"Kentsel Dönüşüm Projesi" hiç kuşkusuz cesur bir adım; tek kusuru salt "ihtiyaç" için tasarlanmış olması...
Hâlbuki böyle büyük, köklü, üstelik son derece masraflı değişikliklerde, yalnız ihtiyacın değil, mimari ve estetik kaygıların da hesaba katılması gerekiyor.
Zaten şehirleri (en başta İstanbul olmak üzere) yüksek, çirkin, estetik kaygılardan yoksun binalar inşa etmek suretiyle, yeterince bozmuş durumdayız. İstanbul sur içinde bile tarihi dokunun canına okuduk! Şehrin o etkileyici, insana tarih içinden geçiyor hissini veren görkemli siluetini, ucube gökdelenlerle perişan ettik...
Bari kalan kısmı kurtarmaya çalışalım.
Kentsel Dönüşüm Projesi'ninin bu açıdan büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Doğru olan yapılabilirse, deprem "musibeti"nden "saadet" çıkarılmış olacağız. Aksi takdirde "musibet" katmerleşecek...
Şimdiki halde musibeti katmerleştirmeye doğru gidiyoruz...
Düşünün ki, İstanbul, onbeş milyon civarında nüfusun yaşadığı bir büyük kent (metropol)...
Üstelik bu kent birinci derecede deprem kuşağında...
Ve her an büyük bir deprem bekleniyor...
Böyle bir kentte, "Kentsel Dönüşüm" adı altında, az katlı binaların yerine çok katlı binalar inşa etmek, olacak iş değil!
Kimse "arsa kıtlığı" mazeretine sığınmasın. Türkiye gibi, nüfusuna göre geniş toprakları olan bir ülkede arsa kıtlığı söz konusu olamaz.
En yoğun nüfusa sahip bulunması dolayısıyla İstanbul'u ele alırsak, topraklarının (5. 313 km) sadece beşte biri kadarında yapılaşma olduğunu görürüz.
Daha dünya kadar arsa var ve buralarda yeni yerleşim birimleri oluşturulabilir.
Böyle imkânlara sahip bir şehirde, "Yapısal Dönüşüm" adı altında, yeni gökdelenler inşa etmeye kalkışmak son derece anlamsızdır.
Kaldı ki, bu tür yapılaşmalar, geleneksel yerleşim anlayışımıza, yani eski "mahalle kültürü"müze de uygun değildir.
Osmanlı'nın kendine özgü bir iskân politikası vardı: Ortada bir mescit, mescidin etrafında çoğu iki katlı olarak inşa edilen bahçeli, müstakil evlerden oluşan bir mahalle...
Tek aileye mahsus müstakil evlerde, apartman hayatında olduğu gibi, ortak kullanım alanları mevcut olmadığından kimse kimsenin özel hayatına girmez, kavga-gürültü çıkmazdı.
Bu yüzden de komşuluk ilişkileri çok sağlamdı.
Bir Batı özentisi olarak yataydan (evden) dikeye (apartmana), "mahalle"den "site"ye (sonra rezidansa) geçtik. Hem hamurumuzu teşkil eden topraktan koptuk, hem de komşuluk ilişkilerimiz zayıfladı. Apartmana aynı kapıdan giren, aynı asansörü (merdiveni) kullanan kırk aile içinde, bir birini tanıyan, hele de komşusunun derdiyle dertlenen yok gibi...
Daha pek çok mahzur...
Marmara depremi aklımızı başımıza getirmeliydi, ne var ki hâlâ aklımız bir karış havada: Yine dikey apartmanlar inşa etme peşindeyiz.
Öte yandan, koskoca İstanbul'da doğru düzgün bir "şehir meydanı"mız yok. Taksim Meydanı'nı bile araç trafiğinden arındırmayı daha yeni akıl ettik. Oysa şehirler meydanlarıyla anılır.
Yeni meydanlar açmak şöyle dursun, mevcut meydanları ya demir parmaklıklarla (Sultanahmed Meydanı gibi) böldük, ya otoparka (Bayezid Meydanı gibi) dönüştürdük ya da Aksaray Meydanı gibi (Osmanlı'nın Et Meydanı) üst geçitlere, duraklara kurban ettik...
Açıkçası "Kentsel Dönüşüm Projesi"nde kaç meydan plânlandığını merak ediyorum?
Yavuz Bahadıroğlu