Savrulduk.
Oradan oraya.
Ruhlar âleminden rahme düştük ilkin. İnsan için bir savrulma az olmalıydı. Dağların bile teslim alamaya çekindiği, taşımaya çekindiği "Emanet-i Kübra"yı biz sırtlanmıştık ne de olsa. Rahmin rahat ve güvenli döşeğinden, dünya denilen imtihan meydanına yollandık ağlaya ağlaya.
Sürüldük adeta, anne denen o güvenli ülkenin topraklarından, bu âlemin karmaşasına. Bir meydanda şaşkın şaşkın, bir o yana, bir bu yana dolanıp duruyoruz, o gün bu gündür. İmtihan zordu, ayrılık daha bir zordu. O hatırlayamadığımız ama hep özlemini duyduğumuz âlemin izlerini bu dünyada arar olduk. Bir kere ayrıldık ya, bin kere daha ayrılmalıydık. Oraya buraya dağılmalıydık. Biz başka şehirlere gittik.
Onlar başka ülkelere. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı düştü. Kalbimize ayrılığın ateşi düştü. Birini, birilerini aramaya koyulduk, yakınlaşmak için. Tek başına olmak, tek atan yürek olmak, yorucu mu yorucu, ağır mı ağır geliyordu insan ruhuna.
Yükümüze başka birinin el atmasını, ucundan kıyısından tutmasını istedik. Aradığımız bazen kendimizdi. Kendimizden bile uzak düşmüş, gurbete yuvarlanmıştık.
"İnsanlar arası" yalnızlık değildir bu, insanın bizatihi kendi içindeki yalnızlığıdır.
Dünyanın hakikatiyle bile aramızda berzahlar vardı. Dünya sebepler âlemiydi ne de olsa. Bizimle O'nun arasında yetmiş bin nurani perde vardı. Binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharri ederiz bu dünyada. Bazen berzahları geçemeyiz, takılır kalırız perdelere.
Gurbet, gurbet içinde. Hakikatin bile uzağına düştük.
Matematikçiler derler ki: Ne kadar uğraşırsan uğraş, "bir" olamazsın, biz olamazsın. Bire, bir oluşa yakınlaşabilirsin ancak. Bir yere ulaşmak için derler, her seferinde yolun yarısının gittiğini düşünün. Menziline yakınlaşırsın ama varamazsın. Birin limiti derler, 0,99999...dur, sonsuza kadar gider bu dokuzlar.
Arada kapanmaz bir mesafe kalır hep.
Kendimizle, onunla ve senin aranda. İşte bu da varoluşsal yalnızlıktır. Ne kadar sevsen de, ne kadar sevilsen de, belki biraz azalan ama bitip tükenmeyen yalnızlık. İnsanın kendisiyle arasındaki kapatılamayan uçurum. Bir başkasının bize elinin yetişemediği aralık
.
Hangi kol bizi tutarsa tutsun, düştüğümüz yer.
Hangi el bizi kaldırırsa kaldırsın, ayağımızın altında kalan boşluk.
Hangi kalp bizi ısıtırsa ısıtsın, kalan soğukluk.
Hangi savaş biterse bitsin, geride kalan husumet.
Hangi barış gelirse gelsin, onarılamayan yıkıntı, kapanmayan yara.
Şairin (Cahit Koytak) yalnızlığın da yalnız kaldığı yer, dediği yer: "Onu yerinde bulamamışsın gibi/Kendini yalnız hissettiğin yer,/Yalnızlığın da yalnız kaldığı yer.../İşte orası, o köşedir...''
Bizimle O'nun arasındaki mesafe. Bizim O'ndan sonsuz uzaklığımız. O'nun bize sonsuz yakınlığı. Ancak O'na kavuşunca, O'na dönünce bitecek olan yalnızlıktır varoluşsal yalnızlık. Bu dünyada bu yalnızlık dinmez. Az buçuk teselliler buluruz belki.
Bir an unuturuz belki.
Ama varoluşsal yalnızlığın soğuk nefesi ensemizdedir hep. Bizi takip eder nereye gidersek gidelim. Hep durur kalbimizin en mümtaz köşesinde. Varoluşsal yalnızlık insanı insan kılan şeylerden biridir. Emanet-i Kübra'nın içimizde bıraktığı izdir. Bu emaneti taşıdıkça taşıyacağımız yalnızlıktır.
O'ndan geldik, O'na döneceğiz. Tüm ayrılıklardan o zaman ayrılacağız. İşte o zaman yalnızlık diye bir şey de olmayacak. Dünya sürgününden azad olacak, O'nun ebedi yurdunda yaşayacağız. Çünkü ancak ebedi hayat yurdunda berzahları aşacağız. Hakikat de bize kendini saklamayacak artık. Bütün örtüler, bütün perdeler bir bir kalkacak.
Emaneti sahibine vermiş olacağız çünkü.
İyi ki hayat kısa...
Mustafa Ulusoy
This entry was posted
on Çarşamba, Mart 14, 2012
at 18:58
and is filed under
Hayatin icinden...
. You can follow any responses to this entry through the
comments feed
.