluğuna ve gözyaşına duyarsız kalabilir? Hangi anne el bebek gül bebek büyüttüğü biricik kızının yaşadığı sorunlara kayıtsız kalabilir? Bir anne için çocuk ne ifade eder? Bir çocuk nasıl büyütülür? Neler beklenir? Çocuğu için ateşe atlayan, ölümü dahi göze alan anne, kızının yaşadığı baskılara göz yumabilir mi? Peki, anne, kızının yaşadığı sorunlara müdahale etme ve çözüm yolları arama hakkına ve yetkisine sahip değilmidir?
Hiç kimse kusura bakmasın, ister erkek olsun ister kız olsun bir anne için çocuğu her şeyin önünde gelir ve ona isabet eden her sıkıntı anneyi harekete geçirir. O yüzden kayınvalideler eti senin kemiği benim anlayışı ile hareket ederek, gelinlerine her türlü haksızlığı yapma hakkına sahip olamazlar.
Eğer gelindir ne yapsam yeridir diye hareket ederlerse, bir süre sonra bu kızın annesi de babası da kardeşleri de ona destek verecek ve olaya müdahale edeceklerdir. Çünkü akrabalık bağı, insanların, iyi günde kötü günde birbirlerini desteklemelerini gerekli kılar.

Peki neler yapılabilir? Anne babalar çocuklarını büyütürken, haklarını savunmayı aynı zamanda başkalarının haklarına da saygı göstermeyi öğretmelidirler. Ne yazık ki bizim toplumumuzda kız çocuklarına haklarını savunmak yerine susmak ve haksızlığa rıza göstermek ögütlenir. Oysa sürekli haksızlığa uğrayan ve hakkını savunamayan kadın bir süre sonra yere saplanacak ve aciz duruma düşecektir. Aynı şekilde anneler erkek çocuklarını büyütürken hakkaniyet bilinci vermeli ve bu çocukların aile yaşamlarına saygı göstermeli müdahil olmamalıdırlar.

Fatma Tuncer

Çocuklara Ölümü Nasıl Anlatmalı?  

Posted by Tespih Taneleri... in


Batı dünyasından elimize geçen ve ölümle alâkalı olan çeşitli yazılar, İslâmiyet’in her yaş grubu için ne kadar isabetli müjde ve telkinlerde bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Batılı bir çocuk eğitimcisinin başından geçen çok enteresan bir olay, bu hakikate misâl olarak gösterilebilir.

Çocuklara Ölümü Yanlış Anlatmayın!

Bu eğitimcinin küçük yaştaki kızı, günün birinde, bir türlü yemek yemez olmuştur. Annesi çocuğa önce yemesi için yalvarmış, sonra zorlamışsa da fayda vermeyince acıkması için beklemiştir. Ancak aradan iki gün geçtiği halde küçük çocuk, ağzına bir lokma dahi koymamıştır. En nihayet annesi çok ısrar edince, çocukcağız ağlamaya başlar ve dilinden şu sözler dökülür:
-Ne olur anneciğim sen de yeme, çünkü seni çok seviyorum.

Annesi, neden yememesi gerektiğini sorduğunda küçük kız sebebini söyler ve anne hayretler içinde kalır. Meğer küçük kız ile babası arasında birkaç gün evvel şöyle bir konuşma cereyan etmiştir.

- Baba, niçin yemek yiyoruz?
- Büyümek için.
- Büyüyünce ne olacak?
- İhtiyarlayacağız.
- Peki ihtiyarladıktan sonra ne olacağız?
- Ne olacak, herkes gibi biz de öleceğiz...

O günden sonra çocuk yemek yememeğe karar vermiştir. Çünkü o, herkesin yemek yediği için öldüğünü zannedip; öyleyse yemek yemem; yemezsem büyümem, büyümeyince de ihtiyarlamam ve dolayısıyla ölmem diye düşünmektedir.

Tabii kendisi ölmek istemediği gibi, çok sevdiği annesinin de ölmesini istemiyor. Bu sebeple onun da yememesi için yalvarıp yakarıyor. Ve eğitimci bu hâdiseyi naklederek okuyucularına "Demek çocuklara, anlaşılması zor olan ölüm ve âhiret gibi mevzuları anlatmamalıyız" diyor. Bunu burada noktalayıp bir başkasına göz atalım.

Yanlış Bilgi, Kötü Sonuçtur

"Çocuklara Ölümden Bahsetmeli mi?" konulu bir yazı yayınlar ve ölüm konusunda şu tavsiyelerde bulunur.

"Çocuğunuzun köpeği ölünce, derin bir uykuya daldığını, kardeşi, arkadaşı veya bir yakını ölünce de onların bir seyahate çıktığını söylersiniz" diyor.

Ancak birkaç gün sonra gelen yüzlerce mektupta; çocuğumuzu yatırıp uyutamıyoruz ve birlikte seyahate çıkamıyoruz. Çünkü köpeğinin ve arkadaşlarının başına gelen âkibetin, kendilerine de geleceğinden korkuyorlar, ne yapacağız, şaşkına döndük şeklinde birçok soru soruluyor.

Doktorun cevaben yazdığı yazı ise "Bu meseleyi fazla kurcalamakla hata ettik" şeklinde oluyor.

İşte bu cevaplar hiç şüphesiz çaresizliğin ve aczin, ilâhi esaslardan habersizliğin ifadesinden başka bir şey olmasa gerek. Demek ki, insan nevinin yarısını teşkil eden çocuklar, ancak ölüm sonrası bir hayat inancıyla insanca yaşayabilirler. Ve yalnız Cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler.

Ve her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümlerinin onların endişeli nazarlarına çarpmasına, ancak ebedi hayatın müjdesiyle tahammül edebilirler. Hem bunu tahmin etmek zor değildir. Çünkü çocuklar daha küçük yaşlardan başlayarak çeşitli ölüm-kalım tecrübeleriyle belirli bir ölçüde ölümle ilk karşılaşmaya doğru ilâhi bir programlama çerçevesinde hazırlanmaktadır.

Aydınlık ve karanlığın birbirini takibi, uyuma ve uyanık kalma dönemleri, çeşitli çocukluk oyunları ölüm ve hayat zıtlıkları şuurunu geliştirmekte, çocuk yavaş yavaş bazı şeylerin daimi ve düzenli bir şekilde gelip gittiğini, ister istemez öğrenmektedir.

Bize düşen ise en iyi ve realist telkini, ruha uygun olarak enjekte edebilmektir. Yeri gelmişken bu konuda da bazı tecrübe ve tespitlerin ışığında çocuktaki ölüm şuurunun kendini hangi yaşta gösterdiğine göz atalım.

Henüz 5 yaşına gelmemiş küçüklerin, ölümün varlığından bütünüyle habersiz ve her şeyin canlı olduğu, Macaristan, Çin, İsveç, A.B.D. doğumlu çocuklarda yapılan testlerde hepsinin aynı kavrayış şeklini paylaştığı görülmüştür.

Çocuklara gerçeklerin bizim inancımız doğrultusunda öğretilmesi, onların yavaş yavaş ölüm fikrini kabul etmelerine ve bu tutumlarının düşünce ve konuşmalarına yansımasına sebep olur.

En Çok 7 - 9 Yaşlarında Etkileniyorlar

Pedagog ve psikologlar tarafından yapılan araştırmalar, çocuğun ruhî dünyasının en çok sarsıldığı yaşların 7 ve 9 yaşları olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü çocuğun ölümü ihtiva eden, ölü taklidi yapması gerektiren oyunlara merak sarması bu döneme rastlar. Ölü taklidinin yer aldığı oyunların oynanması, çocuğun ölüm düşüncesini hayatın içine yerleştirmesi açısından tesirli bir rol oynar. Bu dönemdeki çocukların çoğu ölümü, bütün hayatî faaliyetlerin süresiz olarak kesilmesi şeklinde benimserler.

Çocuk ancak kendini doğrulayacak tasvirlere dayalı his ve müşahede tahlillerini yapabilecek duruma eriştiği bu yaştan itibaren, dünyayı ve hayatı tanımayı öğrenmiş ve dolayısıyla içinde yaşadığı cemiyetin bir üyesi olmağa hak kazanmış demektir.

Hiç şüphesiz insanlar içinde yapılan bu araştırmalarda mantık ölçülerine sığmayan tecrübe ve verilere de rastlamak mümkündür. Ancak yine de bunların hepsi bir araya geldiğinde şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle uyum gösteren bir tablo meydana getirmektedir.

Ölüm Gerçeğini Anlatın

Başta zikrettiğimiz iki misalde olduğu gibi; susmak veya meseleyi örtbas etmeye çalışmak kime ne kazandırır? Aslında bizce hiç ehemmiyeti olmayan şeylerin dahi en ince noktalarını soran veya araştıran çocuk, nasıl olur da kendisini ve bütün yakınlarını alâkadar eden ölüm ve âhiret gibi mevzuları sormaz, araştırmaz?

Eğer siz ona "Ölüm yokluk değil!.. Hiçlik değil!.. Sönmek değil!.." hakikatini ve kabir kapısının nur âlemine açılan bir kapı olduğunu anlatamazsanız, çocuğun küçücük kalbi paramparça olacaktır. Oynamakta adi bir oyuncağı dahi elinden almaya çalıştığınızda ağlayan çocuk, eğer ahireti bilmezse, her gün beraber oynadıkları kardeşinin veya sevdiği bir yakınının birdenbire kaybolmasına nasıl tahammül edecektir?

Halbuki ruhu, "âhirete îman" nuruyla aydınlanan bir çocuğun çehresindeki hüzün ve ayrılık sisi dağılacak "Gerçi çok sevdiğim oyun arkadaşım veya kardeşim öldü ama Cennet’in bir kuşu oldu; orada bizden daha iyi yaşar. Hem nasıl olsa biz de O'nun yanına gideceğiz. Ölüm yok olmak değil ki üzüleyim. Ölüm sadece bir vatan değişikliğinden ibarettir." düşüncesi şuur ve hislerine akseder aksetmez, gözyaşları dinecek ve o küçücük kalbi huzur bulacaktır.

Yazımızı ölüm ve çocuk konusundaki bir tavsiye ile bitirelim: “Çocuklar ölümle çok erken yaşlarda ilgilenmeye başlarlar. Öldükten sonra iyilerin cennete gideceğini öğrenmek onlar için çoğu zaman yatıştırıcı olur.

Sevdiği dedesi ölen bir küçük çocuk, bu gerçeği çok güzel dile getirmişti: ‘dedem beni bırakıp cennete gitti, orada başka çocuklarla oynuyor!..’

Çocuğun bu durumuyla ilgili olarak anne ve babalara son tavsiye; onların sevdiği kişilerle bir öte dünyada buluşmak ümidini kırmayın şeklindedir.

Son olarak şunu da ifade edelim ki; ölüm meselesini çocuklara doğru biçimde anlatmanın yolu asıl biz büyüklerin onu doğru şekilde anlamamızdan geçer.

Öğüt (Mesnevi-Mevlana)  

Posted by Tespih Taneleri... in



Avcının yakaladığı küçük kuş birden konuşmaya başladı:

- Ben minicik bir kuşum dedi, etim, dişinin kovuğunu bile doldurmaz. Eğer serbest bırakırsan işine yarayacak üç öğüt veririm. Dinle, birinci öğüdüm şu: “Olmayacak bir söz duyarsan, asla inanma!”


Avcı şaşırmıştı. ikinci öğüdü isteyince küçük kuş:

- Beni bırak, ikinci öğüdümü şu damın üstünde vereceğim dedi.
Avcı kuşu bıraktı. Bir lahzada dama konan kuş:

- Dinle dedi, “geçip gitmiş şeyler için asla üzülme”. Olan olmuş, biten bitmiştir çünkü. Bak, benim karnımda on dirhem ağırlığında bir inci vardı. Çok kıymetli bir inciydi bu. Ne yazık ki elinden kaçırdın…

Avcı daha çok şaşırmış, kuşu serbest bıraktığına pişman olmuştu. Ah vah etmeye, saçını başını yolmaya başladı.
Kuş:

- Ne oldu? diye sordu. Niçin dövünüp duruyorsun? Ben sana olmayacak söze asla inanma dememiş miydim? Sen karnımda inci olduğunu duyunca bu öğüdü hemen unuttun. Kendisi üç dirhem gelmeyen kuşun karnında on dirhemlik inci olur mu hiç? Üstelik ikinci öğüdümü de unutmuşa benziyorsun. Hani elden kaçırdığın şeyler için asla üzülmeyecektin!
Avcı utanmış başını yere eğmişti.

- Üçüncü öğüdünü ver bari diye inledi.
Küçük kuş damdan kalkıp yüksekçe bir ağacın dalına kondu ve oradan gökyüzünün boşluğuna doğru süzülürken şöyle bağırdı:

- Behey sersem avcı, sen verdiğim ilk iki öğüdü tuttunmu ki üçüncüsünü istiyorsun?.

Uyan Artik Ve Ailene Sahip cik!  

Posted by Tespih Taneleri... in



Rabbimiz Teâlâ Hazretleri Rûm Sûresi 21'inci âyette dünya hayatımızın huzur ve mutluluğuna dikkatimizi çekiyor.
Buna göre, yaşamayı sevmemiz evlilikle mümkündür.
Rad Sûresi'nin 28'inci âyetinde,
"İnsanlar ancak Allah'ın koyduğu ölçüler doğrultusunda yaşamakla mutlu olurlar" buyuruyor.
Bu ölçü Kur'ân-ı Kerim'dir; Hz. Muhammed (SAV) Efendimizin yaşam tarzıdır. Tarzımızı O'nun tarzına uydurmamızla ancak mutlu olabiliriz.
Günümüzde toplumlar kapitalizmin vahşi tarzına teslim olmuşlar bundan dolayı da çöküntüler insanlığı katlediyor. Çünkü kapitalizm, gerçek sevgiyi katlederek insanı cinsel bir tüketici kimliğine dönüştürmüştür.

Bugün, bütün eksik ve aksaklıklara rağmen, aile kurumumuz çökmedi ise, işte bu mukaddes prensiplerin temelinde çok güçlü dinamikler olarak mevcut olmasından dolayıdır.
Aile yapımız üzerinde oynanan oyunlarla ilgili sizlere ibret alacağımız bir rapordan bahsedeceğim.
Amerika'daki "Dünya Milletleri Araştırma Enstitüsü"nün 1988 yılında hazırladığı bir rapor var. Bu rapor aynen şöyle: "Hedef aldığımız bütün milletleri ahlâken çökerttik. Sadece Türkiye, sağlam aile yapısı sebebiyle direniyor. Türkiye'de aile yapısını bozmak için medya özellikle televizyonlar ele geçirilmeli ve Türkiye'de genel ahlâkı yıkmak için ABD'de çevrilen filmlerin müstehcenlik dozu artırılarak, medya vasıtasıyla Türk aile yapısı bozulmalıdır."

Sosyal garantimiz olan aileyi yıkmak için işgal medyası iğrenç bir kampanya yürütmektedir. Amerika'nın yayınladığı bu raporun üzerinden 24 sene geçmiştir. 2012 yılı itibariyle aile yapımız üzerinde oynanan oyunlarla gidişatımız bozulmuştur.
Bugün televizyonların gazetelerin yayınları aile yapımızı sarsmaktadır. Eğer müstehcen televizyonları seyrediyor, kerhane albümü gazetelere para veriyorsanız, siz namus katilisiniz. Aile kurumunu yıkmaya yönelik çalışmalar yapan ihanet şebekesinin elemanısınız. Yuvanızın engerek yılanısınız demektir. Medyanın önemli bir bölümü Amerika'nın 1988 yılı raporu doğrultusunda yayın yapıyor. Bundan dolayı günümüz insanı büyük ölçüde maddeleşmiş ve dünyevileşmiştir. Dindar geçinenlerin bile önemli bir kısmı, dünyayı daha yüce amaçlar için vasıta kılma çabasında başarısız kalmışlar, ekonomik hayatlarında kapitalist, sosyal hayatlarında egoist bir hayat tarzına sürüklenmişlerdir.

İbadetler baştan savma yapılmakta,
Dünya işlerine aşırı özen gösterilmekte,
Çocuklar yetiştirilirken büyük ölçüde dünya hayatında başarıları amaçlanmaktadır.
Sohbetler unutulmuş, onun yerini TV seyretmek almıştır.
Ülkemizdeki radikal laiklik anlayışı dindarlığı adeta "gizlenmesi gereken bir ayıp" haline getirmiştir. Bütün bu olumsuz çevre içinde canlı, heyecanlı, ruh dünyasını zenginleştirici bir dindarlık için seçilmiş çevreye şiddetle ihtiyaç vardır.
Ülkemizde aile sarsıntı geçiriyor. Sebepleri
1- Aile sarsıntıları Batı'da sanayi devrimi ile başladı. Bize de sıçradı.

2- Çalışmak için gurbetçilik yaygınlaştı.

3- Kadınlar çalışmaya başladı.

4- Oto kontrol olmayınca zina yaygınlaştı.

5- Kadın çalışma hayatına girince ailedeki samimi hava bozuldu.

6- Ev anne şefkatinden mahrumlaştı.

7- Evler otel havasına büründü. Ev hizmetleri memur zihniyetine dönüştü.


8- Çocuklar yuvalara gönderildi, anne şefkatinden, baba ilgisinden mahrum kaldı. Çocuklar çok analı, çok babalı bir pozisyona düştü. Bunu yapan anne-baba, yuvalarına ihanet etmiş oldu.

Sebepler daha da sıralanabilir.
Aileye sahip çıkalım. Mutlu olmanın yolu da Allah'ın koyduğu ölçülere uymaktır. Bizler bu ölculere göre yaşayalım...





Mevlüt ÖZCAN

Hikmetli Olmak Baska Bir Sey!  

Posted by Tespih Taneleri... in

Kentsel Dönüşüm"ün Düşündürdükleri  

Posted by Tespih Taneleri... in




"Kentsel Dönüşüm Projesi" hiç kuşkusuz cesur bir adım; tek kusuru salt "ihtiyaç" için tasarlanmış olması...

Hâlbuki böyle büyük, köklü, üstelik son derece masraflı değişikliklerde, yalnız ihtiyacın değil, mimari ve estetik kaygıların da hesaba katılması gerekiyor.

Zaten şehirleri (en başta İstanbul olmak üzere) yüksek, çirkin, estetik kaygılardan yoksun binalar inşa etmek suretiyle, yeterince bozmuş durumdayız. İstanbul sur içinde bile tarihi dokunun canına okuduk! Şehrin o etkileyici, insana tarih içinden geçiyor hissini veren görkemli siluetini, ucube gökdelenlerle perişan ettik...

Bari kalan kısmı kurtarmaya çalışalım.

Kentsel Dönüşüm Projesi'ninin bu açıdan büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Doğru olan yapılabilirse, deprem "musibeti"nden "saadet" çıkarılmış olacağız. Aksi takdirde "musibet" katmerleşecek...

Şimdiki halde musibeti katmerleştirmeye doğru gidiyoruz...

Düşünün ki, İstanbul, onbeş milyon civarında nüfusun yaşadığı bir büyük kent (metropol)...

Üstelik bu kent birinci derecede deprem kuşağında...

Ve her an büyük bir deprem bekleniyor...

Böyle bir kentte, "Kentsel Dönüşüm" adı altında, az katlı binaların yerine çok katlı binalar inşa etmek, olacak iş değil!

Kimse "arsa kıtlığı" mazeretine sığınmasın. Türkiye gibi, nüfusuna göre geniş toprakları olan bir ülkede arsa kıtlığı söz konusu olamaz.

En yoğun nüfusa sahip bulunması dolayısıyla İstanbul'u ele alırsak, topraklarının (5. 313 km) sadece beşte biri kadarında yapılaşma olduğunu görürüz.

Daha dünya kadar arsa var ve buralarda yeni yerleşim birimleri oluşturulabilir.

Böyle imkânlara sahip bir şehirde, "Yapısal Dönüşüm" adı altında, yeni gökdelenler inşa etmeye kalkışmak son derece anlamsızdır.

Kaldı ki, bu tür yapılaşmalar, geleneksel yerleşim anlayışımıza, yani eski "mahalle kültürü"müze de uygun değildir.

Osmanlı'nın kendine özgü bir iskân politikası vardı: Ortada bir mescit, mescidin etrafında çoğu iki katlı olarak inşa edilen bahçeli, müstakil evlerden oluşan bir mahalle...

Tek aileye mahsus müstakil evlerde, apartman hayatında olduğu gibi, ortak kullanım alanları mevcut olmadığından kimse kimsenin özel hayatına girmez, kavga-gürültü çıkmazdı.

Bu yüzden de komşuluk ilişkileri çok sağlamdı.

Bir Batı özentisi olarak yataydan (evden) dikeye (apartmana), "mahalle"den "site"ye (sonra rezidansa) geçtik. Hem hamurumuzu teşkil eden topraktan koptuk, hem de komşuluk ilişkilerimiz zayıfladı. Apartmana aynı kapıdan giren, aynı asansörü (merdiveni) kullanan kırk aile içinde, bir birini tanıyan, hele de komşusunun derdiyle dertlenen yok gibi...

Daha pek çok mahzur...

Marmara depremi aklımızı başımıza getirmeliydi, ne var ki hâlâ aklımız bir karış havada: Yine dikey apartmanlar inşa etme peşindeyiz.

Öte yandan, koskoca İstanbul'da doğru düzgün bir "şehir meydanı"mız yok. Taksim Meydanı'nı bile araç trafiğinden arındırmayı daha yeni akıl ettik. Oysa şehirler meydanlarıyla anılır.

Yeni meydanlar açmak şöyle dursun, mevcut meydanları ya demir parmaklıklarla (Sultanahmed Meydanı gibi) böldük, ya otoparka (Bayezid Meydanı gibi) dönüştürdük ya da Aksaray Meydanı gibi (Osmanlı'nın Et Meydanı) üst geçitlere, duraklara kurban ettik...

Açıkçası "Kentsel Dönüşüm Projesi"nde kaç meydan plânlandığını merak ediyorum?


Yavuz Bahadıroğlu

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz