
Öyle de oldu. Delikanlı üniversite eğitimini bin bir yokluk ve zorluk içinde tamamladıktan sonra, resmi görevler aldı. Sonra kendi işini kurdu. Aradan yıllar geçti. İrtibatımız kâh kesildi, kâh gelişti. Bazı dost meclislerinde zaman zaman karşılaştık. Artık iş-güç arasında kitap okumaya vakit ayıramadığını söyleyince, çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Allah ona “Yürü ya kulum” demiş, fukaralık imtihanından “zenginlik imtihanı”na taşımıştı…Bindiği arabayı görünce, düştüğüm şaşkınlığı unutamıyorum. Belli ki, o da vaktiyle eleştirdiği zenginlere benzemişti: Artık kendine yaşıyor, zekâtını, fitresini verip rahatına bakıyordu.Şaşkınlığımı görünce, hafif mahcup gülümsedi: “Ye kürküm devri işte” dedi, “yoksa pinti diyorlar.”
Kitap fuarıyla aynı günlere rastlayan otomobil fuarının en pahalı arabalarından birini aldığını gazetelerde okuyunca, hiç şaşırmadım. Bizim fakir öğrenci, eleştirdiği “zengin Müslüman”larla zaten çoktan beri aynı safta duruyordu. Kendi tabiriyle “hayat kavgası”nın gereğini yapıyordu.Ah şu “hayat kavgası”!..“Errizku Alellah” buyruğu yokmuş, dinozordan tutun, gözle görülemeyecek kadar küçücük varlıklara kadar, tüm yaratılmışların rızkına Allah kefil değilmiş gibi yaşamanın “İslâmi hayat”la ne ilgisi var?
Hem bu nasıl bir kavgadır?..Dünya bizim çabamızla mı dönüyor, güneş bizim plânlamamıza göre mi doğuyor, atmosfer ve strotosfer gibi yaşamın “olmazsa olmaz”larını dünyanın çevresine biz mi sardık, yağmuru biz mi yağdırıyoruz, toprağın yedi kat altından nehirleri biz mi fışkırtıyoruz, denizleri biz mi yapıyoruz?Bunlardan ve benzerlerinden hangisini oldurmak için “kavga” verdik bugüne kadar? Aksine, her şeyi hazır bulduk. O zaman, yaşamamıza uygun hale getirilmiş bir dünyada, nefsanî arzularımıza göre yaşama hakkını nereden alıyoruz?
Yavuz Bahadıroğlu
This entry was posted
on Cumartesi, Aralık 18, 2010
at 11:16
and is filed under
yasanmis hatiralar
. You can follow any responses to this entry through the
comments feed
.