İLÂHİYATÇILAR VEHHÂBÎLEŞİYOR ! Vehhabileşmek Nedir?  

Posted by Tespih Taneleri... in ,

ingiliz casusunun itirafları - m. sıddık gümüş


Bu kitabi okumanizi onemle rica ediyorum!

İlâhiyatçılar resmigeçidi...
TOPLUMU derinden etkileyen her önemli olay, konunun uzmanlarını popülerleştirir. O zamana kadar varlıklarından bile çok az kişinin haberdar olduğu uzmanlar çok daha fazla tanınır, hattâ medyatikleşirler.

Jeologların ve deprem uzmanlarının 1999 depreminden sonra bir anda memleketin en önemli isimleri hâline gelmeleri gibi...

Depremin ardından birkaç sene boyunca sık sık ekranlara çıkan, görüşlerini gazete sütunları vasıtası ile duyuran bu uzmanların gerçi herbiri farklı şeyler söylüyor, birinin dediği ötekinin ifadesini tekzip ediyordu ama tek bir hususta hemfikir idiler: İstanbul'u çok daha büyük bir deprem felâketinin beklediği konusunda... Dolayısı ile kendilerini dinletiyorlardı, zira 1999'un 17 Ağustos gecesi kırk küsur saniye devam eden ve onbinlerce can alan deprem herkesi öylesine korkutmuştu ki, söyledikleri bir umut kaynağı, kendileri de sanki bir sığınak gibi idi, öyle hissediliyordu...

BİR BÜYÜK KEŞİF!

O zamana kadar toplumdan uzak ve halkın düşüncesinin de dışında kalmayı çok büyük bir maharetle başarmış olan basınımız, özellikle de televizyonlarımız, yine o günlerde çok önemli bir keşifte bulundu:

Türkiye'nin Müslüman olduğunu ve halkın dinî konulara merak duyduğunu farkettiler!
Bu büyük keşfin ardından, ekranlar seslerini o güne kadar dar bir çevrede duyurabilmiş olan hocalara açıldı ve ilahiyat profesörleri hemen her gece televizyonlarda arz-ı endâm etmeye başladılar!

Ama ne anlatacaklardı? Namazın nasıl kılındığını, orucu nelerin bozduğunu yahut zekâtın kimlere verilmesi gerektiğini herkes zaten bilirdi. Dolayısı ile yeni birşeyler söylemeleri ve dinleyeni şaşırtıp alâka çekmeleri gerekiyordu; bunun için de dinî meseleleri yorumlamaktan medet umdular...

Ama ne yorumlar!
Kur'anda kadınların başlarını örtmeleri gibi bir emrin bulunmadığını söyleyeni mi ararsınız, hanımların belli günlerinde namazlarını kılıp Kur'an okumalarının mümkün olduğunu iddia edenleri mi, yoksa ölenin ardından dua edilmesinin gerekmediğini izaha çalışanları mı?

İlâhiyatçılar resmigeçidine katılanların anlattıklarına bakılırsa, islamiyet 1400 küsur seneden bu yana bilinmemiş, lâyıkı ile anlaşılmamış ve Müslümanlar ibadetlerinin tamamını yanlış yapmışlardı!

Eski asırlarda yaşamış ne kadar mezhep imamı, fıkıh âlimi hattâ şeyhülislâm vesaire var ise Kuran'dan bîhaberdi; her şeyi birbirine sokmuş, inananlara yanlış bilgiler vermiş ve ibadeti bozmuşlardı!
Namazdan da bîhaberdiler, dinin örtünme konusundaki hükümlerinden de, duadan da..
.
VEHHABÎLEŞENLER VAR!

İlâhiyatçıların kapıldıkları bu "yeni birşeyler söyleme" modası, son iki sene içerisinde başka bir hâl aldı ve artık kuralları bile tahrif etmeye kadar uzandı!

Bazı profesörler orucun otuz değil, sadece üç gün tutulabileceği yahut "cihad" kavramının din yolunda savaş değil, "savaşı önleme politikası" olduğu gibisinden sözler ediyorlar...
Popüler olma merakı meğerse nelere kaadirmiş!...

İşin tuhaf tarafı, örtünme ve ibadet konusunda ortaya atılan böylesine tuhaflıklar dinde asırlar öncesinden gelen kurallara ve geleneklere uyanlar arasında değil, dinî meseleler ile şimdiye kadar hiçbir şekilde alâkadar olmamış ve bu konulardan her zaman uzak kalmış çevrelerde ses getiriyor. Bilenler ekranlarda söylenenlere kulak asmıyor, bilmeyenler ise "Şekerim bak, işin aslı meğerse böyle imiş!" havasında!
AMAAAA...

Bu yeni sözler etme modasının yolaçtığı çok daha önemli bir başka tuhaflık daha var:
Türkiye'de bazı hocalar ve onlara uyan bir kesim, Vehhabîleşiyor!

Farketti iseniz ne alâ; ama şayet edemedi iseniz önümüzdeki günlerde bu değişim hakkında yazacaklarımı okuduğunuzda bana herhalde hak verirsiniz...


Murat BARDAKÇI

Kanimi donduran bu tur olaylari hayretle izliyor, izlerkende kahroluyorum..:(  Nasil oluyor da dinimize yeni yeni kurallar ekleyebiliyorlar, hadisleri ayetleri neredeyse inkar edercesine degistirip insanlarin onune serebiliyorlar? Anlamak mumkun degil... Bu ne curet? Ayet-i kerimede buyuruyor ki Mevla (cc) ; " Ne zalim kisidir ki ayetlerimizi yalanliyor?"
Simdiye kadar Seyh Abdulkadir Geylani, imam-i Gazali, Ebu Hanife gibi Allah dostlari HASAA! abartiyor, yalnis anliyor da siz daha bir ayet, bir hadisin aciklamasini bile yapamayan ilahiyatcilar mi dogru anladiniz?
Allah askina buyuklerimizin yolundan sasmayalim, ehl-i sunnet imamlaridan baska kaynaklara itibar etmeyelim... Ahiretimiz gidiyor, itikatimiz sarsiliyor farkinda degiliz... Hepimiz cocuk yetistiriyoruz yazik degil mi? Hic bir sey yapmadan, dusunmeden sadece kalbimiz temiz diye sorumluluklarimizdan siyrilacak degiliz..

Vahhabilesmek nedir kac kisi biliyor acaba? Tehlikenin farkina varin artik... Lutfen sabirla okuyun ki en azindan ayrintili bir sekilde ne oldugunu, kim tarafindan nasil ve ne amacla kuruldugunu ogrenmis olursunuz...

Vehhabiliği kuran, Mehmed bin Abdülvehhabdır. İngiliz casuslarından, Hempher’in tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslamiyet’i imha) etmek çalışmalarına alet oldu.
İngiliz Casusunun İtirafları kitabında, Vehhabiliğin kuruluşu uzun anlatılmaktadır. Bu kitabı, www.hakikatkitabevi.com adresinden okuyabilir ve temin edebilirsiniz.] Okuyacaklariniza inanamayacaksiniz!

Eline geçirdiği, ibni Teymiye’nin Ehl-i sünnete uymayan kitaplarını okumuş, (Şeyh-i necdi) diye meşhur olmuştu. Düşünceleri, ingiliz paraları ve ingiliz silahları karşılığında, köylüler ve Deriyye ahalisi ile reisleri Muhammed bin Süud tarafından desteklendi. Sapık din adamı ibni Teymiye’nin fikirleri ile Hempher’in yalanlarının karışımına Vehhabilik denir.

Uzun uzun yazmamin sebebi iyice okuyup anlamanizdir; Allah rizasi icin okuyun, okutun... Gunumuz hocalarinin yaptiklari aciklamalarda,verdikleri fetvalarda kimlerden esinlenerek, kimlerin etkisi altinda kalarak dusuncelerini beyan ettiklerini goreceksiniz.

Abdülvehhab oğlu, Beni Temim kabilesindendir. 1699 senesinde Necd çölündeki Hureymile kasabasında, Uyeyne köyünde doğmuş, 1791’de Deriyye’de ölmüştü. Önceleri ticaret için Basra, Bağdat, İran, Şam ve Hind taraflarına gitmiş, çok zeki ve bozguncu sözleri ile (Şeyh-i Necdi) adını almıştı. Dolaştığı yerlerde çok şeyler görmüş, şef olmak düşüncesine kapılmıştı. 1713 senesinde, Basra’da tanıştığı ingiliz casusu Hempher, Abdülvehhab oğlunun devrim yapmak arzusunda olduğunu anladı.
Bununla uzun zaman arkadaşlık yaptı. İngiliz Sömürgeler Bakanlığından aldığı hile ve yalanları buna telkin etti. Abdülvehhab oğlunun bu telkinlerden zevk aldığını görünce, yeni bir din kurmasını teklif etti. Bu yeni dinin esaslarını ona bildirdi. Casus da, Abdülvehhab oğlu da aradıklarına kavuşmuş oldular.

Yeni bir din kurmak için, önce Medine’de, sonra Şam’da, Hanbeli âlimlerinden okudu. Necde dönünce köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara, ingiliz casusundan öğrendiklerini ve Mutezile ve başka bid’at fırkalarından aldığı bozuk düşünceleri de karıştırdı. Köylülerin çoğu buna tâbi oldular. İslamiyet’i içerden yıkmak için, İngiltere’de kurulmuş olan (Sömürgeler Bakanlığı), bu hâli, Necd şeyhi olan (Muhammed bin Süud)a bildirdi. Çok para vererek ve siyasi, askeri yardımlar vaat ederek, Abdülvehhab oğlu ile işbirliği yapmasını temin etti. Arabistan’da hasebe ve nesebe çok ehemmiyet verirlerdi. Kendisi ise, cahil olduğundan, Abdülvehhab oğlu Vehhabilik adını verdiği bu sapık inancı yaymak için, Muhammed bin Süudu maşa olarak kullandı. Kendisine (Kadı), Muhammed bin Süuda (Hakim) ismini taktı. Kendilerinden sonra da, çocuklarının bu makama geçmelerini temin eden bir anayasa yaptırdı.

Abdülvehhab oğlu, önceleri Medine’de okurken, Medine’nin salih, temiz âlimlerinden olan babası Abdülvehhab ve kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab ve kendisine ders okutan hocaları, bunun sözlerinden ve davranışlarından ve sık sık söylediği düşüncelerinden bunun ileride İslam dinini içeriden yıkacak bir sapık olacağını anlamışlardı. Kendisine nasihat verirler ve müslümanlara, bundan sakınmalarını söylerlerdi. Fakat, korktukları çabuk meydana geldi.

 Düşüncelerini Vehhabilik adı ile açıkça yaymaya başladı. Cahilleri, ahmakları aldatmak için İslam âlimlerinin kitaplarına uymayan yeniliklerle, dinde reformculukla ortaya çıktı. (Ehl-i sünnet vel-cemaat) mezhebinde olan doğru müslümanlara kâfir diyecek kadar taşkınlık yaptı. Peygamberimizi ve başka Peygamberleri ve Evliyayı vesile ederek, Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk dedi.

Abdülvehhab oğlunun, ingiliz casusundan öğrendiğine göre, bir kabir başında dua ederken, meyyite karşı söyleyen, müşrik olurmuş. Allah’tan başka bir kimse veya bir şey için, yaptı demek, mesela, Falanca ilaçtan fayda oldu veya Peygamber efendimizi veya bir Veliyi vasıta yaparak istediğim oldu diyen müslümanlar müşrik olurmuş. Abdülvehhab oğlunun, bu sözlerine vesika olarak ortaya attığı şeyler, hep yalan ve iftira ise de, cahil halk, doğruyu eğriden ayıramadıkları için sözleri, işsizlerin, çapulcuların, bilhassa Deriyye hakimi Muhammed bin Süud’un hoşuna gitti. Cahiller ve vurguncular, taş yürekliler, Abdülvehhab oğlunun sözlerine hemen yanaştılar. Doğru yolda olan halis müslümanlara kâfir dediler.

Abdülvehhab oğlu, düşüncelerini kolayca yayabilmek için, Deriyye hakimine başvurunca, o da topraklarını genişletmek ve kuvvetlerini arttırmak için ve Londra’dan aldığı emirleri yaymak için, Abdülvehhab oğlu ile seve seve işbirliği yaptı. Onun fikirlerini her tarafa yaymakta bütün gücü ile uğraştı. İnanmayıp karşı duranlarla harp etti. Müslümanların mallarını yağma etmek, canlarına kıymak helal denilince, çöldeki vahşiler, soyguncular, Muhammed bin Süud’a asker olmak için yarış ettiler. Süud oğlu ile Abdülvehhab oğlu el ele vererek, vehhabiliği kabul etmeyenlerin kâfir ve müşrik olduklarına, kanlarını dökmek ve mallarını almak helal olduğuna 1730 senesinde karar verip, 1738 yılında vehhabiliği ilan ettiler. Buna göre, Abdülvehhab oğlu, otuziki yaşında bozuk fikirleri yaymaya başlamış, kırk yaşında ilan etmiştir.

Mekke-i mükerreme şafii müftüsü Esseyyid Ahmed bin Zeyni Dahlan, El-Fütuhat-ül-islamiyye kitabının 2.cüz 228.sayfasından başlayarak, Fitnet-ül-vehhabiyye başlığı altında bunların bozuk inançlarını ve müslümanlara yaptıkları işkenceleri anlatmaktadır. Bunun 234.sayfasında diyor ki:

(Mekke’deki ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini aldatmak için, buralara kendi adamlarını gönderdiler. Bu adamlar, İslam âlimlerine cevap veremediler. Cahil ve sapık oldukları anlaşıldı. Kâfir olduklarını ispat eden bir karar yazılıp her tarafa gönderildi.)

Hicaz’da bulunan dört mezhep âlimleri ve bunların arasında Abdülvehhab oğlunun kardeşi Süleyman efendi ve kendisine ders okutmuş olan hocaları, Abdülvehhab oğlunun kitaplarını inceleyerek, İslam dinini yıkıcı, bozguncu yazılarına cevaplar hazırladılar, sapık yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak, müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Süleyman bin Abdülvehhab’ın, kardeşine karşı yazdığı kitabın ismi, Savaık-ul ilahiyye firreddi alel-vehhabiyye’dir.

Bu kitaplar onları gafletten uyandıramadı.:(( Müslümanlara karşı olan düşmanlıklarını arttırdı ve Muhammed bin Süud’un müslümanlar üzerine saldırmasına, akıtılan kanların çoğalmasına sebep oldu. Bu adam, (Beni Hanife) kabilesinden olup, Müseyleme-tül Kezzabın peygamberliğine inanmış olan ahmakların soyundan idi. Muhammed bin Süud, 1765 senesinde ölünce, oğlu Abdülaziz yerine geçti. Abdülaziz bin Muhammed bin Süud, 1803 senesinde, Deriyye camiinde, bir Şii tarafından, karnına hançer sokularak öldürüldü. Bundan sonra, oğlu Süud bin Abdülaziz vehhabilerin şefi oldu. Arabları aldatmak, sapık inançlarını yaymak için müslümanların kanını dökmekte, üçü de, birbiri ile yarışırcasına çalıştılar.

[Vehhabilerin ve mal, mevki ele geçirmek için bunların arasına karışan cahil, vahşi kimselerin, Taif’de, Mekke ve Medine’de ve diğer yerlerdeki müslümanlara yaptıkları işkenceler ve kadınların, çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeyni Dahlan’ın Hulasat-ül-kelam kitabında ve Eyyub Sabri Paşanın 1879 senesinde basılmış olan Tarih-i Vehhabiyan ve Mirat-ül-Haremeyn kitaplarında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan okuyabilirler. Bunların, Osmanlı devleti tarafından nasıl cezalandırıldıkları ve birinci cihan harbinden sonra, ingilizlerin bol para ve silah yardımı ile tekrar nasıl devlet kurdukları da yazılıdır.]

Abdülvehhab oğlunun bu düşüncelerini yayması, Allah’ı tevhidde halis olmak için ve müslümanları şirkten kurtarmak için imiş. Müslümanlar şirk üzere imişler. Yani müşriklermiş, yani puta tapan kâfirlermiş. Müslümanların dinini tazelemek için, dinde reform yapmak için, ortaya çıkmış. Diğer maddelerde bu sapık fikirlerini ve cevaplarını yazacağız. Burada önsöz mahiyetinde yazıyoruz.

Bu düşüncelerine herkesi inandırmak için, Ahkaf suresinin 5.âyet-i kerimesini, Yunus suresinin 106.âyet-i kerimesini ve Rad suresinin 14.âyet-i kerimesini vesika olarak ileri sürmüştür. Halbuki bunlara benzeyen, daha birçok âyet-i kerimeler vardır. Bu âyet-i kerimelerin hepsi, puta tapan kâfirleri, müşrikleri bildirmek için gönderildiğini, tefsir âlimleri sözbirliği ile beyan buyurmuşlardır.

Abdülvehhab oğlunun düşüncelerine göre, bir müslüman, Peygamber efendimizden veya başka Peygamberlerden yahut Velilerden, Salihlerden birinin kabrinin yanında veya uzakta iken bundan (istigase) etse, yani sıkıntıdan, dertten kurtulması için yardım istese, yahut o zatın ismini söyleyerek şefaat etmesini dilese, yahut kabrini ziyaret etmek için gitmek istese, o müslüman müşrik olurmuş. Allahü teâlâ, Zümer suresinin üçüncü âyetinde, puta tapan kâfirleri bildirmektedir. Peygamberleri ve Evliyayı vesile ederek dua eden müslümanlara müşrik diyebilmek için, bu âyet-i kerimeyi ileri sürüyorlar. Müşrikler de putların yaratıcı olmadığına, her şeyi Allahü teâlânın yarattığına inanıyorlardı diyorlar. Hatta Ankebut suresinin 61. ve Zuhruf suresinin 87. âyet-i kerimesinde mealen, (Bunları kimin yarattığını, onlara sorarsan, elbette Allah yarattı derler) buyuruldu. Allahü teâlânın da böyle buyurduğunu söylüyorlar. Kâfirler böyle inandıkları için değil, Zümer suresinin 3.âyetinde bildirilen, (Allah’tan başkalarını dost edinenler, onlar Allahü teâlâya şefaat ederek bizi yaklaştırırlar derler) meali şerifini söyledikleri için kâfir ve müşrik oluyorlar, diyorlar. Peygamberlerin, Evliyanın kabirlerinden şefaat, yardım isteyen müslümanlar da, böyle söyleyerek müşrik oluyorlarmış.

Abdülvehhab oğlunun, bu âyet-i kerimeyi ileri sürerek, müslümanları kâfirlere, müşriklere benzetmesi, çok çürük, ahmakça ve gülünç bir şeydir. Çünkü, kâfirler, şefaat etmeleri için putlara tapınıyorlar. Allahü teâlâyı bırakıp, dileklerini yalnız putlardan istiyorlar. Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed aleyhisselama ve getirdiği İslam dinine inanmıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allah’a ve Resulüne iman ediyor, getirdiği İslam dinine inanıyoruz. Zaten buna iman ettiğimiz için müslüman oluyoruz. İman edenler ile putlara tapan müşrikler hiç mukayese edilebilir mi? Hiç birbirine benzetilebilir mi? Üstelik bu müşrikler, Peygamber efendimize iman etmemekle kalmayıp, Ona ve iman eden müslümanlara her türlü eziyeti yapmış, sayısız harpler etmişlerdi. Biz, Peygamberlere, Evliyaya tapınmıyor, her şeyi yalnız Allah’tan bekliyoruz. Evliyanın vasıta, vesile olmasını istiyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen en sevgili kul, en büyük Peygamber Muhammed aleyhisselamın şefaat etmesini istiyoruz. !!!

Kâfirler, putlarının diledikleri gibi şefaat edeceklerine, her dilediklerini Allah’a mutlaka yaptıracaklarına inanıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allahü teâlânın, sevdiği kullarına şefaat için izin vereceğini, sevdiklerinin şefaatlerini ve dualarını kabul edeceğini, Kur’an-ı kerimde bildirdiği için, Kur’an-ı kerimde bildirilen bu müjdeye inandığımız, iman ettiğimiz için, Allahü teâlânın sevgilisi olan yüce Peygamberimizden, sevgili kulları Evliyadan şefaat ve yardım istemekteyiz.

Kâfirlerin putlara tapınması ile, müslümanların Evliyadan yardım istemeleri birbirine benzetilemez. Bir müslüman ile bir kâfir, görünüşte hep insandır. İnsanlıkları birbirlerine benzemektedir. Fakat, müslüman, Allahü teâlânın dostudur. Sonsuz Cennette kalacaktır. Kâfir olan ise, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz Cehennemde kalacaktır. Görünüşte birbirlerine benzemeleri, hep aynı olacaklarına senet olamaz.

 Allahü teâlânın düşmanı olan putlara, heykellere yalvaran ile, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine ve veli kullarına yalvaranlar, görünüşte benzeyebilirler. Fakat, putlara yalvarmak, Cehenneme götürür. Peygambere ve Evliyaya yalvarmak ise, Allahü teâlânın af etmesine, merhamet etmesine sebep olur. (Allahü teâlânın sevdiği kulları hatırlanırsa, Allahü teâlâ merhamet eder)!!! hadis-i şerifi meşhurdur. Bu hadis-i şerifi, aşağıda diğer maddelerde tekrar bildireceğiz. Peygamberlere, Evliyaya yalvarınca, Allahü teâlânın merhamet edeceğini, af buyuracağını bu hadis-i şerif de göstermektedir.

Müslümanlar, Peygamberlerin, Evliyanın ilah, mabud, Allahü teâlâya şerik, ortak olmadıklarına inanır. Bunların, Allahü teâlânın aciz kulları olduklarına, ibadete, tapınmaya, yalvarmaya hakları olmadığına inanır. Allahü teâlânın sevdiği, dualarını kabul eylediği kulları olduğuna inanır. Maide suresi, 35.âyetinde mealen, (Bana yaklaşmak için vesile arayınız!!) buyuruldu. Salih kullarımın dualarını kabul ederim, dileklerini veririm buyuruyor. Buhari’de ve Müslim’de ve Künuz-üd-dekaık’te bulunan hadis-i şerifte, (Elbet, Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, bir şey için yemin etse, Allahü teâlâ, o şeyi yaratır. Onu yalancı çıkarmaz)!! buyuruldu. Müslümanlar, bu âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere inandıkları için, Peygamberi ve Evliyayı vesile yapmakta, onlardan dua ve yardım beklemektedir.

Evet, kâfirlerin bir kısmı, putlarının, heykellerinin yaratıcı olmadıklarını, her şeyi Allahü teâlânın yarattığını söylüyorlar ise de, putların tapınmaya hakları vardır, onlar dilediğini yaparlar ve Allah’a da yaptırırlar diyorlar. Putlarını Allah’a şerik, ortak yapıyorlar.

Bir kimse, dünyada başkasından yardım istese, bana elbette yardım yapar, onun her istediği kesinlikle olur dese, bu kimse kâfir olur. Fakat, benim işim onun istemesi ile kesinlikle olmaz. O bir sebeptir. Allahü teâlâ sebebe yapışanları sever. Sebeple yaratmak Onun âdetidir. Sebebe yapışmış olmak için, bundan yardım istiyorum, dileğimi Allah’tan bekliyorum. Peygamber efendimiz de sebeplere yapışmıştır. Sebebe yapışmakla, o yüce Peygamberin sünnetine uymuş oluyorum diyerek birisinden yardım isteyen kimse sevap kazanır. İşi olursa, Allahü teâlâya hamd eder. İşi olmazsa, Allahü teâlânın kazasına, kaderine razı olur.

Kâfirlerin puta tapması, müslümanların Peygamberden, Evliyadan dua, şefaat, yardım istemelerine benzemez. Aklı olan, doğru düşünebilen, bu ikisini birbirine benzetmez. Birbirinden başka olduklarını iyi anlar. Zararı ve faydayı yaratan, ancak Allahü teâlâdır. Ondan başkasının tapınmaya hakkı yoktur. Hiçbir Peygamber, hiçbir Veli ve hiçbir mahluk, hiçbir şey yaratamaz. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Yalnız Allahü teâlâ, Peygamberlerinin, Velilerinin, salih kullarının, yani sevdiği kullarının isimlerini söyleyenlere, onları vesile edenlere merhamet eder. Dilediklerini verir. Böyle olduğunu, kendisi ve sevgili Peygamberi haber vermiştir. Bu haberlere uyarak müslümanlar da böyle inanmaktadır.

Müşrikler, kâfirler ise, putların bir şey yaratmadığını bildikleri halde, putları ilah ve mabud biliyorlar. Putlara tapınıyorlar. Kimisi üluhiyyette müşrik oluyor. Kimisi de, ibadette müşrik oluyorlar. (Putlarımız bize şefaat edecektir. Allah’a yaklaştıracaktır) dedikleri için, müşrik olmuyorlar. Putları mabud bildikleri için, putlara tapındıkları için müşrik oluyorlar.

Peygamber efendimiz,
(Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri, müslümanları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır)!!
 buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte,
(En çok korktuğum şey, âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır)!!
buyurdu. Bu hadis-i şeriflerin ikisini de Abdullah bin Ömer “radıyallahü anhüma” bildirdi. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin, zındıkların türeyeceklerini ve kâfirleri bildiren âyet-i kerimelerin müslümanlar için geldiğini söyleyeceklerini, Kur’an-ı kerime iftira edeceklerini bildirmektedir. Yazik cok yazik!!

Müminler, Allahü teâlânın sevdiğine inandıkları kimselerin mezarlarını ziyarete gidiyorlar. Allahü teâlânın sevdiği kullarını vasıta, vesile ederek, Allahü teâlâya yalvarıyorlar. Peygamber efendimiz ve Eshab-ı kiram da böyle yaparlardı. Peygamber efendimiz,
(Ya Rabbi, istediklerini vermiş olduğun kullarının hakkı için, hürmeti için senden istiyorum)
 duasını okurdu. Bu duayı Eshabına öğretir ve okumalarını emrederdi. Müminler de, böyle dua etmektedir.

Hazret-i Ali’nin validesi olan Fatıma binti Esed vefat edince, Resulullah kabre koydu ve (Ya Rabbi, bana annelik yapan Fatıma binti Esedi af eyle! Peygamberinin ve benden önce gelmiş olan Peygamberlerinin hakkı için, ona rahmetini bol eyle) diye dua eyledi.
 Gözlerinin açılması için dua isteyen birisine, iki rekat namaz kılmasını, sonra (Ya Rabbi, kullarına merhamet ederek göndermiş olduğun Peygamberin Muhammed aleyhisselamın hürmeti için, Onu vesile ederek, senden istiyorum. Sana yalvarıyorum. Ya Muhammed “aleyhisselam”! Seni vesile ederek, duamı kabul edip, dileğimi ihsan etmesi için Rabbime yalvarıyorum. Ya Rabbi, duamın kabul olması için, o yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle) duasını okumasını emir buyurdu.

Âdem aleyhisselam, yasak edilen ağaçtan yiyerek, (Seylan) yani Serendib adasına indirilince, (Ya Rabbi, oğlum Muhammed aleyhisselam hürmetine beni af et) duasını yaptı. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem, Muhammed aleyhisselamı vesile ederek, yerdekiler ve göktekiler için şefaat isteseydin, şefaatini kabul ederdim) buyurdu.

Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı beraber götürüp, onu vesile ederek, yağmur duası yapmış, duası kabul olmuştur.

Gözlerinin açılmasını isteyen birisine, okuması emrolunan duada, (Ya Muhammed! Seni...) demek, Evliyayı vesile ederken ismini söyleyerek yalvarmanın caiz olduğunu göstermektedir.

Eshab-ı kiramın ve Tabi’inin hayatını bildiren kitaplar, kabir ziyaretinin ve ismini söyleyerek şefaat istemenin ve meyyiti vesile kılmanın meşru ve caiz olduğunu gösteren vesikalarla doludur.

İbni Hacer-i Hiytemi’nin Minhac şerhi olan Tuhfe kitabına haşiyeleri ile meşhur Muhammed bin Süleyman şafi’i, Abdülvehhab oğlunun bozuk ve sapık bir yolda olduğunu, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış manalar verdiğini, vesikalarla ispat etmiştir.
Kitabında şöyle demektedir:

(Ey Abdülvehhab oğlu! Müslümanlara dil uzatma, sana Allah rızası için nasihat ediyorum. Allah’tan başka yaratıcı olduğunu söyleyen varsa, ona doğruyu bildir! Vesikalar göstererek onu doğru yola çevir! Müslümanlara kâfir denilemez! Milyonlara kâfir dememek için, bir kişiye kâfir demek daha doğru olur. Sürüden ayrılan koyunun tehlikede olduğu muhakkaktır. Nisa suresinin (Doğru yol gösterildikten sonra, Peygambere uymayan, imanda ve amelde müminlerden ayrılan kimseyi, küfür ve irtidadda bırakır ve Cehenneme atarız) mealindeki 115. âyet-i kerime, Ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılmış olanların halini göstermektedir.)

Kabir ziyaretinin caiz ve faydalı olduğunu bildiren hadis-i şerifler, pek çoktur. Eshab-ı kiram ve Tabi’in-i izam, Peygamber efendimizin mübarek türbesini ziyaret ederlerdi. Bu ziyaretin nasıl yapılacağını ve faydalarını bildirmek için kitaplar yazılmıştır.

Bir Veliyi vesile ederek dua etmek, ismini söyleyerek ondan yardım istemek, hiç zararlı değildir. İsmi söylenen zatın, tesir edeceğine, istenileni elbet yapacağına, gaybları bileceğine inanmak küfür olur. Müslümanlar böyle inanmıyor ki, kötülenebilsin. Müslüman, Allahü teâlânın sevgili bir kulundan, yalnız vesile olmasını, şefaat etmesini, dua etmesini ister.
İstenileni yaratan yalnız Allahü teâlâdır.
Maide suresi, 27.âyetinde mealen,
(Mütteki kullarımın duasını kabul ederim) buyuruldu. Bunun için, sevdiklerinden dua istenir. Meyyitten, istekleri vermesi değil, Allahü teâlânın vermesine vasıta olması istenir. Vermesini istemek caiz değildir. Müslümanlar bunu istemez. Verilmesi için vasıta olmasını istemek caizdir. İstigase ve İstişfa ve Tevessül kelimeleri de, hep vasıta, vesile olmayı istemek demektir.

Her şeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Bir şeyi yaratmak için, başka bir mahlukunu vasıta ve sebep yapması, Allahü teâlânın âdetidir. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmasını isteyenin, o şeyin yaratılmasına vesile olan sebebe yapışması lazımdır. Peygamberler hep sebeplere yapışmışlardır.

Allahü teâlâ sebebe yapışmayı övmektedir. Peygamberler sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Dünyadaki olaylar, hadiseler de, sebebe yapışmanın lazım olduğunu göstermektedir. Bir şeye kavuşmak için, o şeyin sebebine yapışılır. O sebebi, o şeye sebep yapan ve insanın o sebebe yapışmasını sağlayan, o sebebe yapıştıktan sonra, o şeyi yaratan, hep Allahü teâlâ olduğuna inanmak lazımdır. Böyle inanan bir kimse, bu sebebe yapışmakla, o şeye kavuştum diyebilir. Bu sözü, o şeyi sebep yarattı demek değildir. Allahü teâlâ, o şeyi bu sebeple yarattı demektir. Mesela (İçtiğim ilaç ağrımı kesti), (Seyyidet Nefise hazretlerine adak yapınca, hastam iyi oldu), (Çorba beni doyurdu), (Su, hararetimi giderdi) sözleri, bu şeylerin hep vesile ve vasıta olduklarını göstermektedir. Bunlar gibi konuşan müslümanlar, yukarıda bildirdiğimiz gibi inanmaktadır. Böyle inanana kâfir denemez.
 Vehhabiler de, diri olandan, yanında bulunandan bir şey istemek caizdir diyor. Birbirlerinden ve hükümet memurlarından çok şey istiyorlar. Vermeleri için yalvarıyorlar. Uzakta olandan ve ölüden istemek şirktir, diriden istemek şirk olmaz diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise, birisi şirk olmayınca, öteki de şirk olmaz diyor. Aralarında fark yoktur diyor.

Her müslüman, imanın, İslam’ın şartlarına, farzların farz olduklarına ve haramların haram olduklarına inanmaktadır. Her müslümanın, yaratıcı, yapıcı yalnız Allah olduğuna, Allah’tan başkasının yaratmadığına inanmış oldukları da meydandadır. Namaz kılmayacağım diyen bir müslümanın, şimdi veya burada kılmayacağım veya kılmış olduğum için kılmayacağım demek istediği anlaşılır. Ben hiç namaz kılmak istemiyorum demek istiyor diye, kimse buna dil uzatamaz. Çünkü, söz sahibinin müslüman olması, ona küfür, şirk damgasını vuracak dilleri kesmektedir. Kabir ziyaret eden, meyyitten yardım, şefaat isteyen, şu işim olsun diyen bir müslümana, küfür, şirk damgasını basmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu sözleri söyleyenin veya kabir ziyaret edenin, ya Resulallah, bana şefaat et diyenin müslüman oluşu, bu sözlerinin ve işlerinin caiz ve meşru olan imanla ve düşünce ile olduğunu göstermektedir.

Yukarıdaki bilgiler iyi anlaşılır ve iyi düşünülürse, Abdülvehhab oğlunun inançları ve yazıları temelinden yıkılmış ve çürütülmüş olur. Bununla beraber, bozuk yolda olduğunu, müslümanlara iftira ettiğini ve İslamiyet’i içten yıkmaya çalıştığını vesikalarla ispat eden çok sayıda kitap yazılmıştır.

Zebid müftüsü Seyyid Abdurrahman, vehhabilerin bozuk yolda olduğunu göstermek için (Arabistan’ın doğu tarafından kimseler çıkar. Kur’an-ı kerim okurlar. Fakat, Kur’an-ı kerim boğazlarından aşağı inmez. Ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar. Yüzlerini kazırlar) hadis-i şerifi yetişir buyuruyor. Başı, yanakları tıraş etmeyi, Abdülvehhab oğlunun kitapları emir etmektedir. Diğer sapık fırkaların hiçbirisinde böyle bir emir yoktur.

Vehhabilikten önceki müslümanlar kâfirmiş! Süud bin Abdülaziz, Mekke’ye ve Medine’ye hücum ettiği zaman Resulullah efendimizin türbesinden başka, Eshab-ı kiramın ve Ehl-i beytin ve Evliyanın ve Şehidlerin türbelerinin hepsini yıktılar. Kabirleri, belirsiz hâle getirdiler. Resulullah efendimizin mübarek türbesini de yıkmaya başladılar ise de, eline kazma alanın aklına veya bedenine sakatlık geldiğinden bu cinayeti işleyemediler. Medine’ye girdikleri zaman, Süud, müslümanları bir araya toplayıp, (Vehhabilik gelmesi ile, dininiz şimdi tamam oldu. Allah sizden razı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız! Resulullahın türbesi önünde durup, Ona yalvarmak yasaktır. Türbenin önünden geçerken, Esselamü âla Muhammed denir. Ondan şefaat istenmez) gibi, müslümanları kötüleyen şeyler söyledi.

Süud, çarşılarda, pazarlarda, sokaklarda, adamlar bağırtıp, (Süud’un dinine giriniz! Onun geniş olan gölgesine sığınınız!) dedirtti. Müslümanları Abdülvehhab oğlu Mehmed’in dinine sokmaya zorladı.

Süud bin Abdülaziz, her tarafa zulüm, işkence ateşlerini yağdırdığı sırada, Ehl-i sünnet âlimlerinden birini çağırıp,
(Peygamber mezarında diri midir? Yoksa bizim inancımıza uygun olarak, herkes gibi ölü müdür?) deyince, (Resulullah bizim bilmediğimiz bir hayatla diridir)
 cevabını aldı. Süud’un bu suali sorması, onun cevap veremiyeceğini düşünerek, işkence ile öldürmek içindi.
(Peygamberin, kabrinde diri olduğunu, bize göster de sana inanalım. Saçma sapan sözlerle cevap verirsen, benim hak dinimi kabul etmemekte inatçı olduğun anlaşılacağından, seni öldürürüm) dedi. Ehl-i sünnet âlimi,
(Dışarıdan bir şey gösterip de seni inandırmaya çalışmayacağım. Geliniz, birlikte Medine-i münevvereye gidelim! (Muvacehe-i saadet) penceresi önünde duralım. Ben selam vereyim. Selamıma cevap verirse, inanırsın. Resulullah efendimizin, Kabri saadetinde diri olduğunu, selam verenleri işittiğini ve cevap verdiğini anlamış olursun. Selamıma cevap verilmezse, benim yalancı olduğum anlaşılır. Bana istediğin cezayı verebilirsin) dedi.
Süud, bu sözleri işitince, Ehl-i sünnet âlimini salıverdi. Süud, bu cevaba çok kızmıştı. Çünkü, bu işi yapsaydı, kendi inancına göre, kendisi de kâfir, müşrik olurdu. Şaşırıp kaldı. Çünkü, buna karşılık verebilecek bir bilgisi yoktu. Rezil olmamak için, âlimi serbest bıraktı. Sonra, kendi adamlarından birine, bu hocayı bulup öldüreceksin ve ölüm haberini bana hemen bildireceksin dedi. Allahü teâlânın takdiri ile, bu vehhabi bir yoluna getirip de, o zatı öldüremedi. Bu korkunç haber, ağızdan ağza, o zata kadar ulaştı. Bu mücahid zat, artık Mekke’de bulunmanın doğru olmayacağını düşünerek, başka yere hicret etti.

Süud, mücahid zatın Mekke’den çıktığını haber aldı. Arkasından kiralık katil gönderdi. Bu katil, (Bir Ehl-i sünneti öldüreceğim, çok sevap kazanacağım!) diyerek, gece gündüz durmadan gitti.

Mücahid zata yetişti ise de, o zat, biraz önce kendi eceli ile vefat etmiş idi. O zatın devesini bir ağaca bağlayıp, su aramak için, bir kuyu başına gitti. Gelince, yalnız deveyi gördü. O zatı bulamadı. Süuda gidip olanları söyledi. Süud, (Evet, evet! Ben o zatın zikir ve tesbih ile göklere çıkarıldığını rüyada gördüm. Nur yüzlü kimseler, bu cenaze filan zattır. Ahir zaman Peygamberine dürüst inandığı için, cenazesi semaya kaldırıldı dediğini işittim) cevabını verince, (Beni böyle mübarek bir zatı öldürmek için, gönderirsin. Allahü teâlânın ona olan ihsanını gördüğün halde, bozuk inancını düzeltmezsin) diyerek sövüp saydı. Kendi tevbe etti. Süud, adamının bu sözlerine kulak bile vermedi.

Süud, Medine ahalisini Mescid-i Nebiye toplayıp, Mescid kapılarını kapatıp, kürsüye çıktığı zamanda ise şöyle demişti:
(Ey cemaat! Size nasihat vermek ve emirlerime uymanızı tembih etmek için buraya topladım. Ey Medine ahalisi! Bugün dininiz tamam oldu. Müslüman oldunuz. Allah’ı sevindirdiniz. Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine özenmeyiniz! Allah’ın onlara rahmet etmesi için dua etmeyiniz! Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler. Allah’a nasıl ibadet edeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi, din adamlarımıza verdiğim kitaplarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine uymayanlarınız olur ise, mallarınızın ve eşyanızın, çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubah olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar ve öldüreceklerdir. Peygamberin türbesi önünde, dedelerinizin yaptığı gibi salat ve selam söylemek için saygı ile durmak, vehhabilik dininde yasaktır. Türbe önünde durmayıp, geçip gitmeli. Giderken yalnız, (Esselamü ala Muhammed) demelidir. Peygambere saygı, imamımız Muhammed bin Abdülvehhab’ın ictihadına göre bu kadar yetişir.)
Aslında birkaç satırını yazdığımız sözlerinde, bunların ne derece sapık oldukları açıkça görülmektedir. Vehhabiler, Âdem aleyhisselamın peygamber olduğuna inanmadıkları için ve bütün müslümanlara müşrik yani kâfir dedikleri için, kâfir olmaktadır. Türkiye’deki vehhabiler kendilerine selefiye demektedirler. Selefiye, vehhabiliğin kamufle adıdır.
Aşağıda yazacağımız inançlara sahip olanlar vehhabidir.

Vehhabilerin üç temel inancıAbdülvehhab oğlunun Kitab-üt tevhid ve torununun buna yaptığı Feth-ül mecid adındaki şerhde, 250’den fazla bozuk inanışları vardır. Bunların temeli, üç meseledir.

Diyorlar ki:

1-
Amel [ibadet], imanın parçasıdır, azalır çoğalır. Bir farzı yapmayan, mesela farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz kılmayan kâfir olur. Bu öldürülür, malları vehhabilere taksim edilir.

2-
Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzakta olan diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.

3-
Mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, caiz değildir. Haremeyn halkı şimdiye kadar kubbelere, duvarlara tapındı. Sünniler ve Şiiler bunun için müşriktir. Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek helaldir, kestikleri leş olur.

Diğer yanlış inançlarından bazıları:

1-
Bir Mezhebe uymayı kabul etmezler.

2-
(Türbelerdeki Evliyaya tevessül etmek, şirktir. Peygamberlerin ve Evliyanın mezarlarına türbe yaptırmak, Allah’tan başka şeylere tapınmaktır. Her türbe puthanedir. Bunların çoğu Lat ve Uzza putları gibidir. Müslümanların çoğu müşrik oldu) derler.

3-
Şefaate inanmazlar.

4-
Keramete inanmazlar.

5-
Tasavvufa inanmazlar. Bu konuda şöyle diyorlar:
(Tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmıştır. Tasavvufcular, şirk ve küfür üzeredir. Bunların kitapları, Ebu Cehlin hatırlarına gelmeyen şirk ile doludur. Mürid şeyhine tapınıyor. Evliyanın mezarlarını putlaştırıyorlar. Onlara tapınıyorlar. Mısırlıların en büyük mabudları Ahmed Bedevidir. Muhyiddin-i Arabi, yeryüzünün en büyük kâfiridir.)

6-
Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya hediye etmek şirk diyorlar.

7-
Resulullahı övmeye, Ondan şefaat istemeye şirk, böyle yapan müslümanlara müşrik, yani puta tapan kâfir damgasını basarlar. (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden dua, şefaat istemek, ona tapınmak olur. Mescid-i nebeviye namaz kılmak için girenin, selam vermek için, kabre gitmesi, Hücre-i saadeti ziyaret için, uzak yerlerden gelmek yasaktır) derler.

Resulullahı metheden imam-ı Busayri’nin (Kaside-i bürde)sinden örnek vererek: (Bu sözler Allah’tan başkasına güvenmek, mahluku büyültmektir. Şirktir) derler.

8-
(Arş kadimdir), (Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır) derler.

9-
Sebeplere yapışmaya, vesileye, tevessüle şirk derler.

Not: Bütün bu bozuk inanç ve iddialarına diğer maddelerde cevap verilmiştir.

İbahilik nedir?
Sual:
Vehhabilik, selefilik adı altında sinsice hızla yayılıyor. Mezhep, âlim falan tanımıyorlar. Vehhabi olmayana kâfir diyorlar. Vehhabilikten önce ölenlerin de müşrik yani kâfir olarak öldüklerini söylüyorlar. İslam âlimleri Vehhabilerin kâfir olduklarını bildirmiş midir?
CEVAPVehhabiliği ingilizler kurdurmuştur. Vehhabilerin kâfir olduklarına dair bir çok kitap yazılmıştır.

Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin müftisi ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyhul-hutebası idi. Birçok eserleri olup, (Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram), (Firreddi alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezhebi İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında Vehhabilerin içyüzlerini açıklamakta, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle göstermektedir.

Yusüf Nebhani’nin (Şevahid-ül-hak) kitabında, ikinci Abdülhamid hanın bahriye mirlivası [amirali] Eyyub Sabri Paşanın (Tarihi Vehhabiyan) ve (Mirat-ül-Haremeyn) kitaplarında da iç yüzleri yazılıdır.

İbni Abidin’in üçüncü cildinde bagileri anlatırken ve (Nimet-i İslam) kitabının nikah bahsinde, Vehhabilerin ibahi yani dinsiz oldukları açıkça yazılıdır.

İbni Âbidin
hazretleri buyuruyor ki:
Vehhabiler, kendilerini Müslüman sayıp, vehhabilere muhalif olanların müşrik olduğuna inanırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. (Redd-ül-muhtar)

Nimet-i İslam
kitabını her yerde bulmak mümkündür. Bu kitapta Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmek caiz olduğu bildirilirken Vehhabilerle evlenmenin caiz olmadığı bildiriliyor. Şirk sebebiyle muharremattan olanlar bahsinde bâtıniyye ile evlenmenin haram olduğu bildirildikten sonra, 1 numaralı dipnotta deniyor ki:
(Bâtınıyye ki, onlara Talimiyye ve İsmailiyye ve İbahiyye dahi denir. Son asırlarda onlar vehhabiyye ismini almışlardır Ve din kisvesi içre, öteden beri dinsiz oldukları halde ehl-i dine ihanet ede gelmişlerdir.)
sizler bile bu kitabı övmektedir. Mezhepsizliği savunmak için (Mezhepsizlik Yaygarası) isimli kitap yazan müteveffa Ahmet Gürtaş bile, adı geçen yaygarasında Nimet-i İslam için "Şaheser" tabirini kullanmıştır. İbni Âbidin hazretlerinin Redd-ül-muhtar kitabı ise en sahih, en kıymetli fıkıh kitabıdır.

Kâfir mi, bidat sahibi mi?

Sual:
Vehhabiler için, Herkese Lazım Olan İman kitabında, bidat sahibi denirken, İslam Ahlakı kitabında ise, kâfir deniyor. Bu fark nereden ileri geliyor?
CEVAPKonular anlatılırken, bunların o hususlardaki bazı iddia ve inanışları küfür oluyor, bazıları bid’at oluyor. Küfür olan inanışları yüzünden kâfir, bid’at olan inanışları yüzünden bid’at ehli deniyor. Mesela, (Peygamberler, kabirlerinde, namaz kılarlar) gibi hadis-i şerifleri tevil ediyorlar, bu konularda bid’at ehli oluyorlar. (Herkese Lazım Olan İman)
İdris, Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını inkâr ettikleri için ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir olurlar. (İslam Ahlakı)

This entry was posted on Pazar, Eylül 02, 2012 at 01:46 and is filed under , . You can follow any responses to this entry through the comments feed .

11 yorum

by_sükut  

her hayrın başı olan Bismillah ile,
Bu kitabı çok yıllar önce okudum. İnancım gereği okuduğum bu kitap daha sonra mesleğim açısından da (tarihçiyim) yararlı oldu. Geçmiş ile günümüz arasında sadece kullanılan araç gereç değişti. Müslümanlarla savaşta silah var ama, İslamiyetle savaşta misyoner taktikleri var.
Tek bir hadis yazmadan hadis üzerine sadece gevezelik yapanlar var. Canı çekmediği hadisi mevzu, uydurma vs. kategorilere ayırarak önce hadisi çökertme planı hala işliyor. Bu çok yönlü sonuçları olan bir oyun. Etkilerini bakın çevrenize görebilirsiniz. Vakit dar şimdilik yazamıyorum. Bir başka yorum vakti takdir olursa yazarım inşaallah..
Ve bir cümlenizden hareketle..
''Hic bir sey yapmadan, dusunmeden sadece kalbimiz temiz diye sorumluluklarimizdan siyrilacak degiliz..''
Kalbimiz temiz şablonuna karşı derim ki... Haş ve kella.. '' Efendim ASM.'nin kalbi temiz değil miydi ki ayakları şişene kadar namaz kılıyordu? İbadetten bitap düşüyordu.. Cennetle müjdelenen 10 kişinin kalbinde sorun mu vardı da onlar ibadeti zerre kadar aksatmadı?''
Maesselam, Maeddua..

3 Eylül 2012 08:39

Haklısınız tabi ki, benim hayatimda çok yerde karşıma çıktı bu anlayışa sahip insanlar, namaz kılmıyorum ama kalbim temiz,başımı örtemiyorum ama Allah içimi biliyor oruç tutmayı çok istiyorum ama yapmasakta Allah biliyor ki benim kalbim temiz şeklinde ifadeler... O kadar sıkıldım ki tarif edemem dediğiniz gibi Efendiler Efendisi'ne baktığımız zaman bu tarz ifadeler kullanırken utanmak lazım... Resmen günümüzde herşeyin bir fetvası var artık ne yazık ki... Ve hazır bilgiler insanlarin işine geliyor.. Görüyorum ve cok üzülüyorum, müslüman olarak yaşını epey almış baktığınız zaman peygamberim diyor ama daha bir kez bile hayatını okumamış, hakkında hic bir sey bilmiyor, tanımıyor...
Ben cok siyer kitabı alıp dağıttım ama kapağı açılmadan bana geri verildi istemeden hemde... Kitap okumayí zaman kaybı olarak goruyorlarmiş ama kalpleri temiz..:((
Anlamak mümkün değil Allah azze ve celle hepimize faydali ilim öğrenmeyi, öğrendiklerimizle amel etmeyi ve öğretebilmeyi nasip etsin insaallah

3 Eylül 2012 12:46
by_sükut  

Her hayrın başı olan Bismillah ile,
Şeytan ve nefsin en önemli savunma mekanızması bahane bulmaktır. Ya da yapılmayan birşeylerden duyulan rahatsızlığın kanıtı yine bahane bulmaktır. Bahaneler ardına sığınan insan aslında yapmadığının ve yapması gerekenin farkında. Ama bilmek yetse misyonerler cennete girer mantığınca bilmesi yetmiyor işte.
Belki de sorun çok daha temelde. Allah'a imanımız taklid boyutunda ise fiiller ya zayıf olur ya da bahanelerle terk edilir. Rabbime hamd ediyorum ki benim böyle bir durumum olmadı. Eski bir ateistim. Taklid edecek şeylerde bilmeyen biri. Bu durumum beni tahkike götürdü. Önce var edene tahkiken iman geldi. ve sonra ötesi. O'na sonsuz hamd. Allah'a imanlarda bu boyut zayıf olunca ve biz bu zayıf temel üzerinden hareket edince kişilerin bahane bulma mekanızması daha rahat çalışıyor.
Ne diyor müslümanlar... Namaz kılacağım ama kendimi hazır hissetmiyorum.. Hazır hissetmek ne ola ki? Evliya boyutunda muhteşem bir maneviyat mı ilham olacak namaz için? Sadece bahane. Durum şuna benziyor. Eğitimden örnekleyelim; Çocuk okula başlıyor. Önce zor bela kalem tutuyor. Sonra yavaş yavaş kalem tutuyor. Sonra yazmaya başlıyor. sonra düzgün yazılar ortaya çıkıyor. sonra hızlı yazmaya başlıyor. Yani bir tekamül var. Şimdi bu çocuk dese ben kendimi yazmaya hazır hissetmiyorum öğrenecek miydi? Bunu anlatınca gülümseyen insanlar olay kendilerine dönünce yine bahane atına binip kaçıyorlar. Nereye kadar? Elcevap: Kabre..
Ve yine bize düşen.. sıkılsak ve bunalsak bile yılmayacağız. Bazen dağıttığımız kitabı verdiğimiz kişiyle bizzat oturup biz okuyacağız. İster 2 satır ister 1 sayfa.. Biz tohumu atalım. Toprak kalitesine göre o tohum çiçek verir.
Kalbin temizliğini destekliyoruz. Ama kalbim temiz diyenlere cilalamak lazım diyoruz :)
Rabbim çabanız için sizden ebeden razı olsun. Şu sayfanızdaki paylaşımlarınız bile ben acizin çok işine yarıyor. Harfleriniz adedince Rabbim razı olsun.
Maesselam, Maeddua, Muhabbetle,
Rabbe emanetsiniz..

3 Eylül 2012 13:05

Allah razı olsun, yorumlarinizla cok ince noktalara değiniyorsunuz. Eyvallah... Her zaman dediğim gibi hem fikirde, hem zikirde hemde amelde ihlaslı farkındalık ve bilinçli şuurlanma ile nasiplenelim inşaallah, Mevla'nın Rahmetinin gölgesinde ümidimizi kaybetmeden duaya devam edelim...
Ataistlikten bu.gunlere nasıl geldiğinizi, bu yoldaki yaşadıklarınızı benimle ve blog arkadaşlarımla paylaşmanızı çok isterdim. Yazinizi mail adresime gönderirseniz memnuniyetle uygun birgunde yayinlarim.. Tabi siz bilirsiniz.. Tesekkur ederim

3 Eylül 2012 14:08
by_sükut  

Bismi Hayy ile,
O ki ölü kalpleri nasıl iman ile hayatlandırdıysa, cansız bedenleri hayatlandıracak olandır. Hayatın Sahib-i Mutlak'ına hamd olsun.
Değindiğiniz konular çok ince noktalarla ilgili olduğundan yorumlar çok ince noktalara değiniyor. Marifet yorunlayanda değil, yoruma kapı açandadır.
İman bir bütün hal. Dilin söylediği dilde kalıyorsa kanıtı fiiller. Dilin söylediği kalbe yansımışsa yine kanıtı fiiller. Mümkündür ki insan sadece aklıyla bir yaratıcı gücü kabul etsin. Ancak akli kabul bir başlangıç bir tohum sadece. O tohuma kalpten su akmazsa ya çürür ya kurur. İzi vardır ama çiçek ya da meyvesi yoktur. Bu noktadan hareketle ''fikir, zikir, amel'' noktasıyla ilgili cümlenize tüm zerrelerimle eyvallah diyorum. Ümidi kaybetmemek noktası ise ayetle sabit adeta farz hükmünde. Ne diyor ayet: ''Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz''. Bu ifade emir cümlesi. Rica cümlesi değil. Hani kesmeseniz iyi olur tarzı bir ayet olsa o zaman derdim ki bir öneri. Hayır bu ayet bir emir. Bu noktadan ''adeta farz hükmünde'' diyorum.
Dualarımız iki boyutlu. Fiili ve kavli ( davranış ve dil ).. Biri eksik olursa sonuç tam olmayabilir. Bir kardeşime hidayet istemem dille olur. Ama onun hidayete varması için üzerime düşenleri yapmam fiili duamdır. Bu noktadan insanlara verdiğiniz siyer kitapları, duacı olduğunuz o insanlara karşı aynı zamanda fiili duanız hükmündedir. Belki bugün kapağını dahi açmadılar. Ama bilelim ki o kapak dahi belkide bir tohum. Bu açıdan ''sabır ve şükür'' ile mükellef bizler yılmayacağız. Zorluklar olmazsa tadı olmaz :)
Benimle ilgili duruma gelince, Çok fazla vaktim bulunmuyor. Elbette elimden geldiğince ateizmden yolculuğumu anlatırım. Ama bu parça parça olabilir. Bunu uygun zamanlarımda ''Ateizmden'' başlığıyla yazarım nasipse. Sonra size zahmet olmasından korkarım ama bir araya getirebilirseniz bütünlük sağlanmış olur. Aslında bana dair konuşmayı ''ben'' olmak endişesiyle yapmayı sevmiyorum. Olaa ki nefsim kendini birşey zaanneder. Vay be nereden nereye gelmişim hatasına kapılırım. Bu bile imtihanda bir yara almaktır. Bu noktadan dikkatli ve olabildiğince sade yazayım inşaallah. Gerçi bazen kaptırınca yazıyorum da yazıyorum :) Ya nasip diyelim.
Rabbim sizden razı olsun. Ben gün içinde fırsat buldukça blogunuzu açıyorum. Yeni yazı var mı diye bakıyorum. Hoş bir bağımlılık yaptı. Zararsız alışkanlık :)
Şu an ayet-el kürsi postunu okumak istiyorum.
Maesselam, maeddua..

4 Eylül 2012 08:06

Hayır demediğiniz için çok teşekkür ederim, yazılarınızı tesbihtanelerim@gmail.com adresine gönderebilirsiniz... Dediğiniz başlık altında yazıları birleştirip yayınlarım, bunun benlikle hiç alakası yok ınanın... Herkesin hayatı kendi yaşadığıdır. Her yaşanmışlıkta mutlaka alınacak dersler vardır, hani insanda olur ya; bazen okudukça farkında olmadan göz dolduran ya da sonradan fark ettiğimiz bir gülümseme yüzünde...
Gerçek hayat hikâyeleri beni her zaman çok etkilemiştir, ara ara bende paylasirdim yazılarımda ve bu beni müthiş heyecanlandırırdı. Hani bu benlik değilde bazen hüzünlü bazen çok mutlu anılarını paylaşmak ya da hatırlamak diyelim anlatabildim mi bilemiyorum yani yazarken rahat olun..:)) iste o zaman siz değil, içiniz konuşur...

Parça parça olması da sorun değil, zevkle derlerim hiç zahmet olmaz.. Sizden bir tek ricam var kendinizi zorlamadan, sıkmadan fırsat buldukça yazmanız ve istediğiniz kadar uzun uzunda anlatabilirsiniz... Merakla bekleyeceğim... Saygılar efendim Allah'a emanet olunuz

5 Eylül 2012 02:00
by_sükut  

Bismi Hayy ile,
Yazarken genel olarak rahatımdır :) Çünki yazdıklarımda hep içim konuşur. Vakit elverdikçe yazacağım inşaallah. Uzun ya da kısa nasıl olacak bende bilmiyorum. Bazen buraya yorum yazarken birkaç cümle yazacak vakitte geliyorum. Kısa olması gerek diyorum. Sonra bir bakıyorum yazmışım da yazmışım :) Vakit bereketi sanırım.. Bu berekette ben kaynaklı değil siz kaynaklı. Şimdi bugünkü postu okuma vakti. Sadece okumaya vakit olacak gibi. Ya nasip.
Maesselam, Maeddua, Muhabbetle..

5 Eylül 2012 09:06
by_sükut  

Sanırım aynı anda PC başındayız :) Rabbim kelam ve kaleminize güç versin.
Maesselam.. maeddua..

5 Eylül 2012 11:19
oxvamu  

Bismillah ile,
Vakt-i Cumanız mübarek olsun.
Bu yazıyı bir yaklaşık 1 aydır kullandığım tek nickimle yazıyorum. Yorumlarımla muhatap olduğum bir kardeşim olarak size de ulaşmak istedim. Siz kardeşim hakkımda yazılanların aslında ne kadar gerçekçi olup olmadığının doğrudan şahidisiniz. Yorumlarımda 3 isim kullanırım. Bu girdiğim blogun yapısıyla da ilgilidir. Ancak 3 isme rağmen tavrım, tarzım ve duruşum hiç değişmez. Yorum yazdığım tüm bloglara girebilirsiniz. Tek bir fark göremeyeceksiniz.
Siz şunun apaçık şahidisiniz. Benden haklı bir gerekçeyle mailinize yazmamı talep ettiniz. Peki ben yazdım mı? Böyle bir teşebbüsüm oldu mu? Vakit elverdikçe buradan devam ettim. Size karşı haddi ve hakkı aşan bir tek tavrım var mıdır? Tek bir sözüm var mıdır? Allah için susmayın. Blogum yok ki maskeleri ben düşüreyim. Ne kadar rahatmış bir insana çamur atmak. Ve beni hedef alan yazıyla sadece ben değil, bloguna yorum yaptığım tüm kardeşlerim zan altında kalıyor. Bunun kimse farkında değil. Beni tanımadan bilmeden insanlarda yargılar oluşturuluyor. tanımayan bilmeyenler hesapsızca konuşuyor. Ama hesap gününün sahibi var. Ben yazanı da bilmeden taraf olanı da hesap gününün sahibine havale ettim. Sizden ricam benim yorum yazdığım hangi blogu görürseniz ne olur blog sahibi kardeşime sorun. Böyle çirkin bir konuda biliyorum vakit harcanmaz. Ama Allah rızası için sorun. by sükut, by_hiç ya da oxvamu.. Kime karşı hadisizlik yapmış. Allah rızası için sorun. Bir blogum olmadığından orada yazamıyorum. Yazdığım tüm kardeşlerime tek tek yazmak zorunda kalıyorum.
Vaktinizi aldığım için ve başınızı ağrıttığım için hakkınızı helal ediniz. Ancak zişuur olduğunu zannedenler önce ziakıl olmalı. Zikalp olmalı. Çünki yazdıklarıyla sadece benim hakkıma girmedi. Tüm muhataplarımı da zan altında bırakıp hakka girdi. Ve beni tanıyıp hayır bu kişi böyle değildir diyenlerin tek bir yorumunu yayınlamadı.
Gıybet ve iftirayı ''emr-i bil maruf'' zannetmek büyük gaflettir.
2 hadis ile susuyorum:
''(Miraca çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan kimseler gördüm "Bunlar kim" dedim Cebrail aleyhisselam, "Gıybet ederek insanların etini yiyen, şahsiyetlerini zedeleyen kimselerdir" dedi)''
''(Bir kimsenin yanında din kardeşi gıybet edilir de, yardıma muktedirken ona yardım etmezse, Allahü teâlâ o kimseyi dünya ve ahirette rezil eder)''

İşin kötüsü sadece gıybet değil bu. İftira. Yorum yazdığım tüm blogerler bunun apaçık şahidi. Ve ben soracağınız her soruya hazırım.

Şimdilik Rabbime emanet olun.
Maesselam, Maeddua..

2 Kasım 2012 08:22

Tam olarak neden bahsettiginizi anlayamadim. Ama Allah'ta sahittir ki bugune kadar sizden her hangi bir hadsizlik gormedim. Bu yuzden benim kalbim musterih, sizin de oyle olsun. Zira Allah'in yaninda hic bir kotuluk karsiliksiz kalmaz. Sizi yaradan bilsin yeter.. Yakin zaman da bende boyle bir durumla yuzyuze kaldim, sizi cok iyi anladigimi bilmenizi isterim. Ben de sizin de yaptiginiz gibi guc, kuvvet ve kudret sahibi olan herseyin ve herkesin hakkindan sadece O'nun gelecegine inandigim Mevla'ma havale ettim ve O'nun Vekil ism-i serifinin golgesinde sukuneti tercih ettim. Allah yardimcimiz olsun.. Sizde Allah'a emanet olunuz.. Saygilarimla

2 Kasım 2012 13:40
Adsız  

Yorumlarımızı niye yayınlamıyorsunuz. Böyle yaparak "bilmediğiniz" hususta taraf tutmuş olmuyormusunuz!?

25 Kasım 2012 16:19

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz