Boğaz tepelerinden birinde, geniş bir korunun içinde saray yavrusu bir köşk... Köşkün ikinci ve üçüncü katının pencere ve balkonlarından nefis bir manzara görünüyor. Hele teras hele teras... Oradan etrafı bir seyr etseniz hayranlığınızdan diliniz tutulur, nefesiniz kesilir...
Firuze renkli Boğaz, gemiler, karşı sahildeki yalılar, korular... Evet çarpık yapılaşma ve rant yüzünden büyük tahribat olmuş ama Boğaziçi uzaktan yine güzel, yine muhteşem. Hele geceleri, karanlıklar çarpıklıkları ve çirkinlikleri örtünce biraz, şehrin, sokakların, evlerin ışıkları sihirli bir manzara oluşturuyor, insanı uzak hayal ufuklarına götürüyor.
Bütün bu güzellikleri görmek, görebilmek, hissedebilmek için sadece insan olmak yeterli değildir. Kültürü olan, estetik boyutu olan, gören, görebilen, algılayan bir insan olmak gerekir.
Her göz bakar ama her göz göremez.
Nitekim, bahs ettiğim şahane köşkün bodrumunun altındaki lağımda yaşayan yaşlı sıçanın bütün bu güzelliklerden hiçbir nasibi yoktur. O, üst katlara, balkonlara, pencere kenarlarına, terasa çıkarak oralardan zemini, âsümanı, denizi, koruları, yalıları, Boğaz'da süzülen gemileri, çığlıklar atarak havada süzülen martıları, büyük fıstık çamında yuva kurmuş kuzgunî kargayı, dutlar oluncaya kadar öten bülbülü, bahçedeki havuzu, köşedeki selsebili, insanın içini bayıltan kokular saçan manolyaları, köşke tırmanan yaseminleri, hanımellerini, hiçbir şeyi, hiçbir şeyi göremez, anlayamaz, idrak edemez.
Dünya güzelliklerle, harikalarla, akıllara durgunluk veren âyetlerle doludur ama bunları her göz göremez, idrak edemez, hissedemez.
Solucanların kendileri birer harikadır ama onların gözleri yoktur ve görmezler.
Lağım sıçanlarının güzellik temaşasından nasipleri yoktur.
Boğaz'ı, İstanbul'u, Suriçi tarihî bölgeyi, Kızıltoprak'tan Bostancı'ya kadar olan bölgeyi, eski köşkleri, eski yalıları, eski bahçeleri, eski evleri; rant hırsıyla tahrip eden, dünyanın en güzel, en füsunlu, şâirin bir taşına bütün Acem mülkünü değişmediği o sihirli şehri yıkıp yerine beton yığınları, ucube binalar, çarpık bir yapılaşma getiren; küçük sihirli bahçeleri kaldıran, her biri birer minyatür gibi yüze gülümseyen nar ağaçlarını kesen, o câzibedar şehrin yerine gürültülü, uğultulu, pis gazlarla dolu; soluk benizlilerin koşuşturup durduğu, evden işe, işten eve günde üç dört saatte gidilebildiği, ecdadının Türkçe mezar taşlarını bile okuyamayacak kadar câhil modern insanlarla dolu bir kentin mimarları, onların kültür ve zihniyetleri görmez, anlamaz, duymaz.
Onların gözleri vardır, görmezler.
Onların gözleri vardır, görmezler.
Onların kulakları vardır, işitmezler.
Onların kalpler vardır, taş gibi katı.
Onların vicdanları nasır tutmuştur...
Eskiden bu şehirde güzel kokan güller varmış, şairler onlar için şiirler yazarmış.
Eskiden bu şehrin bahçelerinde bülbüller varmış. Onlar geceleri sabaha dek terennüm ettikçe hassas kalpli, gören gözlü, işiten kulaklı insanlar ağlarmış.
Eskiden bu şehirde kökler, konaklar, yalılar, Osmanlı evleri varmış. Onlarda beyefendiler, hanımefendiler, küçük beyler, küçük hanımlar yaşarmış.
Eskiden bu şehirde müezzinler minarelere çıkar gönülleri ihtizaza getiren, tüyleri ürperten, gözleri yaşartan lâhutî ve ruhanî ezanlar okurmuş.
Eskiden bu şehirde rical varmış; ulema, fukaha, meşayih varmış.
Günde bin kere efendim diyen kibar bir halk varmış.
Musiki, mimarî, hat, sanat, zarafet, mürüvvet varmış.
Komşuluk, insanlık, Müslümanlık varmış.
Boğaz'ın bir tepesindeki köşkün cihannümasından etrafı seyr eden gören gözler varmış.
Beşiktaş'ta Sinan Paşa Camii'nde okunan ezan Üsküdar'da Sultantepesi'nde duyulurmuş.
Kültürlü insanlar ezan sabâ makamından mı, rasttan mı okundu bilirlermiş.
Gözleri görenler, kulakları duyanlar bir kuşun şakımasından heyecanlanırmış.
Beylerbeyi iskelesine yanaşan vapurlar, yolcularını boşalttıktan sonra hep birkaç dakika geç kalırmış. Beylerbeyi halkı o kadar kibarmış ki, iskelenin vapura açılan kapısından "Efendim önce siz buyurunuz... Estağfirullah zat-ı âliniz buyurunuz..." diye mücamele yaptıklarından gecikirlermiş, kaptan da düdük çalarmış...
Eskiden de para varmış ama put değilmiş.Paranın, malın, zenginliğin üzerinde değerler varmış.
Gören gözler varmış, işiten kulaklar varmış, güzellikleri seven, çirkinliklerden nefret eden kalpler varmış...
Beton yokmuş, asfalt yokmuş, koşuşturma yokmuş; bazı mevtaların ardından tarih düşürülürmüş, musiki varmış, sanayi-i nefise varmış, perşembeyi cumaya bağlayan gecelerde yüzlerce tekkede âyin ve zikrullah yapılırmış.
Elbette kötülükler, çirkinlikler de varmış ama güzellikler kefesi ağır basarmış.
Bilmem bütün bu anlattıklarımdan, Boğaz tepesindeki o şahane köşkün lağımında yaşayan salhurde lağım sıçanının haberi olacak mı?
Mehmet Şevket Eygi
This entry was posted
on Cuma, Temmuz 27, 2012
at 01:49
and is filed under
Hayatin icinden...
. You can follow any responses to this entry through the
comments feed
.