Benden Söylemesi!  

Posted by Tespih Taneleri... in

Hayirli Cumalar kardeslerim,
mubarek gununuzun hep hayirlara vesile olmasi, bedenimizin namazla Rabb'e teslim olmasi ve dualarimizin ve de tovbelerimizin kabulu umidi ile soze baslarken, selamlarin en guzeli ile hepinizi selamliyorum.

Esselamualeykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu... Allah'in salati ve selami Efendimiz(sav)'in alinin ve ashabinin uzerine olsun...

Dikkatimi ceken.  kalb ile alakali bir hadis yazacagim bugun size. Rabbim bereketini gostersin okuyan ve istifade eden herkese insallah...


Numan b. Besir(ra)'dan rivayet edildigine gore Efendimiz(sav) soyle buyurmustur:

''Suphesiz helal belli. haram belllidir. Ama ikisi araasinda (haram mi helal mi belli olmayan) bir takim supheli seyler vardir ki, onlari insanlardan bir cogu bilmez.

Simdi bu supheli seylerden her kim sakinirsa irzini(yani haysiyetini) de dinini de kurtarmis, korumus olur. Her kimde bu supheli seylere dalarsa(her an) harama dusebilir. (icine girmek yasak olan) koru etrafinda (davarlarini)otlatan bir cobanin(davarlarini) oraya kacirmasi cok yakin oldugu gibi.

Dikkat edin! haberiniz olsun ki; Her padisahin kendisine mahsus bir korusu vardir.
 
Dikkat edin! Allah'in yeryuzunde ki korusuda haram ettigi seylerdir.

Dikkat edin! Agah olun...

Bedende bir et parcasi vardir ki; bu parca iyi olursa butun bedende iyi olur. Bozuk olursa, butun beden bozulur.

Dikkat edin! Iste o(et parcasi) KALBdir.

Ulemanin beyanina gore bu hadisin yuksek mertebede olmasina sebeb:
Peygamber Efendimiz(sav)'in bunda yiyecek, icecek giyecek gibi seylere, nikah ve sairete tenbih buyurmus olmasi ve bunlarin helal olmasina dikkat cekmesi, helalin nasil bilinecegine irsad buyurmasi, supheli seyleri terk etmeye tevik etmesidir. Rasulallah(sav) bunlari korunan bir yeri misal olarak izah etmis, sonra dikkati gereken en muhim noktaya  temas ile bunun KALB oldugunu bildirmistir.

Mesela asitli iceceklerin tumunun iceriginde az da olsa bir miktar alkol vardir. Ancak icindekilerini okudugunuzda yazmazlar siselerin ustune, cunku yuzde 15'den sonrasi kanunen yazilmasi gerekiyormus daha azi  ise  insan sagligina cok fazla zarar vermedigi dusunuldugunden yazilmasina gerek yokmus. Halbuki Maide suresinde apacik ayet- kerimede buyuruyor ki; ''azi da cogu da haramdir''. Bunun gibi supheli seylerden kacip kalbimizi korumamiz lazim. Evlerden uzak edip cocuklarimizi korumamiz lazim
Yani kesin bir hukum olmadigi icin haramdir demiyorum ancak suphelidir. Vera sahibi olmak lazim...

Benim kayinbabamin zamanin da gazoz fabrikasi vardi. Islerinin cok iyi olmasina ragmen sirf iceriginde alkol olmasi hasebiyle, goz gore gore insanlarin gunahina girmekten yani kul hakkindan korktugundan hemen satmis. Arkadaslar bir seferlik bir sey olmaz diye bir kere nefsinize taviz verdiginiz an da inanin devami geliyor. Amerika'da yasayan kiz kardesim orda ki insanlarin boyle seylere nasil dikkat ettigini anlatinca ben burda musluman ulkede muslumanlarin bu kadar her seyi bos verircesine, umursamaz bir sekilde yasamlarina gercekten cok uzuluyorum. Ben kolayi cok severdim ve gunde 1lt ictigim olurdu.
Hamdolsun bir gun haberlerde tarim mudurlugunden yapilan resmi aciklamaya gore uzerlerinde yazmadigi ancak icerisinde alkolun  belli bir miktar bulundugunu duyunca artik icmedim. Ben sadece uzerime dusen gorevi mi yerine getirmeye calisiyorum  Allah rizasi icin. Benden soylemesi!

Bu arada bir konu daha var kisaca onu da yazayim vebalinden kurtulayim insalah...

Bir arkadasim nisanlisiyla meshur  bir pizza sirketinin bir subesine yemege gitmisler. Orda ki bir calisan arkadasimi basi kapali gorunce demis ki:'' sizin dininizde domuz eti, domuz yagi haram degil midir?'' Arkadasim da saskinlikla ''evet'' demis.''burda domuzun herseyi kullanilmaktadir haberiniz olsun'' demis garson. Nasil sasirdim anlatamam ben de eskiden giderdim. Gozumle gormedim bilmiyorum ancak benim icin artik suphelidir ve bir daha da gitmedim. Neyse cok uzattim Allah'a emanet olun canlar...
Husna

Gülün Adı Hüzün...  

Posted by Tespih Taneleri... in

Hüzün, bir hazin kelime. Ayrılık gibi, hicran gibi; ama mutluluk gibi de. Bazen bir gözde görürüz onu, bazen bir yüzde. Bazen bulutlarla gelir, bazen lodoslarla.

Hüzün tarih olur, Bağdat ufuklarını Osmanlı tuğları misali bekleyen hurma fidanlarıyla; Tuna boylarını hatem yakutları gibi süsleyen kaleler ve burçlarla gelir yedi yüz yıllık hafızamıza. Elhamra avlusunda derin uykulara dalmış mağrib güneşi olur kah; kah Kudüs gecelerinde savrulan Selahaddin rüyaları.

Aziz-i vakt idik a'da zelil kıldı bizi.

Hüzün gözyaşı olur, bazen bir eylül bulutundan dökülüp dilemmalarımıza karışır; bazen bir Kanuni mersiyesinden akıp güneşlerimizi buharlaştırır. Paramparça olmuş kutsal kitapların mürekkeplerini dağıtır bazen, bazen kandil gecelerinin pişmanlıklarına dökülür yüreklerimizden. Kimi zaman bir bayram sevincinin ardına gizlenen yetimin gözünde acı; kimi vakit fersudeleşmeye yüz tutmuş gülün yaprağında kırağı sıfatında belli eder kendini.

Hurşide baksa gözleri halkın dola gelir

Hüzün söz olur, yarı yollarda bırakılmış yeminlerin ve vaadlerin peçesinden yüz gösterir kimi, kimi bir elyazmasının derkenarına yazılır bir ayrılık türküsü niyetine. Bir mücelled güldeste olur yazılsa tüm hüzün sözleri ve binbir geceyi dolduran tutilerin dilinde şeker niyetine çiğnene çiğnene tutar şöhreti alemleri. Sabahların kokusuna karışan bir pişmanlığın terennümüdür bazen ve bazen da gecelerin korkusunu damıtan bir şarkının dizesi.

Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir

Hüzün mevsim olur, böler bir uykuyu bazen; bazen bir paranteze alır acıları. Güz mü, eylül mü bilinmez; ortası mı sonu mu anlaşılmaz anın. Şakaklarına düşen benek benek karlar mı densin yılların gölgesini taşıyan, başında gül rengi bulutlardan Lahuri tüller mi olsun Hicaz şarkılarında bestelenen?!.. Hüzün karanlıktır, yalnızlıktır, korkudur. Ve hüzün bazen en büyük umutlara gebedir.

Bir mevsim-i hazanına geldik ki alemin...

Hüzün renk olur, son dalın son yaprağında sararırken yakar içimizi; son fırtınanın son dalgasında köpürürken kanatır yüreğimizi. Mavi gecelerin ve kurşuni bulutların örtüsüdür hüzün. Hatırlamanın mestliğinde eflatuni bir ırmağın hasret yarasıdır, gül gül olup açan ateşin kederlerin masum çiçeğidir. Sahilde bir gurubdur o, ufukta bir şafak. Perde perde solan hayatımız...

Gül ateş, gülbün ateş, gülşen ateş, caybar ateş

Hüzün sevda olur, hayalini getirir annelerin, yavruların ve süveydaya durup melankolisini yaşatır sevenlerin, sevgilerin. Fuzuli'lerin Galib'lerin kinayeleri ve tevriyeleri onun üstüne yazılır, bülbüllerin kumruların şeyda tenasüpleri ve mecazları ona dillendirilir. Umman gemicilerinin ufuklarında deniz feneridir hüzün, semavat müneccimlerinin kadrlerinde Ayyuk.

Muhabbet bir bela şeydir giriftar olmayan bilmez

Hüzün alışkanlık olur, acıların yol dönemecinde azığını kuzgunlara kaptıran gönüllerin ömre süren Selva'sıyla tartılır. Yüzbin yıl sonra yeşerecek tohumlar için saklayıp suyu, vahalardan kurumuş dudaklarla geçer delikanlıca. Mermer beyazında ayetlere teslim olmuş bir buhur-ı Meryem'in nazenin tebessümüne Namus-ı ekber vasıtasıyla gelen nefestir o.

                               Hazan ki durmadan evrakı su-be-su dökülür

Hüzün, Kureyş'te Süheyb-i Rumi; Yemen'de rahip Bahira, Konstantinepol'de Ulubatlı Hasan olmaktır.

                     Hüzün, mazlumlar adına bir saman çöpüyle devleri yere sermektir
.
  Hüzün, Şeyh Şamil toprağında alnından vurulan bir çocuktuHüzün, harflere sığmayan bir nimet-i İlahi'dir.

                                Hüzün, her hale şükretmenin diğer adıdır

                      Hüzün, seyerandır maverada.

                                          Hüzün, özleyiştir.

                      Hüzün ki en ziyade yakışandır bize!..





  1. Iskender Pala

Neyin ilginc Gecmisini Biliyor muydunuz?  

Posted by Tespih Taneleri... in , ,




 Ezeli sırları ne sen bilirsin ne de ben

     Bu muammayı ne sen okuyabilirsin ne de ben
    Perde ardında sen ben dedikodusu var ama
    Perde kalktı mı ne sen kalırsın ne de ben...
 

   Hayirli Cuma'lar...

Ruhun Hammaddesi...  

Posted by Tespih Taneleri... in



''Yerlerim goklerim beni almadi. Beni yalniz mu'min kulumun merhametli kalbi aldi.''

Kalb mekansizlik uzere yaratilmistir. Allahu Teala mekandan munezzehtir. Kalb derken sadece icimizde ki yumru buyuklugunde ki bir et parcasindan bahsetmiyoruz. Kalbin bir de arka plani vardir. Kalbinde hakikati ve maneviyati vardir.

Bir de ruh vardir. Ruh etten kemikten degildir. Ruh emir alemindendir. Alem-i halk vardir bir de Alem-i emir vardir. Alem-i halk madde alemidir yani toprak, hava, su ve ates dedigimiz dort unsurdan mutesekkil yaratilan cisimlerin hammaddeleridir. Alem-i emir ise;
''Kun'' yani ''ol'' emriyle meydana gelen manevi alemdir. Bedenimizin hammaddesi toprak ve sudandir da ruhumuzun hammaddesi nedir diye hic dusundunuz mu?
Ruhun hammaddesi arsin nurundandir. Evliyaullahtan birisi ne guzel soylemis:

''Ruhun mayasi arsin nurundandir, bedenin mayasi topraktandir. O yuzden bizim cismimiz bedenimiz vatanindadir. Ruh gurbettedir. ''

Arkadaslar su durumda vataninda olana mi, yoksa gurbette olana mi daha cok ehemmiyet vermek lazim? Hangisine daha cok acimak lazim? Tabi ki gurbette olana degil mi? Biz ne yapiyoruz kendimize soyle bir bakalim. Bedenimiz ac kalmasin, aman uykusuz kalmasin gibi devamli bedenimize hizmet halindeyiz. Eyy cismine hizmet eden, bedenine calisan, sirf zarar olan iste kar mi umuyorsun? Butun eglenceler, alisverisler her sey bedene hizmettir. Ruh bunlardan zarar gorur. Ruh da ilgi alaka ister. Ruhun gidasi zikirdir, Kur'an'dir, salavattir, duadir...

O zaman ne yapacagiz insallah ruhumuza yonelecegiz, onun faziletini, kemalatini, ustun huylarini tamamlamaya bakacagiz. Cunku biz bedenimizle degil ruhumuzla insaniz. Bir gunde yirmi dort saatten kac dakika bedene ayiriyoruz, kac dakika ruhumuza ayiriyoruz? Bedenimiz her gecen gun yaslaniyor ve bir gun bitecek, yok olacak. Ama ruhumuzla ebedi yasayacagiz.

Ben dinledigim sohbetlerden, okudugum kitaplardan aklimda kalan ve bana ilginc gelen mevzulari sizinle paylasmak adina bu konulari irdeliyorum. Insallah sikilmiyorsunuzdur okurken. Birazda hatirlatmak amaciyla yani. Neyse bugunluk bu kadar hoscakalin...



Ah be zaman...  

Posted by Tespih Taneleri... in




Zaman hesap sorar gibi geciyor
Hayat toz pembe gorunurken
Aynaya tam aksi bir goruntu yansiyor
Mutlu olmaya cabalarken hep
Birileri ayagimiza celme takiyor
Tokezlemeye baslarkende bu sefer
Duygularimiz gerceklerle yuzyuze kaliyor
 
Vazgecemediklerimizi duzeltmeye calisirken hep
Kaybettiklerimiz boyumuzu asiyor
Celiskiler hep var icimizde, gereksiz kararsizliklar
Sacma sapan hesaplasmalar ve yersiz inatlasmalar
Yurekler dolup tasarken boyle, sahittir yorgun geceler herseye.
 
Ah be zaman ne olurdu biraz insafli gecseydin...
Gecelerde yorgun artik bende
Gecen zamanin geri gelmeyecegini bile bile
Yasiyoruz iste boyle yorgun gecelerde
Gecelerde yorgun artik bende..
.
Ah be zaman ne olurdu bir firsat verebilseydin hayata dair sende...

Ah Yeşil İstanbul!  

Posted by Tespih Taneleri... in ,





AĞAÇSIZ, çiçeksiz, yeşilliksiz, parksız, sarmaşıksız bir İstanbul düşünemiyorum.
Bir şehirde elbette binalar, evler, okullar, mabetler, yollar ve meydanlar olur ama şayet YETERLİ miktarda ağaç ve yeşillik yoksa o şehir anormal, hasta, çirkin bir şehirdir.
İstanbulun içindeki ve civarındaki ağaçları, yeşillikleri tahrip eden rantçılar zalimdir. Yeşillik ve ağaç düşmanı şehirciler (şayet varsa) onlar da zalimdir. Bir bina dikmek veya başka bir iş için bir ağaç kesilecekse, onun yerine mutlaka on ağaç dikilmelidir.
Her yeşillik rahmet, bereket, sağlık, güzellik kaynağıdır. Her ne yeşillik ki yerden biter / Birdir O, ortağı yoktur der.
Ağaçlar, yeşillikler, çimenler, çiçekler gözleri dinlendirir… İnsanlara huzur verir… Onlara bakmak bile şifadır. Kork, ağacı yeşilliği çiçeği sevmeyenden. Ağaç olmazsa kuş olmaz, kuş olmazsa neş’e ve sürur olmaz. Zaruret olmadıkça merhametsizce, sorumsuzca ağaç kesenin, çiçek yolanın başına uğursuzluk ve musibet gelir.

Zalim idare, üzerinde kuş yuvaları olan ağaçları kestirmiş, yuvalar yavrular tarumar olmuş. Elbette yuva yıkanın olur hanesi viran. Sur içi tarihî İstanbul benim çocukluğumda bahçeli evlerle, tırmanan güller, yaseminler, mor salkımlar, hanımeli çiçekleriyle doluydu. Hepsini yoldular, tahrip ettiler. Acımasızlar Vandallar…
 
Cami binalarının taşları arasında biten aylandozların da canı vardır, onların Sahibi vardır. Ağaçlar, bitkiler, çiçekler zikr eder. Bir yaz akşamı… Yorgun ve üzgünsün… Kaygılar içindesin… Bahçeli evine gelirsin, mis kokulu bir kahve yaparsın veya yakut gibi bir çay demlersin…
Dut ağacının altındaki hasır sandalyeye oturur bir güzel içersin… Gösterişsiz fakat harika rayihalı tırmanan bir İstanbul gülü… Üç kök şebboy akşam yaklaşırken füsunkâr kokular saçmaya başlar… Serçeler, kumrular… Gamın kederin azalır bu hava içinde… Birkaç ağaççık, birkaç çiçek, birkaç kuş sana saadet, huzur, sükun verir.

Yeşilliksiz şehir ruhları kemiren bir canavar haline geldi. Bir mezarlıkların yeşilliklerine dokunamadılar. Ağaçları kestiler, yeşillikleri tahrip ettiler, evlerine bürolarına yapma çiçekler, yapma bitkiler koydular. Vapurla Kadıköyden İstanbula gelirken yeşilliksiz beton yığını mahallelere bakınız. Ne çirkin, ne ruhsuz, ne şahsiyetsiz binalar.
 
Ağacı, çiçeği, yeşili sevmeyenler insanları ve hayvanları da sevmez, tabiatı sevmez, denizleri, suları, gölleri sevmez.  Hiç olmazsa sur içi İstanbulunu; camiler, tarihî binalar ve birkaç sanat eseri dışında baştan başa yıkmak ve yeniden ağaçlı, çiçekli, tırmanan güllü, yaseminli, erguvanlı, boru çiçekli, hanımelili, pencere kenarlarında küpe çiçekli yemyeşil füsunlu bir İstanbul inşa etmek gerek. Rantçılara, betonculara, şehri çölleştirenlere beddua ediyorum. İstanbulu bu hale getirenlere hakkımı helal etmiyorum.
 
Ah İstanbul! Sen bu hallere mi düşecektin…

SECDEGAH!  

Posted by Tespih Taneleri... in



Ilahi! Hamdini sozume sertac ettim, zikrini kalbime mirac ettim, kitabini kendime minhac ettim.
Ben yoktum Sen var ettin, varliginlindan haberdar ettin, askinla gonlumu bi karar ettin.
Inayetine sigindim kapina geldim, hidayetine sigindim lutfuna geldim, kulluk edemedim amma affina geldim.


Sasirtma bizi dogruyu soylet, nes'eni duyur, hakikati ogret. Sen duyurmazsan ben duyamam, Sen soyletmezsen ben soyleyemem, Sen sevdirmezsen ben sevemem.
Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdikdiklerini, yar et bize erdirdiklerini. Sevdin Habibini kainata sevdirdin, sevdin de hil'at-i risaleti giydirdin, makam-i mahmuda erdirdin.
Server-i asfiya kildin, hatem-i enbiya kildin, Muhammed Mustafa(sav) kildin.
Salat u selam tahiiat u ikram, her turlu ihtiram O'na, O'nun ali ashabi etbaina Ya Rabb!

                                                       ******
Elmalili Hamdi Yazir'in tefsirinin basinda terennum ettigi, Fatma Bayram hoca'nin ''Bir Vaizenin Gunlugu'' adli eserinin onsozunde paylastigi bu guzel ve  anlamli duayi bende sizinle paylasmak istedim...
Benim cok hosuma gitti Rabbim bu duayala amel etmeyi nasip etsin cumlemize insallah...


YA RABB! secde etme nimetinden beni mahrum birakma!

O secde ki!  Kul oldugumun farkinda olma yeri
O secde ki! Yaradan'la basbasa kaldigim yer
O secde ki!  Tevbeyle biriken gozyasi havuzu
O secde ki! Yureklerin yakarisina karsilik yeri
O secde ki!  Dualarin kabul yeri
O secde ki!  Huzuru buldugum tek yer
O secde ki Ya Rabb! Seni buldugum yer
O secde ki Ya Rabb! Rasul'unun en sevdigi yer
O secde ki Ya Rabb! Artik benimde en sevdigim yer

Mutlu ya da huzurlu olsam secdeye gider hamdederim Mevlaya, sikintili ya da hafif kederli olsam yine secdeye giderim, yine hamd ederim ama sonrasinda uzun uzun anlatirim.

''Ya Rabb! Beni Seni yarattin, kulunu en iyi Sen anlarsin, hayirla kurtar beni'' diye baslarim dakikalarca icimde ne varsa anlatirim. Herkes simdi gidip pisikologlara dunya kadar para veriyorlar, sirf anlatsinlar ve sikintilarina gore bir cozum yolu bulsunlar diye. Bana gore her insan kendi psikologudur. Allah'in yarattigi kula degil, sonsuz guc ve kudret sahibi olan ve bana karsi bir annenin evladina olan merhametinden daha merhametli olan Mevla'ya anlatirim. O zaten bana herseyin hayirlisini nasip eder diye suphem yok. Sonrasina da razi olurum. Hamdolsun simdiye kadar da Mevla O'na hulus-i kalb ile siginipta hic bir zaman beni kendi halime birakmadi. O samimiyetle yapilan hic bir duayi karsiliksiz birakmaz...
''Ya Rabb ben Senden raziyim, ne olur sende benden razi ol ve beni secde etme nimetinden mahrum etme, Seni ve Rasul'unu hakkiyla sevmeyi nasip et''  Amin...

Sevgilerimle...

Husna

Hayalimdeki Sen, Gerçek Sen  

Posted by Tespih Taneleri... in


 

İnsan önce sever, sonra tanırmış; geç öğrendim. Gerçek sevilenler, tanıdıktan sonra belli olanlarmış. Kişi, ilk önce hayalindeki, kurguladığı kişiye âşık olurmuş da; tanıdıkça gerçek sevgili ortaya çıkar, hayal kaybolurmuş. Mesnevî’deki câriye hesabı… Bir de bakıyorsun ki, kuyumcu sevilmeye değer birisi değil…

Sonra şunu anladım bir... de: İlk gördüğümde gözüm ve gönlüm ünsiyet kuruyor, âşık oluyor. Ama yanımda kalan, hep rûhuma yakın olan oluyor.  Rûhuma yakın olan…

 “-Evlat bir kişiyi tanımak için üstünden yedi bayram geçmesi gerek!..” derdi babaannem… “Gönlünü kaptırıverme, hele bir bekle, mesafeli dur; tanı bakalım, ne çıkacak…”

Lâkin gönül dinlemiyor da her sefer bizi uçuruma vuruyor nedense…  “-Tanımak çok zordur!..” derdi dedem, “İnsanoğlunun alacası içinde, meyvenin alacası dışında olur… Tanımak için yemek ye önce, alışveriş yap, yolculuğa çık, işte o zaman anlarsın!.. Çok seviyorum dediğinin, yârim dediğinin aslını, vefâsını, güvenilirliğini, kendinden çok seni düşünüp düşünmediğini… Bunlar önemli evlat!.. Sevmek iyi güzel de; tüketmeye başlayınca sevdân seni, kişiliğini yok etmeye başlayınca; o zaman söyle bana sevdân nerde şimdi?! Kalmış mı? Seni terk edip gitmiş mi? Bir hayale mi âşıksın? Yoksa gerçeğine mi? İnsandan âşık olmaz, evlat!.. İnsanoğlu nâkıstır…”

 “-Peki!..” dedim, “Mecnûn’a ne dersin, Ferhat’a da…”
 “-Evlat!..” dedi dedem, “Onlar kavuşmuş mu?”

 “-Yok.” dedim, “Kavuşamamışlar.”
 “-Hah işte ondan…” dedi.

“-Kavuşsalardı da tanısalardı birbirlerini, bir de o zaman görseydik sevdâlarını!..”
 “-Ya Şems’le Mevlânâ’ya ne dersin?” dedim.

“-Evlat! Onların gönül aynaları pırıl pırıldı; birbirlerini seyrettiler, kendi gönüllerinde… O ayna ise, sadece Hakk’ı gösteriyordu. Tanıdıkça gördüler ki, Şems Mevlânâ idi, Mevlânâ da Şems… Bir de şunu unutma!..” dedi dedem, “Gerçek âşık, sadece Hak’tır; kişi, beynindeki mükemmel varlığa âşıktır; o da yüce Allah’tır!..”



Fatma Hale Liman

Kalp, Hak Teala’yı Bilirse, Sever  

Posted by Tespih Taneleri... in ,


 


Bu kalp Hak Teala’yı bilirse, sever. O’na tam yakınlık duyar. Yaratılmışlar onu ilgilendirmez. Ve ruhuna huzur veremez. Maddî olan her şey ona ağırlık verir. Yemek, içmek vs. şeylerle tatmin ol¬maz. Şehir hayatı onun için önem taşımaz.

Dünyayı sevme, âhireti isteme. Onlar kalbinden uzak dursun. Dünyada çalış, öbür âleme göç ettiğinde cennete koyarlarsa gir.

Mecnun gibi olmalısın. O, kalbinde sevgi yer ettiği zaman halk arasından çıktı. Yalnız olmayı istedi. Vahşî hayvanlarla yaşadı. Şe¬hirleri terk etti, harabelere gitti. Halkın ne övmesini dinledi, ne de kötülemesine kulak astı. Kulların konuşması ve sorması ona farksız oldu. Övmeleri hiç olduğu gibi, kötülemeleri de sıfıra düştü.
O Mecnun öyle anlar geçirdi ki, sordular:

“Sen kimsin?”
Söyledi:
“Leylâ…”
“Neredensin?”
“Leylâ…”
“Nereye?”
“Leylâ…”
Başkalarını gözü görmüyordu. Başkalarını işitmeye kulağı da¬yanmıyordu. Artık o bu hâlinden dönemezdi. Yüz çevirenler, onun Mecnunluk hâlinden anlamadılar.

Şu şiir ne güzel söylenmiş:

“Bir ülkedeki, nefisler koşar boşa
Halkı, soğuk demiri döver daim boşa.”

Bu kalp Hak Teâlâ’yı bilirse, sever. O’na tam yakınlık duyar. Yaratılmışlar onu ilgilendirmez. Ve ruhuna huzur veremez. Maddî olan her şey ona ağırlık verir. Yemek, içmek vs. şeylerle tatmin ol¬maz. Şehir hayatı onun için önem taşımaz. Kalbi huzur içinde olduk¬tan sonra, harabeler de ona çok gelir. İlâhî emirler dışında hiçbir şey, Hak irfanına sahib olan kalbi bağlayamaz. Her hâli bir prensi¬be bağlıdır. Fiil tecellisi onu garketmiştir. Sadece kaderin gelişine bakar; başka şeyleri bilmez.
Allah’ım rahmet elini bizden çekme; dünya denizi bizi boğar. Mevhum varlığımız bizi yere serer. Ey keremi bol, reyinde isabetli ve geçmiş hükümlerin sahibi, bize yetiş.


Ey evlat! Sözlerimi iyi anla ve amel et. Dediklerimi anlamak ko¬lay değildir. Ancak bilfiil tatbikat yapmak lazımdır. Tatbikat her şeyde elzemdir. Yapılmasını sevdiğim şeyleri yapmayan, sözlerimin devamını dinleyemez ve anlayamaz. Hakkımda iyi düşünce beslemeyen, sözlerimin doğruluğuna inanamaz. Bir sözle ki, iş yapılmaz, o söz ne ile ve nasıl anlaşılır?

Ebû Hureyre (r.a), Peygamber (s.a.v) Efendimiz’den işittiği şu hadîs-i şerifi rivayet eder: “Bir kimse, Allah’tan hoşnut olarak sıtmalı bir gece geçirse, anadan doğduğu gün gibi günahtan çıkar.”

Bu günlerde sana bir şey gelmez oldu. Yola gelmen için biraz daralman lazımdır. Başka türlü olmayacak.


(Fethu’r Rabbani / Abdülkadir Geylani)


Ne hikmetli sozler degil mi? Etkilenmemek mumkun degil dogrusu... Bu yol da edep sart, soz dinlemek sart, teslimiyet sart...
Uzun bir aradan sonra yine burdayim. Hamdolsun kavusturana diyorum, cunku gercekten cok ozlemisim... Ilk postumu yayinliyormusum gibi heyecanliyim. Hayat her zaman rayinda gitmiyor arada epey bir inisler cikislar olabiliyor. Bu durum da insana ara ara kendini bile unutturabiliyor. Beden yorgun, yurek yorgun hisler durgunlasabiliyor. Bir robot misali... Sadece vazifeler on plana cikiyor, gerisi teferruat. Lakin ZAMAN varya su ZAMAN her seye, herkese kocaman bir EYVALLAH cektiriyor. Bundan sonra insaallah elimden geldigince paylasimlarima devam etmeye calisacagim. insan arada gitmesini de bilmeli degil mi? Dusunuyorum da... Acaba bu nerden ya da kimden gitmek istediginle alakali olabilir mi? Sanki gitmek, bazen kaybolmak iyi geliyor olabilir mi insana? Neyse bu konuya daha sonra uzun uzun deginiriz insaallah... Sevgilerimle


Herşeye ve Herkese Eyvallah...  

Posted by Tespih Taneleri...






 
Eyvallâh kelimesini seviyorum,

Gelene de yakışıyor gidene de. . .

Üzülme dedi ;

Herkes ölür, kimi toprağa gömülür, kimi yüreğe. . .

İnsanlık Bitti mi?  

Posted by Tespih Taneleri... in ,




Çoğu bebek ve çocuk olmak üzere 1360 ölüm. Kimyasal silahlarla gerçekleştirilmiş. Görüntüleri bile insanlıktan utandırmaya yetiyor. Vahşet. Barbarlık. Zalimlik. Kelimelerin hiç biri katliamı tarife uymuyor. Bu yeni mi? Daha önce köyleri, şehirleri havadan, karadan bombaladı. Beşar Esed zerre acıma duymadan yerleşim birimlerini dümdüz etti. İran, Rusya ve benzeri ülkeler buna rağmen destek oldular. Esed de bu alçaklığa vardırdı katliamını.

General Sisi %51’le seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’yi  askeri darbe ile devirdi ve hapse attı. Sonra insan kıyımına başladı. Demokratik gösteri hakkını kullanan insanları tankla tüfekle taradı. Kamyonlara doldurup ateşe verdi. Diri diri yaktı. Binlerce kişi hayatını kaybetti.

Buna rağmen batıdan ve içimizdeki batılılardan ses çıkmadı. Bazıları açıktan darbeci Sisi’yi ve zalim Esed’i desteklemeye devam ettiler. Esed’i Hz. Hüseyin’e benzetenler bile oldu.

Bazı gazeteler 1360 insanın kimyasal silâhlarla öldürülmesini haber değeri bile bulmayarak sayfalarında yer vermediler. Kimileri de imalı yorumlarla çarpıtma derdine düştüler.

Yapılan zulümlerden de ağır geldi bu bize.

Irak’ta, Pakistan’da, Afganistan’da benzeri olaylar sürüp gidiyor.

İnsanlığın bittiği andır bu an. İnsanların insanlıktan utanmaları gereken andır, sözün bittiği andır.

İnanın kalemim bir şey yazmak istemiyor. Yerin dibi her halde böyle yeryüzünden hayırlıdır.

Dua edelim. İnfak ve sadakalarla belayı savuşturmaya bakalım.

Rabbim yar ve yardımcımız olsun…
 

İnsan işte...  

Posted by Tespih Taneleri... in

                                    


"İnsanı yoran yaşadığı hayat değil, taşıdığı maskelerdir…” 


Kadir Gecesi'nde Kadir Alayı  

Posted by Tespih Taneleri...

Kuran-ı Kerim'de de “bin aydan hayırlı” olduğu belirtilen Kadir Gecesi, Osmanlı döneminde de kutlanıyor, gece sabaha kadar ibadetle geçiriliyordu. Osmanlılarda 2. Selim döneminde camiler aydınlatılıp, minarelerde kandiller yakıldığı için mübarek addedilen “Mevlid, Regaib, Mirac, Berat ve Kadir” gecelerine “kandil geceleri” deniliyordu.Kadir Gecesi de Ramazan ayının son on gününde gizli olduğuna inanılan, ancak yaygın kanaate göre ayın 27. gecesine tekabül eden bir gece. Kuran-ı Kerim'in indirildiği gece olarak da bilinen bu gece için aynı isimli bir sure de bulunuyor.



OSMANLI DEVLETİ'NDE DE KUTLANIYORDU

Osmanlı Devleti'nde de Kadir Gecesi hem sarayı ile hem de halkıyla en özel şekilde kutlanıyordu.Osmanlı toplum hayatında zengin bir geleneğe sahip bu gecede, Ramazan ayında okunmaya başlayan hatimlerin Kadir Gecesinde veya öncesinde tamamlanıp, hatim duasının o gece yapılmasına dikkat edilirdi.Büyük camilerde yapılan dualar sabaha kadar sürerken, Kadir Gecesinden nasibini almak isteyenler, yatsı ve teravih namazının yanı sıra “Kadir namazı” adıyla anılan tesbih namazını da camilerde kılıyordu.



KADİR ALAYI

Kadir Gecesi kutlamalarına saray erkanı da katılıyordu. Padişah ve saray halkıyla devlet erkanı iftardan sonra kutlamaların yapılacağı camiye giderken, güzergahta “Kadir Alayı” adıyla bir yürüyüş düzenlenirdi. Bundan dolayı alayın geçeceği güzergahtaki yollar önceden tamir edilir, fenerler, kandiller ve meşalelerle donatılarak aydınlatılır, binalar elden geçirilip boyanırdı. Güzergahın uygun yerlerine de halkın alayı rahatça seyredebilmesi için oturma yerleri yapılır, bilhassa harem arabalarıyla seyre gelecek olanlar ve diplomatlar için özel alanlar tahsis edilirdi.“Muhteşem” olarak nitelenen Kadir Alayı sırasında, haremde bulunan kadınlar ve sultanlar, iki atın çektiği arabalara binerler, meydanda kendileri için ayrılan yerde dururlardı. Namaz bitinceye kadar, meydanda atılan fişekler seyredilir ve namazdan sonra kadın efendiler ile sultanlar şehirde yapılan şenlikleri seyretmek için kısa bir tur atarlar ve sonra hareme dönerlerdi.



AYASOFYA KUTLAMALARIN MERKEZİ OLDU

Kadir Gecesi merasimleri, fetihten itibaren önceleri Ayasofya'da, sonraları ise padişahın arzusuna göre belirlenen bir selatin camisinde (sultanların ve eşlerinin yaptırdığı birden çok minaresi olan camiler) düzenlenirdi.Hünkar imamı ve müezzinlerinin törenlerin yapıldığı camilerde halkın karşısına çıkması ise halk içinde heyecan yaratırdı. Büyük kalabalıkların katılımıyla gerçekleşen bu merasimlerde, güzel sesli imamların her rekatı farklı bir makamda kıldırdıkları teravih ve Kadir namazları, müezzinlerin rekat aralarında okudukları “elveda” nakaratlı Ramazan ve Kadir Gecesi ilahileriyle ziyafete dönüşürdü.Kadir Gecesi kutlamalarında Ayasofya Cami etrafında da özel bir folklor ve gelenek oluşmuş. Fatih Sultan Mehmet zamanında başlayarak müzeye çevrilinceye kadar beş asra yakın bir süre Ayasofya Cami'nde düzenlenen Kadir Gecesi kutlamaları, İslam dünyasında hiçbir camiye nasip olmayan bir ihtişamla yapılmış.



Minarelere Kadir gecesine has mahya çekilmesi, tek minareli camilere “kaftan giydirme” denilen uygulama, Osmanlı'nın Ortadoğu ve Mısır bölgelerinde minarelerde kandil yakılarak bayrak çekilmesi, camilerin iç mekanlarının bu gecelerde daha özenle aydınlatılması, İstanbul'a ait bir özellik olarak mihrap üstünde iç mahya kurulması da bu geceye ait diğer güzel uygulamaları oluşturuyor.Ayrıca eski İstanbullular Kadir Gecesinde, teravih namazını Ayasofya'da kıldıklarında, dilek ve dualarının kabul edileceği inancını taşıyordu. Bu sebeple iftardan önce buraya gelip, iftarlarını çekirdeksiz hurma ve üzümle açarlar, akşam ve teravih namazlarını burada kılarlardı. Bazıları sabah namazını da Ayasofya'da kılmaya özen gösterirdi.

Ahlakıyla Geride Kalanı, İbadeti de Öne Çıkaramıyor!  

Posted by Tespih Taneleri... in


Yıllar önce bir gazeteci arkadaş, “Sizinle röportaj yapmak istiyorum.” dedi. “Buyur, gel…” dedim. Şöyle bir soru yöneltti: “Hiç ‘Keşke…’ dediniz mi?”

Herkes gibi hayata başladım, sonra kendimin heykeltıraşı oldum. Mermer sütunumu yonta yonta onu insana benzetmeye çalıştım. Hayal dünyasına dalıp mazinin tarlalarında dolaşarak “Ah keşke” diyeceğimiz çok şeyler olabilir amma neye yarar? Mazi elimizden çıkıp gitmiş, istikbale hükmedemeyiz. Öyleyse yaşadığımız zamanı en iyi şekilde kıymetlendirmek gerekir. Yine de bu soruya şöyle cevap verdim:

Keşke hiçbir menfi tavrım olmasaydı. “Kabul etmem, istemem, yapmam” gibi kelimeleri ya hiç kullanmasaydım veya çok az kullansaydım. Bu yaşa kadar her çeşit insanla tanıştım, pek çok insanla çalıştım. Gördüm ki, uzun vadede başarılı olan arkadaşlarımın bütünü tebessüm edebilen ve güzel görüp güzel düşünebilen kişilerdi. Bu yalnızca iş hayatında geçerli bir kural değil, aile hayatında da çok geçerli bir kural… Efendimiz’in (sas) hayatını okuduğumda hiçbir sahnede menfi bir tavrını göremedim. Mesela Peygamberimiz’in (sas) vefatından yıllar sonra bir gün, Ebu Hureyre (ra) çarşıya gider ve malını satmakla meşgul olan esnafa “Mescitte Resulullah’ın mirası taksim edilirken ben sizleri burada görüyorum.” der. Tabii bu haberi duyanlar mescide koşar. Amma kimse dağıtılan bir miras göremez ve geri dönerler. Ebu Hureyre’ye (ra), “Biz taksim edilen bir şey göremedik.” derler. “Sadece bazıları Kur’an okuyordu...” Ebu Hureyre (ra) şöyle cevap verir: “İyi ya; Resulullah’ın mirası da zaten Kur’an değil midir?” O zaman şöyle düşünürüz; mademki Efendimiz (sas) yaşayan Kur’an’dı; öyleyse O’nun mirasından en büyük payı, O’nun ahlakına en çok tâbi olanlar alabilir.

Okuyarak, anlayarak, ibret alarak ahlak anlayışını geliştirmek lazım. Mesela bir anlık sinirle, fevri davranmanın sonu ne oldu? Kavga etmenin, yanlış sözler söylemenin sonu nereye vardı? Kinin sonuçları ne oldu? Açıkça görüyoruz bunları.

Akıllı bir insan için akrabaları, komşuları, arkadaşları bir laboratuvardır. Onların sergilediği davranışlara bakıp, güzel ahlakın insanı hangi noktaya ulaştıracağını anlayabilir. Zaten biraz tefekkür yapınca anlaşılacak ki, Müslümanların en acil ihtiyacı, güzel ahlaktır!.. Ahlakı ve davranışları, karşısındaki şahsın hareketlerine göre şekillenmeyen, bulunduğu yerde bir ahlak abidesi gibi durabilen kişileri görünce, “Bundan daha büyük hizmet olur mu?” diye düşünüyorum. Ahlakıyla geride kalan bir kişiyi de ibadeti öne çıkaramıyor… Fazilet kulesi yokuştur; inilmez düşülür. Bir söz, bir hareket, insanı fazilet kulesinden düşürebilir.


Hekimoğlu İsmail

Gösteri Toplumunun Çocukları  

Posted by Tespih Taneleri... in





Instagram'da atletli, tombul bir bebek fotoğrafı. Hesabın sahibi taze bir anne. Altındaki yorumlar öpmekten ısırmaya pek çok sevgi ifadesi barındırıyor. Esasında evine ziyarete gelse bu eylemleri bilfiil uygulayacak, kötü bir niyet taşımadıklarından emin olunan tanıdıkların yorumları bunlar.

Henüz doğumhaneden çıkmış nur yüzlü bir bebek. Anında bütün tanıdıkların face, Twitter, gmail ya da Instagram hesaplarında fotoğrafı. Eskilerin nazar olur diye yüzüne işlemeli, iğne oyalı tülbent mendiller örttükleri dönemdeki, yani kırk içindeki bir bebek, daha şu dünyadaki kırk dakikasını tamamlamadan yüzlerce gözle muhatap.

Çocuğunu ağlatırken, güldürürken, bir şeyler anlatırken, düşerken vb. hallerde kameraya alıp YouTube'da yayınlayanlar... Esasında hem kendileri eğleniyor hem de eğlencelik bir malzeme olarak sunuyorlar çocuklarının ilginç hallerini. Çocuk büyütenler bilir, anne-babalar büyük bir zevk alır kendi çocuklarının büyürken geçirdikleri ilginç evreleri anlatmaktan. İlk adımını atışının, ağzından çıkan ilk kelimenin hikâyesi karşıdakileri sıkacak kadar defaatle anlatılır.
“Hadi bir küfrediver abilere” şeklinde bir gösteri boyutu da vardır Anadolu'da çocukların sosyalleşme sürecinin. Sanki bunun devamı imiş gibi, çocuklarının sergilenecek ilginç hallerini, ama bu defa sadece tanıdık çevre ile sınırlı olmayan küresel dijital ortama yüklüyor anne-babalar.    Bir de profil fotoğrafı olarak, kapak fotoğrafı olarak çocuğunun, bebeğinin fotoğrafını kullananlar var. Kendi bloglarında hamileliğin ilk gününden başlayarak bütün özel hayatını peyderpey hem anlatan hem de görüntüleyenleri dahil etmiyorum bile bu listeye. Aileleri tarafından televizyon yarışma programlarına götürülen küçük yaştaki çocuklar, gündüz programlarında pek çok olumsuz aile dramına maruz kalmış çocukların, ebeveynleri eşliğinde ulusal kanallarda boy göstermesi...

Son günlerde bu örnekler ebeveynlerin çocukları üzerindeki hakları ve mahremiyetin değişen tanımları gibi konuları düşünmeme sebep oldu.
Mahremiyet, üzerinde konuşulması zor bir konu.  Ayrıca özel yaşam dediğimiz şey de zamanla ve mekânla değişen bir niteliğe sahip. Aynı zamanda dinî ve kültürel farklılıklar, özel yaşamın ve mahremiyetin çerçevesi üzerinde etkili.
Bu sebeple teşhir, mahremiyet ihlali gibi konuları tartışırken günümüz teknolojisinin mekân örgütlenmesi üzerindeki etkisini de dikkate almak gerekir. Çünkü duvarlar yabancı gözlerden ve birtakım müdahalelerden korumuyor artık bizi.
Yapıp ettiğimiz hiçbir şey gizli kalmıyor. Attığımız her adımı Mobese kameraları, banka kartlarının dijital şeritleri, sağlık kayıtları belli merkezlerdeki gözlere ulaştırıyor. Ama biz bununla da yetinmiyoruz ve gözetleme amaçlı bu dijital imkânlara kendi elimizle de bilgi sunuyoruz.
 Kendi hayatının telif hakkını elinde tutmak isteyenler, eskiden istihbaratçıların büyük emeklerle elde ettiği bilgileri sosyal medya hesaplarında ya da online çeşitli mecralar aracılığıyla bizzat kendileri sunuyor. Yani görmenin, görünmenin, gözetlemenin ve dolayısıyla teşhir ve mahremiyetin yeni halleri ile karşı karşıyayız.

Bense burada bu geniş kavramsal çerçeveye sadece işaret etmekle yetinip çocuklar, mahremiyet ve teşhir ilişkisi bakımından ebeveyn tavrıyla ilgili zihnimde uyanan soruları aktarmakla yetineceğim. Çünkü bu sorular önümüzdeki dönemde üzerinde ciddiyetle düşünmemiz gereken çok önemli bir alana dair.
Bir anne, bazen de kendi fotoğrafını Facebook profiline koymayacak kadar muhafazakâr/dindar bir anne, mahremiyeti nasıl tanımlıyor olmalı ki çocuğunun fotoğrafını yayınlarken aynı ilkeler geçerli olmuyor?
 Ona göre sadece yaş ve cinsiyet midir mahremiyetle teşhir arasındaki farkı oluşturan? İslami açıdan bakıldığında mahremiyet sadece cinsiyete indirgenebilir mi? Anne-babaların çocukları üzerindeki hakları, onları birer izlenceye dönüştürme hakkını da kapsar mı?

Zeynep Tüfekçi ebeveynin çocuk üzerindeki haklarını ve çocuğun mahremiyet haklarını Amerika'da bir tartışma yaratan cinsel kimliği nedeniyle ailesi ile birlikte televizyon şovlarına katılan bir çocuk üzerinden ele aldıktan sonra Halil Cibran'dan şu dizelere yer veriyor:


“Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,

Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.

Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler

Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.”

 Ama YouTube'a çocuklarının görüntülerini yükleyen, şov dünyasına dahil edebilmek için çocuklarını nesneleştiren, herhangi bir vesile ile çocuğunu ulusal medyada göstermekten çekinmeyen aileler böyle düşünmüyor olsa gerek.
Zira gösterdikleri tavır, ebeveynlerin çocukları üzerinde sınırsız tasarruf hakkına sahip olduğu şeklinde bir kanaate yaslanmasa da birilerince görülmesinde sakınca addedilmeyen durumların medyada sergilenmesinin de bizatihi normal ve sakıncasız olduğu görüşünden alıyor gücünü. Konuşma ve ifade de bir yerinden eklemleniyor gösterme ve görmenin egemenliğine.
Ve çocuklarının fotoğraf ve video görüntülerini paylaşma, mesela, ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilebiliyor. Bir külah dondurmayla ikna edebileceğiniz altı yaşındaki bir çocuğun ekranlarda boy göstermeyle ilgili irade ve kendi kararından bahsetmek ne kadar mümkündür? Bu hem pedagojik hem de hukuki açıdan ele alınması gereken bir konu.

Bir çocuk ne zaman iradesini ve karar verme yetisini kullanan bir birey olarak kabul edilebilir sorusunun cevabı çok karmaşık günümüzde.
Bu sorunun hukuki cevabı ile ahlaki cevabı arasında bir intibak ve uyum da söz konusu değil ayrıca. Gözün hakimiyetinde bir çağ bu bizimkisi. Görünerek var olunabilen, görerek tüketilebilen, gösterilerek iktidar kurulabilen bir dönem dijital ortamın imkânlarından da ivme alarak güçleniyor. Bu gösteride çocukların kullanılması ne ifade özgürlüğü üzerinden meşrulaştırılabilir ne de doğal olanın, sakıncasız olanın gösterilmesi gerekçesiyle.
Onlar birer birey değilse de anne-babalarının istedikleri gibi kullanacakları mülkleri de değil. Bu karmaşık durumu emanet perspektifinden değerlendirecek dini ve kültürel arka planı olan Müslümanların, liberal etik yaklaşımın söyleyecek söz bulamadığı bir durumda söyleyeceği çok şeyler olmalı.


Nazife Şişman

İşte ona İstanbul derler...  

Posted by Tespih Taneleri... in

                   

                                                               Şu beyaz güvercinlerin semasında uçuştuğu ilahi şehri görüyor musun? 
İşte ona İstanbul derler..

Necip Fazıl Kısakürek.                                    

Yaşanmışlıklar...  

Posted by Tespih Taneleri... in , ,





Eyüp Sultan semtindeki mezar taşlarının ve türbelerin uzerlerinde ne yazar hep merak etmisimdir.Bu minvalde kültür, tefekkür ve medeniyet tarihimize iz bırakmış değerlerimize ait birbirinden önemli kim bilir ne ayrıntılar gizlidir. Alman şair ve edebiyatçısı Heinrich Heine bir yazısında “Her mezar taşının altında bir dünya tarihi yatar” der. Gerçekten de mezarlıklardaki binlerce mezar taşı bir vakitler yaşamış ve tarihe mal olmuş kişilerin hatırasını yaşatır. Elbette her ölü tarihte nam salmış bir kişi değildir. Fakat o kişi hayatta olduğu yıllarda bir tarih yaşamıştır ve tarihin bir parçası olmuştur. Bazen bir mezar taşı fazla bir şey anlatmayabilir. Fakat on tanesi bir araya geldiği zaman size çok şey söyleyebilir ve önemli bir bilgiye ulaşabilirsiniz. Mezar taşlarının yanı sıra görkemli birer abide olan türbeler de önemli bir yekûn tutmaktadır. Bu görkemli türbeler, doğal olarak içinde yatan kişi veya kişilerin tarih içindeki varlıklarını, hayat hikâyelerini daha ayrıntılı bir şekilde yansıtmaktadır.

Herkesin merak ettigi bir konu degildir bu lakin benim gibi merak edenler vardir mutlaka..Gecmisin tozu uzerimizden hic gitsin istemedigimden bir yanim hep eskilerde kaldigindan unutmak unutturmak istemedigimden de olabilir. Cunku cok basarili, yigit, cengaver ornek almamiz gereken sahsiyetler geldi gecti bu topraklardan mutlaka tanimamiz gereken... Insan tarihini hakki ile bilirse gelecegine sahip cikabilir.





  
Çılgın projelerin mimarı Sokullu Mehmed Paşa

Eyüp Sultan’dan geçerken bir Sinan harikası olan Sokullu’nun türbesine de uğrar mısınız? Kanuni Sultan Süleyman Han’ın son dönemlerinde sadaret makamına getirilen Sokullu Mehmet Paşa’nın büyük bir devlet adamı olduğunda bütün yerli ve yabancı  kaynaklar müttefiktir.


II. Selim ve III. Murat da dâhil olmak üzere, üç padişaha on üç yıl sadrazamlık yaptı Sokullu. Yarım asırdan fazla devlet hizmetinde bulunan, onlarca savaşı sevk ve idare eden, dünyanın birçok ülkesi ile başarılı antlaşmalara imza atan, ileri görüşlü, ince ruhlu ve yardımsever bir kişiliğe sahip olan Sokullu Mehmet Paşa, cami, medrese, hamam, çeşme gibi birçok hayır eseri yaptırmıştı.

60 yıllık devlet hizmeti sırasında hiçbir görevinden alınmamış, daima bir üst göreve atanmış olması da ayrı bir özelliğidir. Don ve Volga nehirleri arasında bir kanal açarak Osmanlı donanmasına Hazar Denizi yolunu açma, Süveyş Kanalı’nı açma, İzmit Körfezi-Sapanca Gölü-Sakarya Nehri üzerinden Karadeniz’e alternatif bir boğaz açma gibi çağının ötesinde projeleri vardı.

1579 yılının Ramazan ayının ortalarında bir suikast sonucu şehid edildi. Paşa’nın bunca ikbal ve ihtişamına rağmen terekesinden ancak cenazesinin teçhiz ve tekfinine yetecek kadar bir parası çıkmıştı. Sokullu Mehmet Paşa’nın ölümü ile Osmanlı Devletinin “yükselme dönemi” olarak adlandırılan devri de sona ermişti.

Türbesi, Eyüp Sultan’da, Camii Kebir caddesi üzerinde, Siyavuş Paşa Türbesi karşısındadır. Türbe Mimar Sinan eseridir ve 1568 tarihlidir. Çok köşeli, köşeleri ince sütunlu ve kubbeli bir yapıdır. Sivri kemerli, pencereler alçı kafeslidir. Türbe içerisinde Sokullu Mehmet Paşa’nın ahşap sandukasından başka beş ahşap sanduka daha bulunmaktadır. Ayrıca türbe içerisinde Sokullu’nun yakınlarına ait on tane mermer lahit daha bulunmaktadır. Estergon’u fetheden Sokulluzade Lala Mehmet Paşa’nın kabri de türbenin avlusunda yer almaktadır.
  




28 yıl şeyhülislâmlık yapan Ebussuud Efendi

Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, Osmanlı İmparatorluğu’nun en görkemli olduğu bir dönemde otuz yıla yakın şeyhülislâmlık yapmış büyük bir İslam âlimi idi. İslam Hukuku’nun tatbikatında büyük hizmetler görmüş, tefsir, fıkıh ve diğer ilimlere olan derin vukufiyeti onu haklı olarak Osmanlı âlimlerinin en meşhurları arasında zirveye taşımıştı. Türkçe, Farsça ve Arapça 20'den fazla eseri var olan Ebussuud Efendi, Arapça yazdığı tefsiri ve fetvaları meşhurdur.


Mustafa İmadi’nin oğluyla uzay bilimci Ali Kuşçu’nun kızının evliliğinden dünyaya geldi. Babası Sultan II. Bayezit Han’ın çok hürmet gösterdiği Şeyh Muhyiddin Mustafa Efendi idi. Babasından aldığı ilk bilgilerin dışında devrinin bütün bilginleri ile temas etmiş ve onlardan ilim tahsil etmişti. Büyük İslam bilgini meşhur İbni Kemal, Ebussuud Efendi’deki deha parıltısını keşfeden ilk insandır. Bu yüzden onu genç yaşta, İshakpaşa medreselerine müderris yaptı.

17 sene muhtelif müderrisliklerde bulunduktan sonra Bursa ve İstanbul kadılığına tayin edildi. Ardından Rumeli kazaskerliğine yükseltildi. Ekim 1545 tarihinde de Şeyhülislamlık makamına getirilerek 13. Osmanlı şeyhülislamı oldu. Kanuni ile Macaristan seferine katıldı. Budin Fethi sonrasında ilk hutbeyi okudu. 1570’de Kıbrıs adasının fethi için fetvayı veren o idi. Süleymaniye Camii’nin temeline ilk taşı yine o koydu. Kanuni Sultan Süleyman zamanında 22 sene, II. Selim Han zamanında 6 sene olmak üzere toplam 28 yıl şeyhülislamlık makamında bulundu. Hayrat olarak İstanbul’da bir hamam, Üsküp’te de bir camisi bulunmaktadır.

İstanbul’umuzun meşhur caddelerinden birine “Ebussuud” adı verilmiştir. 23 Ağustos 1574’te vefat etti. Vefatında Mekke ve Medine şehirlerinde gıyabi cenaze namazı kılınmıştır. Ebussuud Efendi bir sahabe aşığıdır ve Eyüp Sultan civarına defnedilmeyi vasiyet etmiştir. Nitekim kabri Eyüp Sultan meydanında, Sokullu Türbesi’nin yanı başında, bizzat kendisi tarafından ihdas edilen Dar-ül Hadis’in bahçesi, ismi ile müsemma Ebussuud haziresindedir. Bu hazirede Ebussuud Efendinin yakınlarından birçok kimse de bulunmaktadır. Eyüp sultan’ı (r.a.) ziyarete gelenler, onun nurlu mezarının önünden geçerler.




218 senelik kesintisiz hizmetin adı Mihrişah Valide Sultan

Hayırseverliği ile tanınan, ardında onlarca hayır eseri bırakan Mihrişah Valide Sultan, III. Mustafa'nın eşi, lll. Selim'in annesidir. Oğlu III. Selim'in yenilikçi fikirlerini her zaman desteklerdi. Son yıllarını hastalıkla geçirdi. 16 Ekim 1805 tarihinde vefat etti ve Eyüp Sultan Bostan İskelesi sokak'ta bulunan türbesine defnedildi. Bostan İskelesi Sokağının diğer bir adı da Cülus Yolu’dur.

Osmanlı hükümdarları Eyüp Sultan Hazretlerinin huzurunda kılıç kuşanma merasimini icra etmek üzere geliş gidişlerinde bu cülus yolunu kullanırlardı. Türbesinin bitişiğinde ayrıca imareti, sebili, imaretin hemen karşısında bir de sıbyan mektebi bulunmakta. Türbede Mihrişah Valide Sultan'dan başka III. Mustafa'nın kızlarından Beyhan Sultan ile birlikte Sultan II. Abdülhamid'in validesi Perestu Sultan’ın kabirleri de bulunuyor.

Mihrişah Valide Sultan’ın 1795 yılında hizmete açtığı buradaki imaret (Aşevi) 218 seneden beri aralıksız olarak bölge halkının fakir fukarasına hizmet vermekte olup, halen hizmete devam ediyor.
Zamanımızda İmarethane'den günlük 600 aileye 3 çeşit sıcak yemek veriliyor. Bu kesintisiz hizmetin sunulması bize bu imaretin nasıl bir iman kuvveti ve ihlâsla yaptırıldığını düşündürmekte aynı zamanda.

İmaret vakfiyesinde imarette pişirilerek, istihkak sahiplerine ikram edilecek yemeklerin ismi, kullanılacak malzemeleri, bir yıl zarfında ne kadar erzak veya iaşe dışı malzemelerin alınması lazım geldiği, israftan kaçınılması buna rağmen fazla ihtiyaç zuhur ederse veya 600 olarak belirlenen yemek sayısı kâfi gelmezse yeterince artırılmasına izin verildiği belirtilmiş. Yine bu vakfiyede imarethanede pişirilip, fukaraya ve ehli hizmete dağıtılması için mutfakta kullanılacak erzakın en güzelinden, en kalitelisinden olması özellikle istenmekte.

Ayrıca görevlilere verilecek ücretler ve onlarda aranan vasıflar; dindarlık, ihlâs, samimiyet, sadakat, liyakat, hakka hukuka riayet, insaf sahibi olmanın yanında aç gözlülükten uzak, hıyanetten sakınan kişiler olmaları şart koşuluyor.




Bir şair Fitnat Hanım geçti bu âlemden

Asıl adı Zübeyde. Divan şiiri tarzında yazan en başarılı hanım şairlerimizden biridir. Şaire Zübeyde Fitnat Hanım, İstanbul doğumludur. Babası I. Mahmut dönemi şeyhülislamlarından Ebu İshakzade Mehmet Esad Efendi'dir. Baba, dede, amca ve ağabeyinin de şair olmalarının etkisi ile küçük yaştan itibaren edebiyat ve şiirle ilgilendi. Özel derslerle eğitildi.

 Kaynaklar onun şiirindeki akıcılık, dilindeki sadelik ve biçimindeki kusursuzluk konusunda hemfikirdirler. Divan şiirindeki gelmiş geçmiş kadın şairler içinde nazma hâkimiyet, ifadedeki kuvvet ve pürüzsüzlük onu diğerlerinden üstün kılan meziyetidir. Şiirleri kadar nükteleri, Koca Ragıp Paşa ve şair Haşmet ile aralarında geçen şakalaşmalarla da bilinir.

Ancak günümüze ulaşan bu şakaların birçoğunun uydurma olduğu sanılıyor. Yayınlanmış bir divanı var. Divanındaki gazel şeklindeki nazireler 52 adettir. Bazı şiirleri XIX. yüzyılın başından itibaren batı dillerine çevrilmiş, gazellerinden ikisi bestelenmiş. 1780 tarihinde İstanbul'da vefat eden Şaire Fitnat Hanım'ın mezarı Eyüp Sultan Türbesi arkasında, şadırvan avlusu tarafında ve cüzhane binasının hemen yanındadır. Mezar taşında şu ifadeler yer almaktadır:

Hüve’l Baki
Sâbıka Şeyh’ül- İslâm Mehmed Es’ad
Efendi merhûmun kerime-i mükerremesi
Bülbül-i gülistân-ı ismet
Ve tuti-i şekeristân-ı iffet
Şaire Zübeyde Fıtnat Hanım
Sene 1194 H. 1780 M.

 




10 padişah, 28 veziriazam gördü Zaro Ağa

Eyüp Sultan Camii arkasından Kaşgari dergâhına çıkarken yolun ikiye ayrıldığı yerde sol tarafta bir mezar taşı var. Başlığı Osmanlı dönemine ait, Hamidi fesli bir mezar taşı. Üzerinde Türkçe olarak, “160 yaşında ölen Bitlisli Şemsi Ağa oğlu Zaro Ağa” yazılıdır. Bu ilginç mezar taşına ilk baktığınızda bir yanlışlık olduğunu düşünebilirsiniz.

160 sene, dile kolay!..

Günümüz Türkiye’sinde yaş ortalamasının 65–70 olduğu düşünüldüğünde “bu kadar uzun süre yaşayan adam olur mu?” diye insan düşünmeden edemiyor elbette.  Fakat biraz araştırma yaptığınızda belki 5–10 sene yanılma payı ile bu tarihin doğru olduğunu anlıyorsunuz. İsterseniz Zaro Ağa’nın kısa hayat hikâyesine bir göz atalım, ne dersiniz?

Şemsi oğlu Zaro Ağa, 1774’te Bitlis’in Mutki kazasının Meydan köyünde doğdu. Köydeki hayatına dair fazlaca bilgi yok. İstanbul’a geldiği tarih de kesin belli değil. O da baba, dede mesleği olan hamallığı tercih etmiş, gücü elverdiği ölçüde bu işini yapmaya çalışmış.

Kendisi ile yapılan söyleşilerde, 1800’lerin başlarında Selimiye kışlasının yapımında çalıştığından, 1853 yılında yapılan Ortaköy Camii inşaatında taş taşıdığından söz etmiştir. 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılışı sırasında bu ocakta olduğunu, ancak kıyımdan Ayasofya’nın altındaki zindanlara saklanarak kurtulduğundan söz eder.

Doğduğu yıl Osmanlı  İmparatorluğu tahtında I. Abdülhamit oturmaktadır yani Zaro Ağa ömründe bir imparatorluk, on padişah, yirmisekiz veziriazam, bir cumhuriyet, iki reis-i cumhur, beş başbakan görmüş, onlarca savaşa tanık olmuş ve başından 10 evlilik geçmiştir. Zaman 28 Haziran 1934’ü gösterdiğinde, Eyüp Sultan kabristanının nicelerini bağrında barındıran medeniyetimizin sessiz tanıkları, oldukça geç kalmış bu dünya yolcusunu da arasına katar. Dünya, bir garip Zaro Ağa’ya da kalmamıştır.

“Şol kâinat sec’d eyleyüp

 Can çalap’a verilende
 
 Bu mesel içre halimiz

 Bir yüceden görülende”


Nidayi Sevim yazdı
Fotoğraflar: Nidayi Sevim



  

Seçim ve Tercih Hakkımız ve Hürriyetimiz Var  

Posted by Tespih Taneleri... in





MÜSLÜMANLARIN tercih ve seçme hürriyeti vardır. İnsanlara cüz’î iradeler verilmiştir. Her sabah yeni bir başlangıçtır.


Sık sık yol ayrımlarıyla karşılaşırız. Birinde hakka, ötekisinde bâtıla gider yazılıdır… Sabahleyin ezanlar okunur, kalkıp namaz kılan doğru bir iş yapmış olur, yatıp uyuyan yanlışı seçmiş olur.
 
Dilini tutan iyi etmiş olur; tutmayıp gevezelik, zevzeklik, gıybet, nemime, yalan, iftira eden kendi iradesiyle kötü iş yapmış olur. İffetini koruyan iyiliği seçmiştir, zina eden kötülüğü…

Dinimiz bildiriyor: Ribanın yetmiş şubesi vardır, en hafifi anasıyla zina etmek gibidir. Riba alıp veren cezasına hazır olur, ribadan kaçınan iyi etmiş olur.

Kendim ettim, kendim buldum dünyasıdır bu. Lüks ve israflı bir hayat mı sürmek istiyorsun?


İmkanın varsa buyur yap ama Cehennemle tehdit edildiğini de bil. Biatli ve itaatli bir Müslüman olmak sana kalmış. İstersen şeytanî bir hürriyet içinde serazad olabilirsin. Lakin iyi bil ki, hesabını vereceksin.

Komşuna eziyet etmemek senin elindedir. Ya onun meleği olacaksın, yahut kurdu. Tercihini yap. Yap ama cezasına da hazır ol.

Tesettür konusunda önünde iki şık var: Ya Şeriata uygun gerçek tesettür; yahut alaca bulaca, yırtmaçlı, rengarenk, düttürü Leyla, altı kaval üstü şeşhane şeytanî tesettür.

Canının istediğini yap ama hesabı unutma. Sofrada hürsün, seçim hakkın var. Ya doyduktan sonra yemezsin, yahut pisboğazlık edip tıkınır durursun. Ye ye ye, hesap vereceksin.

İslam hizmetkarı beylere ve hanımlara: Ya doğru dürüst hizmet eder ilahî rızaya nâil olursunuz; yahut İslama hizmet perdesi ardında kendinize hizmet edersiniz.


Bid’atçiye: Sünneti bırakıp bid’ate mi hizmet etmek istiyorsun? Et ama sonunda belanı bulacağından hiç şüphen olmasın. Zekat konusunda doğru yol, zekat paralarını ve mallarını onlara temlik etmek suretiyle Kur’anda zikri geçen sekiz sınıf gerçek şahsa vermektir.

Sen zekatları tüzel kişiler (dernek, cemaat, fırka, hizip, vakıf…) için mi toplamak istiyorsun? Topla ama Şeriatın buna izin vermediğini ve zamanı gelince cezanı çekeceğini bil.

Pikniğe gittin. Yedin içtin dinlendin… Giderken iki tercih vardır önünde. Birincisi: Oturduğun yeri tertemiz bırakmak. Bütün çöpleri, poşetleri, şişeleri, kağıtları, meyve kabuklarını toplamak çöpe atmak.


İkincisi: Orayı mezbelelik halinde bırakmak. Hürsün a benim canım hürsün, dilediğini yap. Vasıta kullanıyorsun. Tercih hakkın var. Ya medenî bir vatandaş, bir insan gibi kurallara uyarak usulüne uygun şekilde güzelce ve dikkatle kullanırsın. Yahut hayvan gibi, yamyam gibi, vahşiler gibi kullanırsın. Cezası âhirete kalmaz, eşek gibi araba kullanırsan belanı dünyada bulursun. Okuma yazma konusunda da hürsün ve tercih hakkın var.

Ya tezelden bin yıllık millî yazımızı öğrenirsin, yahut 1928’den önce basılmış Türkçe kitapları okuyamayacak kadar kara cahil veya yarı cahil kalırsın. Seçim sana ait a benim canım.

Sadaka belaları def’ edermiş.

Seçim hakkın var: Ya Allah rızası için sadaka verirsin, belaları uzaklaştırmaya çalışırsın, yahut cimrilik edersin, hiç beklemediğin anda başına bir taş düşer. Sağlıklı yaşamak veya hastalıklarla boğuşmak…

Bu da büyük ölçüde senin elindedir. Perhiz yapar, ihtiyacın kadar sağlıklı besinler yersen yüzde 95 sıhhatli olursun. Abur cubur aşırı şekilde bahayim gibi tıkınırsan hastalıklara davetiye çıkartmış olursun. Buyur, hangisini seçersen seç. Seçimler yapılıyor, oy vermeye gittin. Oy pusulasında bir yığın parti var. Tercihini yapar ve mührü basarsın. Dikkat et, daha sonra, ah keşke elim kırılsaydı da bunlara oy vermeseydim demek zorunda kalma.


Mehmet Şevket Eygi

Geniş Aile  

Posted by Tespih Taneleri... in



Daha önce de yazdım: 1800’lerde Osmanlı Devleti’ni gezen ve “İstanbul’da 9 yıl” isimli bir kitap yazan Fransız gezgin Brayer’in Osmanlı insanı hakkında gözlemi şu:
 
 “Osmanlılar Peygamber Hazret-i Muhammed’e hayrandır… Hayatlarını O’na göre düzenlemeye çalışırlar, sadece O’nu örnek alır ve sadece O’nu taklit ederler…” Osmanlı’yı “cihan örneği” yapan sır, bu tespitte saklı. Sorunlarımızın temelinde ise, Peygamber Efendimiz’den kopmamız yatıyor. Çocuklarımızı uzun zamandır “sünnet ekseni”nde terbiye etmiyoruz.
 
Kullandığımız metod Batılı. Batı Hıristiyanlık temelinde kendini inşa ettiği için, metodu bize uymuyor. Yürek başka tarafta kalıyor, mantık başka yerde:
 
Paramparça olup savruluyoruz! “Modern hayat”ın dayatmaları, Peygamberimizle aramıza girmiş, “Modern Müslüman” olma takıntısı, geçmişle aramızdaki tüm irtibatları koparmış:
 
En derin tahribatı ise aile yapımızda meydana getirmiş. Düne kadar Kur’an sesleri gelen evlerimizden bugün pop müzik sesi geliyor!

Bu durumda, boşanmaların artmasına hayret edene hayret etmek gerekiyor! Çünkü boşanma, Batılı aile tipinin ayrılmaz parçasıdır. Konuya “geniş aile”, “çekirdek aile” kavgasından bakabilir miyiz acaba?
 
 Bendenizin yıllardır savunduğum “geniş aile” kavramını, nihayet Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in de dillendirmesi (5 Nisan 2013 tarihli Akit’in manşetiydi), bir umut ışığı olabilir mi? Olabilir. Zira “geniş aile”, hayat tecrübesi olan büyüklerin nezaretinde yürüyen bir ailedir ki, bu aile yapısında hem yeni evli gençlerin ufak-tefek problemleri hallolur, hem de çocuklar bir tecrübe ummanı içinde kendilerini geliştirme fırsatı bulurlar.
 
Brayer, bu noktaya da temas ederek şöyle diyor: “Çocuklar yetişip adam oldukları zaman, analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde başka memleketlerde çok defa çocuklar, olgunluk çağına girer girmez analarıyla babalarından ayrılmakta, ekonomik menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe tartışmakta, hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde anne-babalarını sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta, zavallılara karşı âdeta yabancılaşmaktadırlar...”

Şimdi bizim ailelerde de durum aynı:
 
Anneler, babalar, nineler, dedeler aile dışında, kalan ömürlerini yalnız yaşamaya mahkûm… Bu da iki yönlü dram yaşanmasına sebep oluyor:
 
 Bir taraftan genç evliler ufak-tefek sorunlarını çözecek tecrübeden mahrum kalırken, diğer taraftan yaşlılar yalnızlığa itiliyor. Eskiden çocuklara birlikte göz-kulak olurlardı.
Çocuklar anne babalarından yeni dünyayı, nine ve dedelerinden yeni dünyanın tarihsel köklerini öğrenirlerdi. Tabii “kökü mazide olan âti” türünden insanlar yetişirdi. Tartışmalar ise çatışmaya dönüşmeden çözülürdü.
Ne yapmamız gerektiğini Avusturya Başbakanı Prens Metternih söylemişti, (1840’lı yıllar), ama sözünü Tanzimat yöneticilerine dinletememişti. Bence aynı temelde ailemizi yeniden yapılandırabiliriz…

Prens Metternih şöyle diyor: “Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza âdet ve maişet tarzınıza uymayan kanunları almayınız. Zira Batı’nın kanunları, hükûmetinizin temelini teşkil eden kanunların dayanağı bulunan usul ve kaidelere (İslâm) asla benzemeyen kaideler üzerine kurulmuştur. Garp medeniyetine esas olan şey, Hıristiyan kanunlarıdır... Siz İslâmiyet’e yapışınız...” Umarım hem bu tavsiyeleri, hem de Sayın Bakan’ın “Geniş aile” vurgusunu tekrar değerlendiririz. Zira ailelerimizi bugün sağlamlaştıramazsak, yarın yeni teröristlerle tekrar burun buruna geliriz!
Yavuz Bahadıroğlu

Tuhafıma Gidiyor  

Posted by Tespih Taneleri... in



19 yaşında bir genç kız vardı karşımda. Başından geçen bir olayı ağlayarak anlatıyordu: “Hocam, ölmek istiyorum! Yaşamaktan bıktım artık!”

-Ne oldu? Nedir problem?

Genç kız gözyaşlarını silerek anlatmaya başladı: “Dün, sınıfın içinde bir arkadaş parasını kaybetti. Arkadaş bütün sınıfa hitaben ‘Param masanın üzerinde, cüzdanın içinde duruyordu. Kim çaldı ise hakkımı helal etmiyorum.’ diyerek gözlerimin içine baktı. Kalbim duracak gibi atmaya başladı… O sırada yer yarılsa da yerin dibine girseydim daha iyiydi. Ağzım kurudu. Ellerim ter içinde kaldı birden.”

-Kalbin neden duracak gibi oldu ki? Sen mi çaldın parayı?

-Hayır hocam, Allah korusun o nasıl söz öyle!

-E, sana ne oluyor ki çalmadığın paranın suçlusu gibi davranıyorsun?

Genç kız biraz durdu. Sakinleşmek için bir nefes aldı. Anlaşılan anlatacak çok şeyi vardı: “Ben, çocukluğumdan beri kimin neyi kaybolsa, hemen içim daralır, yüzüm kızarır. Ellerim terler. Sanki beni suçlu bulacaklar diye korkarım. Bir keresinde misafirliğine gittiğimiz ev sahibi taşlı yüzüğünü kaybetti. Kendimi öyle kötü hissettim ki stresten ağladım orada.”

-Peki, küçükken hatırladığın benzer bir olay var mı?

Elini yüzüne kapattı ve ağlamaya başladı. Bekledi… Sonra anlatmaya başladı: “Küçüktüm. Okula henüz başlamamıştım bile. Karşı komşumuzun kızının bir bebeği vardı, çok güzeldi. Bazen onlara gidiyordum oyun için ama o bebekle oynamama hiç izin vermiyordu. Bir gün onların evinde oyun oynadık, tam eve gelirken bebeği koltuğun üzerinde gördüm, kimse yoktu yanımda, gizlice yanıma aldım. Kapıyı çaldım, annem açtı.


Odama geçtim, bebekle gizli gizli oynamaya başladım. Biraz sonra komşu kadın kapıyı çaldı, annem açtı. Kapı ağzında anneme ‘Yanlış anlama ama bizim kızın bebeğini evde bulamıyoruz, sizin kız yanlışlıkla almış olmasın?’ dediğini duydum. Birden içime bir korku düştü. Çocuk aklımla hemen bebeği dolabın içine sakladım. Komşu kadın gitti, annem yanıma geldi, sert bir sesle ‘Buraya gel!’ dedi. Korkarak yanına gittim.

Elinde demir bir sopa vardı. Önce ‘Sen mi aldın?’ dedi. Benim ağzım kurumuştu, konuşamadım. Ben almadım demek için başımı sağa sola çevirdim. Annem ‘Ben yalan söyleyenin gözlerinden anlarım, gözlerime bak!’ dedi. Gözlerimi açarak annemin gözlerine baktım. Bir ara annemi sanki bir ‘canavar’ gibi hissettim. Annem gözlerimden yalan söylediğimi anlayacak diye korktum. ‘Anne ben aldım. Anne ben aldım. N’olur dövme!’ diye ağlamaya başladım. Annem saçımdan tuttu, yukarı kaldırdı. ‘Nerede oyuncak, çabuk çıkar!’ dedi.

Dolabın içindeki bebeği çıkardım. Annem bebeği görünce yüzüme hızlı hızlı vurmaya başladı. Hırsını alamadı, kulağımı, burnumu, ağızımı yolmaya çalışıyordu. Deli gibi olmuştu sinirden. Sonra nefes nefese durdu, ‘Bu bebeği alacaksın, komşuya götüreceksin. Onlardan özür dileyeceksin!’ dedi ve beni karşı komşuya göndermek için kapının yanına getirdi. Ben utanarak gittim, kapıyı çaldım. Komşu kadın açtı, arkadaşım da oradaydı. Ben hiçbir şey söylemeden bebeği uzattım. Annem ‘Bizimki almış, kusura bakmayın.’ dedi.”

Genç kız çocukluğunun bu hikâyesini anlatırken, karşımdaki koltukta ezilmiş kalmıştı. Anlatacakları bitmemiş olacak ki devam etti: “Şimdi o kızla aynı üniversitedeyiz. Haftanın her günü karşılaşıyoruz. O bana çok iyi davransa da ben onun yanında kendimi hep ‘aşağılık’ görüyorum.”

Yetişkinlik yıllarındaki iç ‘kene’ duygudan biridir ‘suçluluk’ duygusu, çocukluk yıllarında insana yapıştı mı söküp atmak neredeyse imkânsızdır…

Ülkemizdeki çocukların ‘terbiye’ adına kendi anne babası tarafından böylesi zarara uğratıldığının şahidi oldukça tuhafıma gidiyor. Ayıpların örtülmesi tavsiye edilen bir kültürel bilgiye sahip olan anne babalar nasıl oluyor da çocuklarının ayıplarını yüzlerine vuruyor, onları konu komşu önünde teşhir ediyor gerçekten garibime gidiyor.

Önceki gün ilkokul birinci sınıfta kızı olan bir anne aradı. Kızının okula gitmek istemediğini söyledi, yardım istedi.

-Neden gitmek istemiyor ki kızınız okula?

-Öğretmen, kızım ödevini yapmadığı için tahtaya çıkarmış, tek ayak üstünde ders sonuna kadar bekletmiş.

Çok üzüldüm... “Gidin öğretmenle konuşun, çocuğunuzu böyle suçlu ilan eder gibi tahtaya çıkarıp küçük düşürmesin.” dedim.  “Gittik, konuştuk.” dedi.

-Ne dedi?”

-Bunu kızımın iyiliği için yapıyormuş, öyle söyledi.

Ne denir bilemiyorum ki. Öğretmenlik zarar vericilik, aşağılayıcılık, küçük düşürücülük değil ki. Eğitim için, terbiye için çocuklar yok ediliyor. Tuhafıma gidiyor...


Adem Güneş

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz