Küsmek mi?  

Posted by Tespih Taneleri... in





Küs mü barış mı' yapardı çocukken, orta parmağının üzerine işaret parmağını koyarak. Karşıdaki orta parmağı işaret parmağının üzerinden çekerse, barışığız demekti bu.
 
Çekmezse küsüz. Artık küs mü barış mı demeye gerek duymuyor. Küsmek istiyor ve küsüyor, o kadar.
 
İnsan, zarar göreceği şeyi göz göre göre yapar mı?
 İnsan bu, yapar. Şimdiye kadar hiçbir faydasını görmediği, kavga etmekten bin kat daha zor ve akşama kadar taş taşısa onu bu kadar yormayacak olan bu eylemden yine de vazgeçemiyor. Onu bundan vazgeçirecek kendi dışında bir güce ihtiyacı var.
 
Karıkoca birbirlerinin yüzlerine bakmıyorlar. Birinin yüzüne bakmaktan kaçınmak ne zor, diye düşünüyor kadın. Bugün küslüklerinin tam altıncı günü. Şiddetli bir kavga etmişlerdi. Ne eve girerken ne çıkarken tek kelam etmiyorlar. Selamı sabahı kesmiş durumdalar.
 
Kadın tartışmayı, kavga etmeyi anlayabiliyor. Bazen ellerinde olmadan birbirlerine ters laflar edebilir, kalplerini kırabilirler. Özür dilenip kavgayı ve küslüğü bitirmeli ama. Küsmeye olan enerjiyi nereden aldığını bilemiyor kocasının.
 
Ne de olsa küsmek için bayağı bir enerji lazım.
"Buna ne demeli peki," diye geçiyor aklından, çorbayı ısıtırken, "selam sabahı kesen herhangi iki insan değil, karı koca. Aynı evin içinde yaşayan, yıllarca aynı yastığa baş koymuş iki insan."
Soğuk savaşın akşamki bölümü başlıyor, kadın sinirle masaya iki tabak yerleştiriyor. Bilhassa ses çıkarıyor ki, kocası yemeğin hazır olduğunu duysun da ona seslenmek zorunda kalmasın. "Yemek hazır" demek bile içinden gelmiyor. Kocasının küsmelerinden gına geldi çünkü. O da küsmeye küsmekle karşılık veriyor artık.
 
Adam da soğuk savaşa hazır. Yemeğin hazır olduğunu bildiği halde kılını bile kıpırdatmıyor, sırf karısını sinir etmek için. Beni yemeğe çağırmadın, kendi başına yedin, diye onu suçlayabileceği malzeme toplamak derdi. Kadın, bu kez çatal ve kaşığını kullanırken mahsustan ses çıkartarak, yemeğe başladım, hadi gel, demeye getiriyor. Adamın karnı açlıktan gurulduyor. Gitse mi ki? Karısına inat, o da sandalyeyi sertçe çekerek masaya oturuyor. Eşyaları enstrüman gibi kullanarak müzik yapıyorlar sanki.
 
Kadın çorbasını bitirip tavuklu pilav servisi yapıyor. İçinden bir ses, kocasına servis yapmamasını söylüyor. Kendine küs kalmak için direnen birine niye servis yapsın ki. Kadın içindeki sese yeniliyor.
 
Daha kaç gün küs kalıp kendilerini birbirlerinden mahrum bırakacaklar? Küslüğün en kötü yanı da bu. Keşke bir süresi olsa.
 
Karısı eskiden sorardı kocasına, niye küsüyorsun, diye. Adam küs ya, beyefendi neden küs olduğunu söylemeye tenezzül etmez hiç. "Bari neden küs olduğunu söyle de ben de bileyim. Küs olmanın en ilkel yönü bu, insan küsebilir tamam, gönül koyabilir, bunu da anlarım ama neden küstüğünü açıklamak şartıyla." Kaç yüz kez söylemişti bunları kocasına. Adam hiç oralı olmamıştı. Artık kadın adama ne neden küs olduğunu soruyor ne de barışmak için çaba gösteriyor.
 
Kadın masayı topluyor, bulaşıkları makineye yerleştiriyor. Kocasıyla konuşmayı öyle özledi ki. Sandalyeyi çekip mutfak masasının başında öylece oturup kalıyor bir müddet. Sonra laptopunu mutfağa getirip açıyor. Üyesi olduğu e-posta grubundan gelen bir e-postayı okuyor. Grubun bir üyesi küsmeyle ilgili bazı bilgileri derlemiş.
E-posta, William Shakespeare'in Kral Lear oyunundan bir alıntıyla başlıyor:
 
"Hatırlıyor musun Cordelia? ?
 
Çok, çok eskiden bir zamanlar
 
Üç günden fazla küs olmak günahtır, derdin.
 
Ya üç gün geçmedi aradan?ya da sen bana küsmedin."
 
Evet, diyor, Shakespeare haklı, eskidenmiş o üç günden fazla küsmenin günah olduğunun bilindiği zamanlar. Küsmeyle ilgili birkaç hadisi nefes nefese okuyor. Bir tanesini tekrar tekrar: "Bir mü'minin diğer bir mü'mine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz. Üzerinden üç gün geçince, ona kavuşup selâm versin. Eğer o selama mukabele ederse ecirde her ikisi de ortaktır. Mukabele etmezse günah onda kalmıştır."
 
Okuma sırası bir kıssaya geliyor.
 
 "Bir gün, iki Peygamber torunu, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin arasında bir meselede anlaşmazlık çıkmıştı. İkisi de birbirlerine gücendiler. Fakat, çok geçmeden ikisi de bir hiddet anında birbirlerine söyledikleri sözlerden pişman oldular.
O sıralar biri gelip Hz. Hüseyin'e; "Sen Hasan'ın küçüğüsün. Gidip özür dilemek sana yakışır." dedi.
 
Hz. Hüseyin şöyle cevap verdi: "Ben Resû-lullah'tan bir hadis duymuştum. Barışmayı ben talep edersem, dedemin emrine karşı gelmiş olmaktan korkarım."
 
Hz. Hüseyin, duyduğu hadisi şöyle açıkladı: "İki kimse arasında uyuşmazlık çıkar da hangi taraf başını eğip öteki tarafla anlaşmaya talip olursa, cennete ondan önce girer."
 
Bu hadisi zikrettikten sonra, Hz. Hüseyin, "Barışmaya ben talip olursam, ağabeyim Hasan'ı sevap işlemekte geçmiş olmaktan çekinirim." dedi. "O yüzden, bekliyorum ki, o bana gelsin. Hz. Hasan, bunu duyunca Hz. Hüseyin'in yanına koştu ve derhal kucaklaşıp barıştılar."
 
Kadının gözleri yaşarıyor. E-postayı kocasına yolluyor. Son çaresi bu.
 

Mustafa Ulusoy
 

Orucum Bozuldu mu Anne? (Ramazan Bayramınız Mübarek Olsun)  

Posted by Tespih Taneleri... in



Çocuklukta tutulan oruçların zevki başkadır. Aynı zamanda oruç olduğunu unutup bir şeyler yemenin ardından gelen telaş da bir başkadır...

Çocukluğumda Ramazanla ilgili ilk aklıma gelen ”Allıballı” dır.




Hani çubuğa sarılarak satılan şekerler var ya, işte o…

İlkokula gitmiyordum o zamanlar.

Kardeşimle aldık bir güzel yedik…

Daha sonra oruçlu olduğumuz aklımıza geldi.

“Anne biz Allıbalı yedik orucumuz bozuldu mu?” dedik.

Annem: “Yok çocuklar siz devam edin bir şey olmaz” dedi.

Şimdi benim 10 yaşında bir kızım var.



Adı Betül. Bu sene oruç tutmaya başladı.

Sahura kalkamadığında yarım gün tutuyor.

Geçenlerde yine tam gün oruç tutuyordu.

Akşam vaktine yakın dışarıya oynamaya çıkmıştı.

Baktım daha sonra aşağıdan bana sesleniyor:…

“Anneee gözleme yedim orucum bozuldu mu?”

Yok kızım sen orucuna devam et, bir şey olmaz dedim.

O hassasiyeti göstermesi hoşuma gitti.

Bir de hiç unutamadığım bir şey var ki;…
Allah rahmet eylesin babam her ramazanın bitişine üzülüp ağlardı…
RABBİMİZ BİZLERİ, RAMAZANIN KIYMETİNİ BİLENLERDEN EYLESİN. (Amin)
*alıntı*

Evet kusurlarimizla, acziyetimizle, boynumuz bukuk, hafif mahcup bir eda ile Sehr-i Ramazana veda vakti geldi... Iste yukardaki gibi anilar da kalacak bazi yasananlar... Bakalim seneyi gorebilecek miyiz?
Soylene soylene, sicaklar diye diye, susuzlukmus, efendim halsizlikmis falan filan derken iste bitti.. Hersey gibi bu da gececekti zaten, bosuna konustuk, bosuna korktuk:((
Simdi cok mahzun ve huzunluyuz belki ya da icten ice seviniyoruz bitti sonunda der gibi... insan kendine bile durust degil ki!
Eyy Sehr-i Ramazan sen hakkinla geldin yine gumbur gumbur... Bereketinle, huzurunla herseyinle yine memnun edemedin degil mi?
Eeee bosuna Allahu Teala buyurmamis :
"Insan Rabb'ine bile cok nankordur!" diye..
Kusura bakmayin arkadaslar, ben her Ramazan bitiminde cok huzunlenirim... Hakkini verebildim mi veremedim mi diye kendi kendimi yerim...
Bu da satirlarima yansiyor ister istemez..


Gunlerdir bekledigim yolculuk kesinlesti, yarindan sonra bir hafta kadar buralarda olmayacagim... Bazen insanlarin uzun uzun yollarda dura dura yolculuk etmeye ihtiyaci oluyor... Tefekkurle tebdil-i mekanin verdigi huzur...
Allah herkese nasip etsin insaallah...
Rabb'imin lutfu hatta mucizesi olan seyahatimde aklim burda kalacak..:) Ancak o kadar hasretle bekliyordum ki gitmek durumundayim...
Seneye Ramazan'a tekrar daha ihlasli bir sekilde kavusmak umidi ile...


Allah'a emanet olunuz...

RAMAZAN BAYRAMINIZ MUBAREK OLSUN...


İyi Türk İyi Kürt  

Posted by Tespih Taneleri... in



İslamda din ve dünya ayırımı yoktur,
İslam'ın devleti vardır ama İslam öncelikle devlet değil, dindir.
İslam'da cihad vardır ama terör yoktur.
İslam'da politika olabilir ama İslam politikası İslam dininin üzerinde değildir.
İslam bir ideoloji değildir.


İslam dindir, İslamcılık ideolojidir, ikisi özdeşleştirilemez.
Bütün İslamî aktivizmler İslamın kendisi değildir.
Dinsizlerin türetmek istedikleri light ve ılımlı İslam'da elbette İslamî renkler ve motifler vardır ama light İslam, İslam değildir.

Kur'an, Sünnet, Sevad-ı Azam ve Cadde-i Kübradan az veya çok ayrılan fırkalar ve hizipler, İslamî fırka ve hiziptir ama İslamın kendisi değildir.
İslam ilahî dindir.

Allah katında hak, geçerli, makbul din olmakta şeriki=ortağı yoktur.
Hz. Muhammed'in (Salat ve selam olsun ona) davetini ilan etmeye başlamasından sonra başka hak din yoktur.

Üç ibrahimî değil, bir ibrahimî din vardır, o da İslam'dır.
Farmason Afganî gerçek İslam'ı temsil etmez, o bir İslam büyüğü değildir.
Mısırlı, Pakistanlı İslam aktivistleri Sevad-ı âzam olan gerçek İslam'ı temsil etmezler.
İslam denilince dünya nizamı, İslam devleti de dinin içinde mütalaa edilir. Ayrıca İslam devleti demeye lüzum bile yoktur.

Bütün hatâlı taraflarına rağmen, Hülefa-i Râşidîn devrinden sonra Kitab ve Sünnete en uygun İslamî uygulama OSMANLI devletidir.

İslam ile Avrupa medeniyeti kesinlikle uyuşmaz ve bağdaşmaz.

Dinim İslam, milletim Türk, medeniyetim Avrupa medeniyeti sloganı yanlıştır.
İslam'da din ve millet birdir.
Kavmine, akrabasına, milletine iyilik ve hizmet etmek, İslam'a aykırı değildir ama İslam ile ırkçılık bağdaşmaz.

Moiz Kohen Tekin Alp'in çıkardığı Türkçülük İslam'a aykırıdır ve Türklere son derece zararlıdır.
Tarih boyunca Türkler İslam'a büyük hizmetler etmiştir ve bununla iftihar edebilirler.
Zahiren sofu ve dindar görünse bile, nifakı kendisini dinden çıkartan ve kafir eden hiçbir münafık mü'min değildir.

Kurtuluşa ermek, ebedî saadete kavuşmak isteyenler iyi Müslüman olmaya çalışsınlar.
İyi Müslüman aynı zamanda iyi insan ve iyi vatandaş demektir.

Türklere, Türkler içinde en büyük örnek Şeyh Ahmed Yesevî hazretleridir.
İyi Türk olabilmek için ona benzemek, onun gibi yaşamak, onun gibi inanmak, onun ahlakına sahip olmak gerekir.

İslam karşıtı, açık kafir veya münafık Türklerin veya Türk sanılanların peşinden gidenler iyi Türk olamaz.

Araplar, Türkler, öteki kavimlerin mensupları arasında Allah katında üstünlük taqva iledir.
PKK ve Kürt milliyetçiliği İslam dışı bir harekettir ve Müslüman Kürtlere fayda değil, büyük zarar getirir.
İnsanlar zaman ve mekanla mukayyed oldukları için, ülkelerini ve vatanlarını sevmek ve korumakla mükelleftir.

Osmanlı cihan devletinin son parçası olmak itibarıyla ülkemizde 78 etnik kökene mensup kimseler vardır. Bunları birbirine bağlayan İslamdır. Bunların barış, kardeşlik, anlayış ve uyum içinde yaşamaları gerekir.

Bir Türke yapılabilecek en büyük iyilik onu gerçek bir Müslüman olarak yetiştirmektir.
En iyi ve vasıflı Türk, dindar bir Türktür.

Ahlakı ve karakteri düzgün almayan bir kimse kesinlikle iyi ve vasıflı bir Müslüman değildir.
Bir Kürde yapılabilecek en büyük iyilik ve hayır onu iyi bir Müslüman olarak yetiştirmektir.
Bir Alevîye yapılabilecek en büyük iyilik onun Kur'ana, Peygambere, İslamın temel prensiplerine, Ehl-i Beyte uyan gerçek bir Müslüman olarak yetiştirilmesidir.

İslamın, Kur'anın, Peygamber öğretilerinin dışında necat ve felâh yoktur.
Türkler iyi Müslüman, dolayısıyla iyi Türk olsunlar.
Kürtler iyi Müslüman, dolayısıyla iyi Kürt olsunlar.
Diğer etnik kökenliler iyi Müslüman, dolayısıyla iyi Çerkes, iyi Arnavut, iyi Gürcü vs. olsunlar. Böyle olabilirsek ülkemiz, milletimiz, devletimizi dünyaya örnek olacaktır.
Aksi takdirde zillet içinde sürünüp duracağız, İslam düşmanlarının maskarası olmaktan kurtulamayacağız.



Mehmet Şevket EYGİ

Siz Hic Buruk Bir İftar Yasadiniz mi?  

Posted by Tespih Taneleri... in



 Siz hiç buruk bir iftar yaşadınız mı? Enfes iftar sofrasına oturmadan önce,sadece makarnayla iftarını açacak olan bir aileden haberiniz olsa ne yapardınız?...

O gün çok telaşlıydı. İftara gelecek olan misafirler için hazırlık yapıyordu. Eşi, o beldenin sevilen doktorlarındandı. Hastanedeki tüm doktorları, hemşireleri çağırmışlardı iftara. Camların tozunu alırken, karşı arsadaki gecekondunun bacasından, kara dumanların yükseldiğini gördü.

“Ne yakıyorlar bunlar böyle? Etrafı, kötü koku ve is sardı” diye söylendi. Hışımla kapattı camı. Bu kötü kokunun, evini de sarmasını istemiyordu. Geniş salona, iki ayrı masa kurdu.

Tepsilerde çeşitli börekleri, birbirinden farklı bir yığın tatlı çeşitlerini, tencereler dolusu etli yemekleri ve özenle süslenmiş salataları, tablo gibi dizdi masaya. Masalarda, eksik olup olmadığını kontrol ederken, ikindi namazını kılmadığı geldi aklına.


Hızla abdest alıp, namaza durdu. Namazını bitirmişti ki, meyve almayı unuttuğu aklına geldi.
Her şey hazırdı. Akşam ezanının okunmasına daha zaman vardı. Hazırlanıp manava gitmek üzere çıktı evden.

Manava geldiğinde gözü birbirinden güzel meyvelere takıldı. Dört beş çeşit meyve aldı. Poşetleri zor taşıyordu. “Aslında tüm bu yaptıklarım ve aldıklarımla, bir tabur asker doyar. Biraz abarttım galiba” dedi. “Ama olsun mübarek günde, gelenlere ikram etmek lazım. Hem beni, beceriksiz biri olarak görmelerini istemiyorum.”

Elindeki poşetler gittikçe ağırlaşıyordu sanki. Bir gecekondunun önünde durup poşetleri yere bıraktı. Karşıdaki kendi evinin penceresine baktı sonra. Camları temiz görünüyordu.
Gecekondudan gelen bir çocuk sesi duydu. Annesine sürekli sorular soruyor, annesi de üzgün bir ifade ile ve sabırla karşılık veriyordu.


“Anne iftara ne kadar kaldı?”
“Yarım saat yavrum.”
“Peki iftarda, ne yiyeceğiz anne? Sahurdan kalan makarnayı mı?”
Annesi bir an durakladıktan sonra:
“Evet yavrum. Ne güzel değil mi? Allah’a şükretmemiz lazım, onu da bulamayanlar var” dedi.
“Peki anne, babam Almanya’dan dönünce sucuk da yer miyiz?”
Annenin sesi titriyordu. Kesik bir ses tonuyla:
“İnşallah yavrum, inşallah.”
“Ama hep inşallah, diyorsun. Babam hiç gelmiyor. Babam bizi unuttu mu yoksa?”
“Orada çalışıyor ya yavrum.”
“O zaman neden sana, para göndermiyor? Sen, neden başkalarının evlerini temizlemeye gidiyorsun? O sana gönderse ya!”
“Para biriktiriyor yavrum. Geldiğinde çok parası olsun, sana, her istediğini alabilsin diye para biriktiriyor. Hadi gel istersen makarnayı ısıtalım. Bak iftara az kaldı. Soframızı bir güzel kuralım seninle. Sonra dua edelim.”
“Allah’ım verdiğin nimetlere hamdolsun diyelim ki, nankör bir kul olmayalım değil mi yavrum?”

Annesi elinden tutmuş oğlu ile mutfağa girdiğinde camdan yabancı kadını fark etti.
“Buyurun bir şey mi istemiştiniz?”
“Başım döndü biraz, içeriye girebilir miyim? Biraz dinlensem iyi olacak.”
“Tabi buyurun.”
Genç kadın, içeriye adım attığında üzüntüsü daha da arttı.
Elindeki poşetleri oturduğu yere bıraktı.
“Ben, karşıdaki komşunuzum. Şu karşıdaki apartmanın, üçüncü katında oturuyorum. Adım Mukaddes. Ya sizin?”
“Benim de Münevver.”
“Tanışmak bugüne nasipmiş Münevver Hanım. Tanıştığımıza memnun oldum” derken mahzun mahzun bakan çocuğa döndü:
“Oruç tutuyor musun yavrum?”
“Evet tutuyorum, teyzeciğim. Hiç kaçırmadım.”
Çocuk annesine dönüp: “Anne, ben dışarıda ezanı dinleyeceğim. Okununca sana haber veririm” diyerek dışarı çıktı.
İki kadın, baş başa kalmışlardı. İkisi de konuşmuyor, derin bir sessizlik içerisinde yere eğilmiş, utangaç bir şekilde oturuyorlardı. Sessizliği doktorun eşi bozdu:
“Eşiniz yok galiba”
“Eşim... Almanya’ya çalışmaya gitti” dedi alçak sesle…
“Orada ikamet etmesi için, Alman bir kadınla evlenmesi gerekiyormuş… Anlaşmalı bir şekilde boşandık. O günden sonra, bizi ne aradı, ne de sordu…
Beni de çocuğunu da unuttu demek ki…”

Mukaddes hanımın gözleri buğulandı. Bu kadar yakınında yardıma muhtaç ve zor durumda olan biri vardı ve o, bundan habersizdi… Kendini çok kötü hissetti. Onların iftar sofrasındaki makarna ile, evinlerindeki mükellef sofrayı kıyasladı. Utancı bir kat daha arttı. Allah’a nasıl hesap verecekti?


“Komşusu açken, tok yatan bizden değildir” diyen Resul’e nasıl bakacaktı?… O gün, tüm uğraşılarının aslında dünyalık olduğunu düşündü. Bu ailenin ihtiyaçlarını gidermek için eşiyle görüşmesi gerekiyordu.
Ezana on beş dakika kalmıştı ki, kararlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı:…

“HADİ BUYURUN, BİZE GİDİYORUZ.
HEP BERABER İFTAR YAPMAYA...

Allah cumlemize boyle duyarli olmayi nasip etsin..amin...

Yanmak Var 'Yanmak' Var!  

Posted by Tespih Taneleri... in







Dünyaya Allah’a aşkla bağlanmak, yalnızca O’na kul olmak, O’na şevkle ibadet etmek, Rabb’imizin aşkı ile yanmak için geliriz. Mutluluk Allah aşkıyla olur, bunun dışında kalpler tatmin olmaz, kurtuluş gerçekleşmez.


Her an Allah aşkıyla yanmak, insana bir enerji ve canlılık verir. Bu ruhla yaşayan, Allah’a derin bir teslimiyeti ve Allah korkusunu derinden hisseden, Kur’an’a tam tabî olan mümin için tedirgin olacağı, rahatsızlık duyacağı bir şey yoktur. İnsan ancak Allah aşkıyla huzur bulabilir, tevekkül edip rahat olabilir.

Bediüzzaman Allah aşkını mealen şöyle tarif eder: “Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni sevgililere yönelik olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî sevgili, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, kalıcı bir sevgili arattırır; geçici sevgiliye değil, Allah’a olan aşka dönüşür.”

Sonsuza kadar Allah aşkıyla yanmak, sonsuza kadar aynı şiddetli aşkla yaşamak muhteşem güzel bir duygudur. Bu sebeple ölüm, mümin için cennete vesile olma, Rabb’ine kavuşma yönünde bir nimettir.

İnkârcı, ölümle birlikte her şeyin biteceğini, yok olacağını düşünür. Bu dehşet vericidir, korkunç bir şeydir. Ancak onun için asıl korkunç olan her şeyin yeni başlıyor olmasıdır.

Dünya hayatında fıtratına ters sürdürdüğü eziyet dolu hayatı gibi, ahiret hayatı da eziyettir.
O da yanar ama Allah aşkı ile değil, ahiret azabı ile. Sorar Rabb'imiz;
" Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin?"
Ne alıkoyar, ne bırakır.
Beşere delicesine susamıştır.
(Müdessir Suresi, 27-29)

Allah'tan ‘içi titreyerek korkan’ öğüt alır-düşünür.
'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır.
Ki o, en büyük ateşe yollanacaktır.
Sonra onun içinde o, ne ölür, ne yaşar. (A'la Suresi, 10.. 13)

Önünde cehennem vardır ve (orada) irinli sudan içirilecektir. Yutkunmaya çabalayacak ve boğazından geçirmeyi başaramayacak, ona her yandan ölüm gelecek, oysa ölmeyecek de. Ardından daha katı bir azap olacak. (İbrahim Suresi, 16-17)

Cehennem ne alıkoyar, ne bırakır. Ölüm her taraftan gelir ama Rabb'ini inkar eden onun içinde ne ölür, ne yaşar. Ve şimdi bütün "yüzler, diri, kaim olanın önünde eğik durmuştur ve zulüm yüklenen ise yok olup gitmiştir. (Taha Suresi, 108-111)

Allah aşkıyla yanan mümin acı hissetmez. İbrahim(as) gibi, ateş ona serin olur. Dünyanın da ahiretin de lezzetidir Allah aşkıyla yanmak.

"Yanmak var, yanmak var. Odun yanar kül olur. İnsan yanar kul olur!.. Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur." Mevlâna Celâleddin


Fuat Türker

İlk Tuttugumuz Oruc Unutulur mu?  

Posted by Tespih Taneleri... in



“Ben ilk orucumu, annemin okuduğu mukabeleleri ve sohbetleri özledim” diyen birinin ilk orucunu ve çocukluktaki Ramazan anılarını hep birlikte yaşamak ister misiniz?

Çocukluk bir başkadır… Teravih, sahur, iftar hatıraları ise bambaşka…



Siz hiç, kıyamadıklarından dolayı oruç tutmanıza izin vermeyen büyüklerinize küsüp, sessiz sessiz ağladınız mı?…
Bu küskünlüğünüz; “Hadi kerata bu gün oruç tutabilirsin” dediğinde, dünyalar sizin olmuş gibi sevindiniz mi?…
 Sizin de pehlivan gibi, Tahir Dayınız var mıydı?.. İki koltuk altınızdan tutup; “Vay benim aslan yeğenim büyümüş de oruç tutmuş” diyerek, tavana fırlatıp, sonra yakalayarak candan sarıldı mı?...

Sahi, sizin Bakkal Veysel dedeniz var mıydı?... Hani o pamuk gibi sakallı, hep gülen gözleri olan dedeniz… “Senin benzin solmuş... Anlaşılan oruçsun… Al şu kırmızı lokumlar benden sana iftarlık... Yiyince yine yanakların al al olur” diyen o hep güzel kokular sürünmüş, gül kokan dedeniz?...

Ya Avucunuza, kendi el yapımı pestili tutuşturup, bir iki de ceviz bırakan, “Cevizle pestil iftardan sonra iyi gider” diyen, Zarife yengeniz...

Hep, kandil günlerinde, bayramlarda buruşuk ama yumuşak elini öptüğünüz Cahide ninenizi hatırlıyor musunuz?... Hani siz elini öptükten sonra, para cüzdanını çıkarıp, fermuarını titreyen elleriyle açıp size yirmi beş kuruşlar, bir liralar veren nineniz?...

Size sırf oruçlu olduğunuz için kaymaklı kadayıf yapan Nahide ablanız, kuşlu pantolonu bayrama yetiştirmeye çabalayan Nadire Ablanız…

Ve eline her geçeni, canı istediği halde kendisi yemeyip size veren Fatma ablanız var mıydı?...
Mahalle caminizin minaresinden, Müezzin Fahri Amca, size el sallayıp, “Bak işte minareye çıktım... Topa beş dakika var” müjdesini verir miydi?...

Kapınızın önünden boz eşeğine binip giderken duran, “Topu böyle sabırsızlıkla beklediğine göre, sen oruç olmalısın... Eşekler, oruçlu olanları taşımaktan zevk alır” diyen yüz yirmi kiloluk Mahmut Amcanız, kendisi eşekten inip de, sizi bindirdi mi hiç?...

Öğleden sonraları evinize gelen nur yüzlü komşularınızın, annenizin okuduğu mukabeleyi ve sohbetini takip ettikleri huzur iklimini içinize çektiniz mi hiç?...

Hüseyin Amcanız yanınıza gelip, “Bizim için dua et… Oruçlu çocukların bütün duası kabul olur...” diye sizden yardım istedi mi?...

O zaman Allah’ın gönlünüze sığdığını, size çok yakın olduğunu, sizi çok sevdiğini hissettiniz mi?... İçinizden; “Ben de seni seviyorum, Güzel Allah’ım” diyerek haykırmak geçti mi?...

Karşıda ki kaleden top atılır atılmaz eve doğru koşarken ayağınız bir taşa takılıp, dizinizi acıttınız mı?... Bütün bir aile başınıza birikip, acıyan yerinizi öptüler mi?... Bütün suçu, sizi görmemek olan, ayağınıza takılan taşa olmadık sözleri söylemediler mi?...

Siz sevilmenin ne kadar güzel bir duygu olduğunu; sevginin, bir gün boyu suya hasretken ona kavuşmaktan bile güzel olduğunu öğrendiniz mi?... Sevgi tohumu içinize bire, milyon verecek berekette ekildi mi?...

Bütün bir aile bekleyip, önce senin orucunu açmanı seyretti mi?...
Ekmeğin ne kadar güzel koktuğunu, zeytinin ne kadar lezzetli geldiğini, suyun ne kadar değerli olduğunu fark ettiniz mi?...

Ve bir an hüzünlenip, sofrasında bol nimet bulamayanları düşünüp, boğazınızda lokmalar düğümlenirken; niçin durgunlaştığını soran annenize;…
“Ali’ler’in sofrasında bunlardan yok” dediğinizde; "Var yavrum... Aynısından onlara da verdik" cevabını aldınız mı?... Sevinçten uçup, merhametini yalnızca size verip tüketmeyen, komşularınızı da gözeten annenize sarıldınız mı?...

Ve siz hiç, çocukken oruç tutmanın zevkini tattınız mı?... Mutlaka tatmışsınızdır... Benim çocukluğumun ilk orucu o kadar güzeldi ki?...
Ben yine çocuk olmak istiyorum...
Rahmetli annemin evimizdeki mukabelelerini ve sohbetlerini çok özledim...

BEN O İLK ORUCUMU İSTİYORUM...

-alinti-


  Allah ne tatli yaratmis masaallah...:)))

Kıssadan Hisse  

Posted by Tespih Taneleri... in ,





Diyor ki, at idrarını yapmış üzerine bir saman çöpü koymuş, üzerine de bir sinek oturmuş; var mı benim gibi kaptan-ı derya diye geziyor. Bu dünyada kendini beğenen kişi aynen böyledir. Başka bir hikâyesinde kendini beğenen, kendini âlim sanan, bütün herkesi eleştiren insanı şöyle gülünç bir duruma düşürüyor.

 Mesnevi’de: Adamın biri sağırmış. Komşusunu ziyarete gitmiş. Sağır adam komşusunu ziyarete gidip ne yapabilir? Komşu hasta, hastayı ziyaret edecek peygamberin hadisi var. Demiş ki içinden sorarım, nasılsınız efendim derim? O da mutlaka Müslüman değil mi iyiyim der, ben de maşallah derim, ne yediniz derim, sizi kim iyi etti derim dönerim. Gitmiş ama adam çok hastaymış.


- “Nasılsınız” diye sormuş.
- “Ölüyorum” demiş adam.
- “Oh oh maşallah” demiş,
- “Peki siz ne yediniz de iyi oldunuz” diye sormuş.
Adam çok kızmış tabi
- “Zehir” demiş.
- “Ne birebir çözümdür efendim” demiş.
- “Peki sizi kim iyi etti?”
Adam iyice sinirlenmiş
- “Azrail” demiş.
- “Aman ne iyi bir doktor seçmişsiniz” diye cevap vermiş diğeri.

Ve çok iyi vazife yaptığına inanarak çıkmış oradan. Mevlâna diyor ki, etrafımızdaki insanların, çok aşırı taassup olanlar ya da Ateistler bu sağır adam gibidir, ezelden kulakları mühürlenmiştir. Bunlarla niçin uğraşıyoruz? Onlar da sizin söylediklerinizi anlamıyorlar onun için abuk sabuk konuşuyorlar.


 O zaman dünyada kendimizden başka eleştirilecek hiçbir şey yoktur, bizim kendi sağırlığımızı yenmemiz lazım.

TEBESSÜM ETTİREN BİR HATIRAM :)  

Posted by Tespih Taneleri... in , ,



Esselamualeykum arkadaslar,

Mubarek Ramazan-i Serif benim icin bayagi yogun ve telasli gecti bu sene, hamd olsun. Bu durum beni ayrica memnun ettiginden Rabb'ime sonsuz hamd ve sena ediyorum. Cunku Ramazan ayi paylasimlarin daha degerlendigi bir aydir. Sofrandaki (Allah ne verdiyse) herseyi sevdiklerinle paylasmanın ve hos sohbetlerin tadina doyulmuyor. Sanki hersey daha bereketleniyor, daha degerleniyor, yorgunluklar bile o kadar tatli oluyor ki, sanki kus gibi hafif hissedebiliyor insan kendini. :))

Gecenlerde bir ahbabimla hasbihal ederken aramizda cok hos bir konuşma gecti. Sizlerle paylasmak istedim. Edebin olcusune bak dedim kendi kendime... Bu derece haya duygusu hala kaldı mi insanlarin benliklerinde? Hem guldum, hem sasirdim dogrusu..:))

Kendisi henuz 25 yaslarinda ve iki cocugu olan bir ogretmen arkadasim. "Saclarin ne guzel uzamis, cok yakismis. Acsana biraz daha hos gorunuyorsun boyle..." dedim. Normalde Evin içinde hep at kuyrugu ya da siki bir topuzla yapar. Saçlarının güzelliğini bende toplarken fark ettim.. "Yaa sorma" dedi. "Esimde cok begeniyor ve bana 'Lütfen evde saçların açık kalsın. Sana cok yakisiyor.' demesine ragmen ben acamiyorum. Hep topluyorum." dedi.

''Neden ya hu!" diye cikistim tabi haliyle. Çunku kadinların eslerinin hoslarina gidecek sekilde suslenmeleri cok sevap. Ayrica bu pek suslenmekte sayılmaz yani..:))

Ne dese begenirsiniz arkadaslar?

''Ya utaniyorum, ne bileyim... Bir kere actim, yanaklarim kipkirmizi oldu..Uzun muddet yuzune bakamadim."
dedi inana biliyor musunuz? Saka gibi.. Boyle insanlar da var yani..:))

Sahsen ben de iltifatlardan çok hoşlanmam. Çunku o kadar utanirım ne diyecegimi, ne yapacagimi bilememem. Esimin  guzel sozler soylemesine bile alismam uzun zaman aldi..:)) Simdi artik eskisi gibi istesem de yok zaten..:)) Eskiden bir es karisina ailesinin yaninda canim ya da hayatim diye hitap edebilir miydi? :)) Halbuki sevdigini soylemek, sevildigini duymak cok guzeldir ama utanirdik ya hu!

Hatta hamile oldugumu bile uzun muddet ailemden sakladigimi hatirliyorum..:)) Kiz kardesim ''baba ablam hamile biliyor musun?'' dediginde nereye saklanacagimi sasirmistim. Eskiden her sey daha bir guzeldi sanki.. Cocuklar bile utanmasini ne guzel bilirdi... Eskiden once edep ogretilirdi edep... Simdi guldugumuz o hallerimizi cok arar olduk. Allah'ım sonumuzu hayr eylesin insallah...

Sevgilerimle...

Ehli irfan arasinda aradim kildim talep
Her huner makbul imis illa edeb illa edeb..


Rüzgar ve Güneş..:))  

Posted by Tespih Taneleri... in



Güneş ve Rüzgar, hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışırlar.
Ve rüzgar.
"Sana benim daha güçlü olduğumu kanıtlayacağım "der.

"Şuradaki yaşlı adamı görüyor musun hani şu üstünde palto olan. Bahse girerim o paltoyu üstünden senden çok daha çabuk söküp alabilirim."

Bu denemeye razı olan güneş bir bulutun arkasına gizlenir ve rüzgar bir fırtına gücüyle esmeye başlar. Ancak rüzgar şiddetini ne kadar artırırsa yaşlı adam da paltosuna o kadar sarınır. Sonunda rüzgar pes edip durulur ve güneş bulutun arkasından çıkarak yaşlı adama sıcacık gülümser. Bunu gören yaşlı adamın yüzünde bir hoşnutluk ifadesi belirir. Ve paltosunu çıkarır.
İddiayı kazanan güneş rüzgara;

"Dostluk ve Naziklik her zaman haşinlik ve zorbalıktan daha güçlüdür..." der...

Hepimiz biliriz aslinda bu durumu degil mi? Lakin onemli olan hayatimiz da uygulayabilmek... Nedense konusurken, bir sey yaparken yahut bize ters dusen bazi durumlar da genellikle hep hirsimizin, bir anlik gururumuzun etkisiyle hos olamayan tarzda davranabiliyor ya da dusunebiliyoruz malesef.. Irademizi biraz daha kontrol altinda tutmamiz lazim...
Hic bir sey ya da hic kimse icin degil sadece ALLAH RIZASI ICIN...



Hamala Küfe Yük Değildir !  

Posted by Tespih Taneleri... in ,




Yıllar önce bir hamalla karşılaştım. Sırtında ağır bir yük vardı. Alnından ter damlıyordu. Belki bir yardımım olur umuduyla yanında yürüdüm. Yükünü bir kitapçının önünde indirdi. Cebinden çıkardığı mendille terini sildi. Merdivenlerin üzerine oturdu.

Dedim ki, "Çok yoruldunuz." "Allah'a şükür" dedi, "Elimiz ayağımız sağlam. Kimseye minnet etmeden geçimimizi temin ediyoruz." Devam etti:

"Elbiselerim terden, tozdan çamur gibi oluyor. Hanım bunları yıkarken şikâyet etmiyor. Biliyor ki hamallık yaparak, eve ekmek götürüyorum. Elhamdülillah. Huzurlu bir hayat yaşıyoruz."

Bir gün dağlık bir köyün kahvesine oturdum. Bir köylü geldi. Dedi ki, "Ben seni tanıdım. O kitapları sen mi yazdın?" Evet, dedim. "Bu kadar harfi nasıl yazdın tek tek, canın sıkılmadı mı?" diye sordu. "Sen de tarlayı sürüyorsun, ekiyorsun, biçiyorsun, buğdayı samandan ayırıyorsun; bunları yaparken canın sıkılıyor mu?" dedim. Anladım, dedi. İlave ettim:

"Sevdiğimiz iş bizim için zor değildir. Eğer mümkün olsa, her insanın yaptığı işi tek tek yazsak görürüz ki Allah her iş için bir kul yaratmış. Kullar için de iş yaratmış."

O köyde çoban çobanlığından memnun, Allah'a şükrediyor. Çiftçi çiftçiliğinden memnun, Allah'a şükrediyor. Allah iş taksimi yapmış. Bu iş taksimine göre de adam yaratmış. Böylece dünyanın huzurunu temin etmiş. Elbette iş taksiminin doğru işlemesi için toplumda adaletin sağlam durması gerekir.

Bahçıvan kiraza vişne aşısı yapar. Bu demek değildir ki vişne kirazdan daha üstün. İkisi de meyvedir. İkisi de vitamin taşır. Ama o sırada vişneye ihtiyaç olmuştur. İnsanın da insana üstünlüğü yoktur. Allah her canlıya akıl vermiştir. Akıllı olmak önemli değildir. Aklını nerede kullandığın önemlidir. Her insanda yeteri kadar kabiliyet vardır.

Üstünlüğümüz Allah'ın verdiği kabiliyette değil de, bizim o kabiliyeti insanlara faydalı olmak için kullanmamızdadır.
Herkese farklı imkânlar verilmiştir. İmkânlarımız farklı olduğu gibi görevlerimiz de farklıdır. Böylece birbirimize hizmet ederiz, birbirimize sahip çıkarız.

Rızkı Allah verir. Kulları arasında bölüştürür. Zenginlik verir, imtihan eder. Fakirlik verir, imtihan eder. Zenginin imtihanı şöyledir: Rabb'inin verdiği servetle, sanki servet onunmuş gibi büyüklük taslayacak mı? Servet bakımından üstün olmasının sebebinin, başkalarının işlerini görmek olduğunu anlayacak mı?

Çiftlik sahibi zengin bir adam hastalandı. Doktorlar demiş ki, kısa zamanda ölürsün. Adam evine gitmiş. Eline uzun bir değnek alıp dışarı çıkmış. Değnekle kapının önündeki ağaca vurmuş, bağırıyormuş:

 "Neden benimle gelmiyorsun?" Dönüp evin kapısına, penceresine vurmuş: "Neden benimle gelmiyorsunuz?" Ahıra gitmiş. Atlara vurup avazı çıktığı kadar bağırıyormuş: "Neden benimle gelmiyorsunuz?" Eve dönmüş. Kasaya vurmuş: "Neden benimle gelmiyorsun?" Tekrar dışarı koşmuş. Kendini yerden yere vurmuş. Toprağa sarılıp "Ölmek istemiyorum" diye bağırıyormuş.

Dinden uzak kalınca, öleceğini de, öldükten sonra dirileceğini de unutmuştu. Servetin ve makamın hiçliğinin farkında olmadan günlerini boş geçiriyordu. Kibre kapılıyordu. Hiç ölmeyeceğim zannıyla yaşarken birdenbire düştü bayıldı. Bayılmalar birbirini takip etti. Son bayıldığında da uyanmadı. O böylece ahirete gitti; serveti, makamı, her şeyi geride kaldı.
Hiçbir zaman servete karşı değiliz. Ancak servet denize benzer. İçine almazsan yüzersin, içine alırsan boğulursun.

Nice insan vardır ki zengin olunca dersi, camiyi, hizmeti unutmuştur. Çünkü işleri ipek böceğinin iplikleri gibi onu sarmış, koza yapmıştır.
Bir adama sırf makam, servet sahibi diye hürmet gösteriliyor, bu adam sahip olduklarından dolayı üstün tutuluyorsa toplumda bozgun başlamıştır. Hürmet göstermek ve görmek için "kul" olmak yeterlidir. İlk insan yaratıldığında ona saygıyı reddeden tek varlığın ne olduğunu unutmamak gerekir.

Hamalı küfe gibi görmemek gerek...


Hekimoğlu İsmail

Ne Zaman ? Yazik Degil mi Bize?  

Posted by Tespih Taneleri... in




                                       NE ZAMAN “DAĞ“A BAKSAM, BANA BAKIP;
“NE İYİ ETTİNİZ DE (Ahzap-72) nin muhatabı OLDUNUZ DEDİĞİNİ İŞİTİR; ALSAYDIN BU YÜKÜ SIRTIMDAN, SANA BEN ÇİÇEK AÇSAYDIM, DERİM.


NE ZAMAN “gölgeme” BAKSAM, GÖLGEMİN “Rad-15”i YAŞADIĞINI, TESLİMİYETİNİ GIPTA EDER; “YA RABBİ!! GÖLGEMİN SAMİMİYETİNİ BANA NASİP ET” DİYE DUA EDERİM.

NE ZAMAN “günah” İŞLESEM ŞEYTANIN BİR SIFIR ÖNE GEÇTİĞİNİ BİLİR GOLÜ “TÖVBE VE SALİH BİR AMEL İLE” İPTAL ETMEYE ÇALIŞIRIM.

NE ZAMAN “yatağıma” UZANSAM “Al-i İmran-191”in BANA “Nazil” OLDUĞUNU HİSSEDER, ALLAH’I ZİKREDEREK DİLİMİ
“Islak” TUTMAYA ÇALIŞIRIM.

NE ZAMAN “uyumaya” ÇALIŞSAM (zumer-42) AKLIMA GELİR.
“Ya dönmezse?” “DİYE DÜŞÜNÜR”
“GÜNAHLARIMIN AFFI İÇİN TÖVBE EDER”, YORGANIMI ÜSTÜME ÇEKERİM.

NE ZAMAN HAREKETE GEÇMİŞ “bulut” GÖRSEM “Araf 57”nin BANA “göz kırptığını” HİSSEDER; ALLAH’IN HER AN FAALİYETTE OLDUĞUNU DÜŞÜNÜRÜM
.
NE ZAMAN “günah işleme potası” NA GİRSEM SOL TARAFIMDAN “sakın ha!!. MÜREKKEBİMİ CEHENNEMDEN ÇEKTİM.
YAZARSAM yanarsın!.” DİYE BİR SES İŞİTİR GERİ ADIM ATARIM.

NE ZAMAN “zenci” GÖRSEM,
KAYA ALTINDA YÜKÜMÜ HAFİFLETEN “Bilal” AKLIMA GELİR.
YA RABBİ!! SEN, EHAD!
EHAD!
DİYEN ŞEHİD’E VERDİĞİN İMANI
BANA DA VER DİYE DUA EDERİM.

NE ZAMAN ayetler tablosu” GÖKYÜZÜNE BAKSAM
“Mülk-3”ü KULLANARAK RABBİM İLE “Diyalog”a GEÇERİM,
GÜCÜNÜ ZİKREDER, “secde” EDERİM.

NE ZAMAN “İnsan ekili” BAHÇE GÖRSEM, BEZ İLE DÜRÜM YAPILARAK
“tahtalı at’a” BİNMEKTEN ALLAH’A SIĞINIR,
“kefensiz” GÖMÜLMEK İÇİN ALLAH’A DUA EDERİM.

NE ZAMAN TARTIŞMAK İSTESEM
HAKEMİN VE KAZANAN TARAFIN “şeytan” OLDUĞUNU DÜŞÜNÜR,
TARTIŞMAYA NOKTA KOYANIN “malı götürdüğüne” İNANIRIM.

NE ZAMAN BİR YAHUDİ GÖRSEM, AKİDEMİN TÜYLERİ DİKEN DİKEN OLUR.
HER DİKENİM KURŞUN OLUP YAĞMAK İSTER; PEYGAMBER KATİLLERİNE...

NE ZAMAN SOFRAYA OTURSAM,
“ÖYLEYSE İNSAN YEDİĞİNE BİR BAKSIN”
“Abese-24” AYETİNİN NAZİL OLDUĞUNU HİSSEDER,
SOFRAMDAKİ NİMETLERİ TEFEKKÜR EDERİM.

NE ZAMAN OTOBÜSE BİNSEM YOLCULARI SAYAR, (+1) EKLERİM.
O'NUN KONTROLÜNDE OLDUĞUMU HİSSEDER,
DİLİMİ zikirle ISLAK TUTMAYA ÇALIŞIRIM.

NE ZAMAN HARİTAYA BAKSAM,
DÜNYAYA UZAYDAN BAKIYOR HİSSEDER, DÜNYANIN BİR TOP KADAR KÜÇÜK,
BİR KAĞIT KADAR değersiz OLDUĞUNU GÖRÜRÜM.

NE ZAMAN BOŞ OTURSAM SAĞIMDAKİ MELEĞİN, KALEMİYLE DÜRTEREK;
“ALLAH, BOŞ OTURANLARI SEVMEZ”
DEDİĞİNİ İŞİTİR, HAREKETE GEÇERİM.

NE ZAMAN ELİME TAŞ ALSAM, FİLİSTİNLİ ÇOCUKLAR GELİR AKLIMA.
GÜÇSÜZ KALIR KOLLARIM KOLLARININ YANINDA.

NE ZAMAN BOŞ KONUŞSAM ÖTEKİ TARAFTA
TEKRAR DİNLETİLECEĞİ AKLIMA GELİR. UTANIRIM RABBİMDEN ve SALİHLERDEN...

NE ZAMAN; “ALLAH’IM, SEN AYAKLARIMI SABİT KIL”
DİYE DUA ETSEM “Muhammed-7”
AYETİNİN KULAĞIMA BİR ŞEYLER FISILDADIĞINI İŞİTİRİM.

NE ZAMAN “bastona emanet” BİR YAŞLI GÖRSEM,
“NEREDEEEN NEREYE” DER “Hacc-5”i OKUMAYA ÇALIŞIRIM.

NE ZAMAN TRAFİK KAZALARI GÖRSEM; ÖLDÜRENİN;
“EMNİYET KEMERİNİN TAKILMAMASI YA DA
SÜRATİN FAZLA OLMASININ” OLMADIĞINI DÜŞÜNÜRÜM.
İNSAN ECELİ İLE ÖLÜR.

NE ZAMAN “ÖRÜMCEK AĞINA TAKILMIŞ BİR AV” GÖRSEM KURTARMAYA ÇALIŞIRIM.
DEDEMİN, ‘KİMSENİN EKMEĞİYLE OYNAMA EVLAT’
DEMESİYLE GERİ ADIM ATARIM.

NE ZAMAN “rızık endişesi” HİSSETSEM
“BETON BİNALAR ARASINDA 8 YAVRULAYAN KEDİDEN UTANIR,
“KEDİ KİME GÜVENEREK YAVRULUYOR?” DİYE MIRILDANIR,
ENDİŞEMİ GİDERMEYE ÇALIŞIRIM.

NE ZAMAN “kuş” GÖRSEM,
“Nahl-79”un HAVADA SÜZÜLDÜĞÜNÜ HİSSEDER,
RABBİMİN ‘SANATINI VE BÜYÜKLÜĞÜNÜ’ O KUŞ ÜZERİNDE GÖRÜR;
“SEN NE GÜZEL YARATICISIN ALLAH’IM DERİM.

NE ZAMAN “kahkaha” PATLATSAM “CENNETLE Mİ MÜJDELENDİN?“
DİYE BİR SES İŞİTİR mor OLUR SUSARIM.

NE ZAMAN KABURGALARIMI YOKLASAM,
AKLIMA İKİ METRE ALTTAKİLERİN TEK TİP HALİ GELİR.
KİM BİLİR NE ZAMAN, DERİM...

NE ZAMAN DİNLENMEK İSTESEM;
“MÜSLÜMAN NE ZAMAN DİNLENECEK?” SORUSUNA VERİLEN;
“CENNETE İLK ADIMINI ATTIĞINDA”
CEVABINDAN UTANIRIM.


Bu bakis acisini bir nebze olsun, hayatimiza aksettirebilir miyiz? Ayetlerin nuruyla, sunnetlerin aydinligin da yolumuzu daha kolay bulamaz miyiz ki? Neden bu nimetlerden istifade edip, nasiplenenlerden olmayalim? Ne dersiniz arkadaslar; Yazik degil mi bize?

Yüreğimi Korkak Büyütmedim...  

Posted by Tespih Taneleri... in




BASİT Biri Değilim..

Gözlerimi Kanatırcasına Ağladığım Gecelerim de Var,
Kahkahalara Sarılmış Anılarım da..


 Herkes Kadar DERTLİ, Bazılarından FAKİR, Çoğundan ZENGİNİM..
Küfemde Taşıdığım Hayallerim, Söylenecek Şarkılarım, Paylaşılacak
...
Dostluklarım Var.. Bilmeyene Sevmeyi Öğretecek Kadar Büyük Bir KALBİM,
Gidene Beddua Edemeyen DİLİM Var..


 Yüreğimi Korkak Büyütmedim..

 Kaybettiklerim, Dağıttığım Servetimdir!...

 Kırılgan bir çocuğum ben

 Yüreğim cam kırığı

 Bütün duygulardan önce

 Öğrendim ayrılığı

 Saldırgan diyorlar bana

 Oysa kırılganım ben

 Gözyaşlarım mücevher

 Saklıyorum herkesten

 Ürküyorlar gözümdeki ateşten

 Ürküyorlar dilimdeki zehirden

 Ürküyorlar o dur durak bilmeyen

 Gözükara cesaretimden

 Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,

 Bir yanı çılgın dağ doruğu.

 Oysa böyle yapmasam ben

 Nasıl korurum içimdeki çocuğu?

 Bir yanım çılgın nar ağacı

 Bir yanım buz sarayı..

Bir Mezar Buldum, İçine Gireceğim...  

Posted by Tespih Taneleri... in


 
Benim hayat alanımı daraltan…

 Yolda yürürken adım başı karşıma çıkan…

Derin bir nefes almak için başımı gökyüzüne kaldırdığımda manzaramı karartan…

Böylelikle içimi daraltan… Sık sık ahir zamanın geldiğini hatırlatan…

Devasa taş yapılara artık tahammülüm kalmadı!

Alıp başımı şehir dışına çıkmak istiyorum.

Ve bu isteğimi derhal gerçekleştiriyorum.

Yol boyunca sağlı sollu siteler, kentler, konutlar inci gibi dizili duruyor!

Alaycı bir ifadeyle bana gülümsüyor.

Anladım ki bu saatten sonra ‘şehir dışı yolculuğu’ anlamını yitirdi.

Peki, mücadele bitti mi? Elbette hayır!

Madem yeryüzünde kaçış alanı kalmadı. Madem dış dünyadan fayda yok bize.

Gelin içimize dönelim. Gelin, gönüllerimizi istila edelim! Amma velâkin…

Öncelikle gönüllerin nasıl istila edileceğini ‘idrak’ edelim. Zira her şey idrak ile başlıyor.

İnsanı insan yapan unsurlardan en önemlisi ‘idrak’ meselesi.

Bu yılki Berat Kandili Gecesi müthişti. Sabaha kadar, İstanbul’ da yatan büyük zatların mezarlarını ziyaret ettik. Sümbül Efendi, Merkez Efendi, Mehmet Emin Tokadî Hazretleri… Nihayet Piyer Loti’de soluklandık. Vee oradan Geylani Hazretleri’nin kabrine doğru yolculuğumuza devam ettik.
Sabahın ilk ışıkları vuruyordu yüzümüze. Mezar taşları yol gösteriyordu bize. Ama ne taşlardı!

Üstlerindeki sembollerden anlıyorduk zatın mesleğini, kaç çocuk sahibi olduğunu.

Bir de şimdiki mezarlara bakın.

Gıcır gıcır parlayan granitler, lambalar, kuş kondurmalar… Nasıl insanlarız yahu?

Ölüleri bile rahat yatırmaz olduk.

Lafı geldiğinde ‘eski zihniyet’ diye bahsederiz ya, toprağın altında yatanlardan. O eskiler bugün dirilip aramızda yaşamaya başlasa… Neyin peşinde olduğumuzu anlasa…  
Zamanı nasıl boşa geçirdiğimizi görse…

Yüzümüze bakarlar mı?

Gerçekte kimin zihniyeti eski?

Kimin idraki daha kuvvetli?

Dervişler, kutuplar, abidler hep saklarmış meziyetlerini. Sıradan insanlar gibi halkın içinde yaşarlarmış. Kimse bilsin istemezlermiş âlemlerin Rabbi ile aralarındaki ilişkiyi. Ooohhhh! Şimdilerde herkes bilge sanıyor kendini. Üç beş tane film izleyen, sinema emektarı gibi ahkâm kesiyor. Zaten bu devirde kadın, erkek herkes futbol eleştirmeni!

Sevgili Okur! Ben kaçıyorum. Kanuni Sultan Süleyman’a özendim. Onun yaptığı gibi bir mezar bulup içine girmek istiyorum. Yerin üstünde yaşarken pek mutlu değilim. Anladım ki betonlaşmış yapılar ve zihniyetler bana göre değil.

Kararlıyım… Yerin altındakilerin idrak düzeyine erişmeliyim. Gönlümün derinliklerini zorla istila etmeliyim. Bana lütfen ‘eski zihniyet’ deyin olur mu? Öyle ‘modernize edilmiş fikirler’ mevcut ki! İdrakimi zorluyor. ‘Yeni’ olarak kabul edilmeyi hakaret sayabilirim.


                                                                    Melda Bekcan

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz