Sözlük, 'kışçı' kelimesine şu karşılığı veriyor: Ufak bir suç işleyip kışı mahpushanede geçiren kimse.
Eskiden, özellikle kışı sert geçen bölgelerde, bu 'uygulama' çok yaygınmış.
Buradan yola çıkarak, 'kışı geçirecek yer lazım bana / dünya olsun bu, olur mu?' diye yazmıştım. Malum: Bir suç işledik ve dünyaya gönderildik.
Dünyada misafiriz. Kalıcı olan tek şey ölümdür. Evsahibi gibi davranırsak, gider Mali'yi bombalarız, masum ülkeleri işgal ederiz, mazlumların ahını alırız, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız.
Gelip geçici olduğumuz bir yere alışmak, yabancılık çekmemek, bana her zaman garip gelmiştir. İsmet Özel'in 'dünyaya alışan şiir yazamaz' demesi bundan.
Yetmiş iki yaşındaki bir amcaya 'Allah uzun ömür versin' demiştim de, şu cevabı almıştım: 'Evladım, uzun ömür iyi değildir.'
Dünya işleri yorar, yaralar. Trafikte, sadece sizin dikkatli olmanız yetmez, karşı tarafın da dikkatli olması gerekir. Böyle bir şey.
Ebu Hanife, 'mecbur kalmadıkça alış-veriş işleriyle uğraşmayın' demiştir. Hazreti Ali, 'dünyaya ait bir şeye ulaşamadığınızda veya onu kaybettiğinizde, sakın üzülmeyin' diye uyarmıştır. Önemli olan, kendimizi kaybetmemektir. Ne var ki, kız çocukları hariç, hiçbir şeye 'yeter' demiyoruz. Ömrümüz, başka ömürlere imrenmekle geçiyor.
Misafiri olduğumuz bir mekânın yerlisi olmak, tam manasıyla yerini bulmak, ne derece mümkündür?
Kabul ediyorum; edebiyattan siyasete kadar, bütün bu işler, biraz da yerini bulma meselesidir. Yerinizi bulamadığınız vakit, söyledikleriniz doğru bile olsa, yersiz oluyor.
Öte yandan, bir yerde uzun seneler bulunmanız yahut çalışmanız, oraya ait olduğunuz anlamına da gelmiyor. Bir gün, varsa eğer, ceketinizi de alıp gidiyorsunuz. İşte teselli: 'İnsanın yerini bulması zordur. Fakat hak ve hakkaniyet, her daim yerini bulur.'
Bazı kimseler, çok bildikleri için, 'insanlar gider, kurumlar kalır' diyor. Biz de diyoruz ki, hangi kurumlar kalmış? Hatta devletler?
Tabiata biraz merakı olanlar, çiçeklerin yerlerini ve topraklarını sevmeleri lazım geldiğini bilirler. Küpe, sardunya vb. Yerini beğenmeyen/yadırgayan çiçek, önce 'yaprak neşesi'ni kaybeder, sonra da solup gider. En pahalı yöntemleri uygulasanız da fayda etmez.
İnsanlar da böyledir. Bu benzerliği en iyi anlatan örneği Borges'in bir öyküsünde okumuştum. Aklımda kaldığı kadarıyla, kısaca anlatayım: Olay, Endülüs'te geçiyor. Endülüslü bir Müslüman, beraberlerinde İspanya'ya getirip diktikleri palmiye ağaçlarından birine yaslanıp şu şiiri okuyor: 'Sen de ey palmiye sen de / Yabancısın bu toprağa.'
Şimdi diyorum ki, bir çiçek kadar olamayan insanlar var. İlk kez girdikleri bir yere hemen alışan, hiç yabancılık çekmeyen, yerini yadırgamayan insanlar. 'Kardeşim oluyor yerini yadırgayan' dizesini yazmış biri olarak söylemem gerekirse, böyle kimselerden pek hazzetmiyorum.
En iyisi, hiçbir yerin yerlisi olmamak, hep yabancı kalmak...
Ne yaparsak yapalım, dünyaya kanmamız mümkün değildir. Deniz suyu içmek gibi.
Turgut Uyar, 'bir ölünün ilk akşamı' üzerinden dünyayı hatırlatır. Biz de öyle yapalım.
Madem burada kalıcı değiliz, kış bitince ayrılacağız; dünyanın 'gözümüze kaçmasına', gönlümüzde yer etmesine razı olmayalım.
Asıl mesele, yolculuğumuzun sonunda, başkalarının değil de, kendi gözümüzün içine rahatlıkla bakabilmektir. Bunu, Atilla Özkırımlı'dan öğrendim.
İbrahim Tenekeci
This entry was posted
on Cuma, Şubat 08, 2013
at 07:12
and is filed under
Hayatin icinden...
. You can follow any responses to this entry through the
comments feed
.