Küs mü barış mı' yapardı çocukken, orta parmağının üzerine işaret parmağını koyarak. Karşıdaki orta parmağı işaret parmağının üzerinden çekerse, barışığız demekti bu.
Çekmezse küsüz. Artık küs mü barış mı demeye gerek duymuyor. Küsmek istiyor ve küsüyor, o kadar.
İnsan, zarar göreceği şeyi göz göre göre yapar mı?
İnsan bu, yapar. Şimdiye kadar hiçbir faydasını görmediği, kavga etmekten bin kat daha zor ve akşama kadar taş taşısa onu bu kadar yormayacak olan bu eylemden yine de vazgeçemiyor. Onu bundan vazgeçirecek kendi dışında bir güce ihtiyacı var.
Karıkoca birbirlerinin yüzlerine bakmıyorlar. Birinin yüzüne bakmaktan kaçınmak ne zor, diye düşünüyor kadın. Bugün küslüklerinin tam altıncı günü. Şiddetli bir kavga etmişlerdi. Ne eve girerken ne çıkarken tek kelam etmiyorlar. Selamı sabahı kesmiş durumdalar.
Kadın tartışmayı, kavga etmeyi anlayabiliyor. Bazen ellerinde olmadan birbirlerine ters laflar edebilir, kalplerini kırabilirler. Özür dilenip kavgayı ve küslüğü bitirmeli ama. Küsmeye olan enerjiyi nereden aldığını bilemiyor kocasının.
Ne de olsa küsmek için bayağı bir enerji lazım.
"Buna ne demeli peki," diye geçiyor aklından, çorbayı ısıtırken, "selam sabahı kesen herhangi iki insan değil, karı koca. Aynı evin içinde yaşayan, yıllarca aynı yastığa baş koymuş iki insan."
Soğuk savaşın akşamki bölümü başlıyor, kadın sinirle masaya iki tabak yerleştiriyor. Bilhassa ses çıkarıyor ki, kocası yemeğin hazır olduğunu duysun da ona seslenmek zorunda kalmasın. "Yemek hazır" demek bile içinden gelmiyor. Kocasının küsmelerinden gına geldi çünkü. O da küsmeye küsmekle karşılık veriyor artık.
Adam da soğuk savaşa hazır. Yemeğin hazır olduğunu bildiği halde kılını bile kıpırdatmıyor, sırf karısını sinir etmek için. Beni yemeğe çağırmadın, kendi başına yedin, diye onu suçlayabileceği malzeme toplamak derdi. Kadın, bu kez çatal ve kaşığını kullanırken mahsustan ses çıkartarak, yemeğe başladım, hadi gel, demeye getiriyor. Adamın karnı açlıktan gurulduyor. Gitse mi ki? Karısına inat, o da sandalyeyi sertçe çekerek masaya oturuyor. Eşyaları enstrüman gibi kullanarak müzik yapıyorlar sanki.
Kadın çorbasını bitirip tavuklu pilav servisi yapıyor. İçinden bir ses, kocasına servis yapmamasını söylüyor. Kendine küs kalmak için direnen birine niye servis yapsın ki. Kadın içindeki sese yeniliyor.
Daha kaç gün küs kalıp kendilerini birbirlerinden mahrum bırakacaklar? Küslüğün en kötü yanı da bu. Keşke bir süresi olsa.
Karısı eskiden sorardı kocasına, niye küsüyorsun, diye. Adam küs ya, beyefendi neden küs olduğunu söylemeye tenezzül etmez hiç. "Bari neden küs olduğunu söyle de ben de bileyim. Küs olmanın en ilkel yönü bu, insan küsebilir tamam, gönül koyabilir, bunu da anlarım ama neden küstüğünü açıklamak şartıyla." Kaç yüz kez söylemişti bunları kocasına. Adam hiç oralı olmamıştı. Artık kadın adama ne neden küs olduğunu soruyor ne de barışmak için çaba gösteriyor.
Kadın masayı topluyor, bulaşıkları makineye yerleştiriyor. Kocasıyla konuşmayı öyle özledi ki. Sandalyeyi çekip mutfak masasının başında öylece oturup kalıyor bir müddet. Sonra laptopunu mutfağa getirip açıyor. Üyesi olduğu e-posta grubundan gelen bir e-postayı okuyor. Grubun bir üyesi küsmeyle ilgili bazı bilgileri derlemiş.
E-posta, William Shakespeare'in Kral Lear oyunundan bir alıntıyla başlıyor:
"Hatırlıyor musun Cordelia? ?
Çok, çok eskiden bir zamanlar
Üç günden fazla küs olmak günahtır, derdin.
Ya üç gün geçmedi aradan?ya da sen bana küsmedin."
Evet, diyor, Shakespeare haklı, eskidenmiş o üç günden fazla küsmenin günah olduğunun bilindiği zamanlar. Küsmeyle ilgili birkaç hadisi nefes nefese okuyor. Bir tanesini tekrar tekrar: "Bir mü'minin diğer bir mü'mine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz. Üzerinden üç gün geçince, ona kavuşup selâm versin. Eğer o selama mukabele ederse ecirde her ikisi de ortaktır. Mukabele etmezse günah onda kalmıştır."
Okuma sırası bir kıssaya geliyor.
"Bir gün, iki Peygamber torunu, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin arasında bir meselede anlaşmazlık çıkmıştı. İkisi de birbirlerine gücendiler. Fakat, çok geçmeden ikisi de bir hiddet anında birbirlerine söyledikleri sözlerden pişman oldular.
O sıralar biri gelip Hz. Hüseyin'e; "Sen Hasan'ın küçüğüsün. Gidip özür dilemek sana yakışır." dedi.
Hz. Hüseyin şöyle cevap verdi: "Ben Resû-lullah'tan bir hadis duymuştum. Barışmayı ben talep edersem, dedemin emrine karşı gelmiş olmaktan korkarım."
Hz. Hüseyin, duyduğu hadisi şöyle açıkladı: "İki kimse arasında uyuşmazlık çıkar da hangi taraf başını eğip öteki tarafla anlaşmaya talip olursa, cennete ondan önce girer."
Bu hadisi zikrettikten sonra, Hz. Hüseyin, "Barışmaya ben talip olursam, ağabeyim Hasan'ı sevap işlemekte geçmiş olmaktan çekinirim." dedi. "O yüzden, bekliyorum ki, o bana gelsin. Hz. Hasan, bunu duyunca Hz. Hüseyin'in yanına koştu ve derhal kucaklaşıp barıştılar."
Kadının gözleri yaşarıyor. E-postayı kocasına yolluyor. Son çaresi bu.
Mustafa Ulusoy