Kendini Kaybetmeden  

Posted by Tespih Taneleri...



Geçen gün arkadaşımla birlikte çarşıya alışverişe çıktık. Beğendiğimiz güzel ürünleri olan bir mağazaya girdik. Arkadaşım kıyafet bakarken, giysiler içinde kendini kaybetmiş hanımları izlerken buldum kendimi. Öyle bir kendini kaybetme hali ki inanılır gibi değil. Aman Allah’ım sadece birkaç defa giyilip sonrasında kenara fırlatılan bir daha yüzüne bile bakılmayacak kıyafetler için inancını, Rabbimin rızasını gözetmeyen değerlerini ve edebini sadece övgü alabilmek topluma şık resim verebilmek için bir süreliğine rafa kaldıran kadınların içler acısı halleri.

Onu giyip bunu çıkaran raflardaki olanca giysileri bir bir indirip “Acaba bu mu? Yok yok şu üst kısımdakiler daha mı güzel ne? Hıııı aslında orda durduğu gibi değilmiş, ayyy çok kararsızım bir fikir verebilir misiniz? Aaaa sizde canım hiç yardımcı olmuyorsunuz.” Başımı çeviriyorum bu tarafta aynanın karşısında bir bayan bedeniyle mücadele halinde dilinde kızgın sözcükler. “Vücut vücut değil ki ne giysem yakışmıyor. Ahh şu yanlarım var ya işte onlar olmasa cuk diye oturacakta işte o da bende yok.” Hanımefendi gözüne kestirmiş bir kıyafeti bedenine oldukça küçük niye olmuyor diye homurdanıyor. Dik kafalılığını bir aşıp kendine uygun kıyafeti bir giyse ne ayıplarını görecek ne de karşısındaki görevliyi verem edecek. Olur mu kadıncağız alışveriş yapıp stresini mağaza çalışanlarına devretmeye gelmiş yani o kadar kararlı.

Başımı kasaya doğru çeviriyorum gördüğüm manzara diğerlerini açık ara geride bırakacak kadar vahim Allah’ım olacak iş değil. Kadının biri aldıklarının ücretini ödeyecek karşısında görevli bey hesaplamaları yaparken kadın beden dilini harekete geçiyor iki kolunu birbirine bağlayıp kasaya abanırcasına eğiliyor, yarı beline kadar sarkarak müdahale pozisyonunu alıp “Aaaa lütfen siz şimdi niye onun fiyatını böyle hesaplıyorsunuz etiketinde öyle yazmıyordu ama.” Serzenişleri. Adamcağız izah etmeye çalışıyor; fakat hey hat! Kadın fişe takılı bir üslupla “Hayır öyle olmaz siz şu fiyat yapın alayımda gideyim.” Görevli bey nerde o günler bakışlarıyla “Hanımefendi zor sizin dediğiniz gibi olması.” diyor ama nerde kadın duymuyor bile. O bir rakam söylüyor bey bir fiyat söylüyor bir türlü son rakam belirlenemiyor. Kadın anında taktik değiştiriyor “Bakın noluur uygun bir fiyat yapın her zaman müşteriniz olurum inanın benim birçok çevrem var onlara da tavsiye ederim hadi hadiii siz yaparsınız bir şeyler.” Yalvarmayı bir sonraki boyuta taşıyor. İlk defa gördüğü bu beye hatırım için şu fiyatı yapın deyince adeta bulunduğum yere çakıldım.

Rabbim bu neyin pazarlığı canının mı imanının mı neyin neyin? Pazarlığı onu kadınlığından, kulluğundan çıkarırcasına bu duruma sürüklemiş olabilir. Ne acıdır ki kendini unuttuğu sadece ve sadece dünyalık. Alimlerin çarşı pazarlar şeytanların cirit attığı yerlerdir sözlerini daha iyi idrak ediyorum. Demek ki böyle nefsimizin oyuncağı oluyoruz. Hem Allah’ın nazarından hem de insanların gözünden düşülüyor. Ne acı tüm güzel hasletleri mağazalarda bırakıp eve müflis bir şekilde dönmek. En şaşırtan kısım da kar ettiğini hissederek kayıplarının farkında olmamak. Öyle gaflet halindeyiz ki ‘benim pazarlığım çok iyidir’ övgüsüyle böbürlenmek… İnsanoğlu kayıp ve kazançlarına bir farkındalık yapabilse kendi kullanma kılavuzunu ulaşacak; fakat nefisle mücadele edebilse gafil olmasa belki o vakit birçok davranışımız yönünü daha kolay bulacaktır.

Biz kadınların en güzel ziyneti edeptir, onu hayâ takip eder. Büyükler şöyle der: “Hayâyla iman paralel bir birine bağlantılıdır biri giderse ötekide gider.” Asaletli duruş kadının zırhıdır. Ağzından çıkan sözler inci gibi kıymetlidir; düşünce süzgecinden geçmiş olmalı. Sükûneti bir arif bilgeliği taşımalı. Allah (cc) bizlere çok kıymetli örnek teşkil edecek kadın profilleri göndermiştir. Benlik duygusunu bir kenara koyabilsek bu örneklerle karakterlerimizi ne de güzel donatırız. Bunun hesabını Rabbimize vereceğiz şüphesiz o gün gelmeden akledelim yanlışlarımızı, davranışlarımızdaki eksiklikleri bir bir gün yüzüne çıkarıp yüzleşelim. Allah’ (c.c) ın biz kadınlara kıldığı kıymeti fark edelim özel olduğumuzu bilelim o doğrultuda hareket edelim. Siz siz olun bu değerli emaneti değersiz kılmayın.


Nagehan İpek

Beklenen Misafir  

Posted by Tespih Taneleri... in




O günün diğer günlerden pek de farkı yoktu. Yine her zamanki saatte kalkıp çocukların kahvaltısını hazırlamış, onları okula gönderdikten sonra kendimi rutin ev işlerine vermiştim. Çamaşır, bulaşık, sil, süpür derken yine öğle olmuştu.
Bir tuhaflık hissediyordum. Ev işleriyle uğraşırken dalıp dalıp gidiyordum âdeta. Hasta değildim! Pekiyi sebebini anlayamadığım bu ağırlık da neyin nesiydi?

Birkaç gün öncesinden, bugün için; arkadaşlarla sözleşmiştik, mahallemize taşınan yeni gelinin evine hoşgeldine gidecektik. Dip komşum, "Haydi, gelmiyor musun?" diye kapıyı çaldığında, neredeyse ona: "Hayır gelemeyeceğim, kusura bakmayın." demek geldi içimden. Ama verilen söz tutulmalıydı. Yeni komşumuzun evinde de ara ara dalıp gitmekteydim... Neyse ki kısa sürdü ziyaretimiz.

İşte yeniden evdeydim. Koltuğa kendimi bırakırken, duvardaki dedemin fotoğrafı ilişti gözüme. Siyah-beyaz, yer yer bazı yerleri çatlamış bir fotoğraf. Ne heybetli adamdı dedem! Şimdi bile, fotoğraf karesinden çıkıverecekmiş gibi geliyor insana.
Sahi çıkıverse çerçeveden ne olurdu? Tam da koltuğa uzanmışken. Doğrusu o hayattayken, kimse onun yanında saygıda kusur etmez, değil böyle yatmak, ayağını bile uzatmazdı. Eskilerin tabiriyle çok öflü bir adamdı dedem. Gayri ihtiyari toparlandım.

Söylendiğine göre, Yunanlılar, Anadolu'ya girip, önlerine gelen her köy ve kasabayı işgal ettiği yıllarda dedem, Akhisar'da Milli Mücadele'nin başını çekenlerden olmuş. Bir keresinde Halitpaşa Çiftliği'nde, sekiz arkadaşı ile toplantı yaptıkları sırada düşman askerlerinin baskınına uğramışlar. Halit Paşa ve yanındakiler toplandıkları yerden hemen ahıra yönelip atlarıyla uzaklaşmak istemişler.
Şevket dedemse buna karşı çıkarak, Yunanlıların öncelikle atların olduğu yerleri muhasara edeceklerini söylemiş. Fakat o telâşe içinde onun sözlerini dikkate almayan arkadaşları, atların olduğu bölüme girdiklerinde kurşun yağmuruna tutulmuş ve ne hazindir ki hepsi şehit olmuş. Dedemse bulunduğu odanın arka penceresinden çiftliğin yanında uzayan bataklığa atlamış, çamur deryası içinde sürüne gizlene Akhisar'a kadar gelmiş.

Savaş yıllarını düşününce bana anlatılan bu hâdiseler içinde daha da gerilere gittim. Büyük dayımı hatırlayıverdim birden. Onu hiç görmemiş, ama yufka yürekliliğini, yardım severliğini ve vatan sevgisini hep duyagelmiştim.
Genç yaşlarda hayata gözlerini yummuş dayım. Anadolu'daki nice civanmert delikanlının, vatan, din, namus diyerek; ana kucağından kopup gittiği ve bir daha geriye dönmediği ardı arkası gelmez harplerden birine katılmış ve geriye dönememiş.
Balkan Harbi'nde şehit olmuş...
Anlatıldığına göre Şevket dedem nişanlıymış o zamanlar, tam düğün hazırlığı yaptıkları sırada Balkan Harbi patlak vermiş. Sabri dayım harbe gideceklerin arasına yazdırmış adını.
Çevresindekiler: "İlle yeğeninin düğününü gör de öyle git." diye ısrar etmişlerse de, "Milletim şu an cephede savaşırken bize düğün yapmak yakışır mı? Hayırlısıyla savaşa gidip gelelim, o zaman yeğenimin düğününde, davulun önünde döne döne oynarım." demiş ve gitmiş.
Harp bittiğinde askerler, evlerine kafile kafile dönmeye başlamışlar. Her gelen grubun yanına koşan yakınları, Sabri dayımı soruyor, onun şehâdetini bilen, ama bir türlü yakınlarına söyleyemeyen mehmetçikler ise; "Arkadan geliyor." diyorlarmış.
Günler, haftaları kovalamış. Sabri dayım bir türlü gelmiyormuş. En nihayetinde, cephede sırt sırta savaştığı, aynı mahalleden arkadaşı da döndüğünde, acı gerçeği ondan öğrenmişler. Savaşın en çetrefilli anlarından birinde, bir şarapnel parçası sol kolunu omuzundan alıp götürmüş dayımın.
Kolunun kopmasına aldırmayan dayım, derinden bir "Allah!" diyerek, bir adım öne atmış kendini. Olayı anlatan arkadaşı tutmuş onu ve, "Ne yapıyorsun? Dur, geri kal!" demişse de; "Tek kolla geriye dönüp de ne yapayım." diyerek kendisini ileri cephelere atmış. Az sonra da alnına isabet eden ikinci bir şarapnel parçası ile şehâdete ermiş.

Ardından Şevket dedem ve Rüştü amcam da birer birer terketmişlerdi bu âlemi. O tayfadan şu an hayatta birtek Şevket dedemin kızkardeşi Kadriye halam kalmış. 90 yaşının üzerinde bu mübarek kadın. İki büklüm haliyle elinden Kur'an-ı Kerim'i düşürmez, her fırsatta bizlere dünyanın geçiciliğini anlatır, asıl gidilmesi gereken yere hazırlık yapmamızı öğütler.
Bizler daha ortaokul sıralarındaydık o zamanlar, bazen Kadriye halamın yanına gider, çocuk aklımızla; "Halacığım, biz Allah'a dua ediyor, O'nun yardımıyla okulda başarılı oluyor, sınıf geçiyoruz. Sen sınıf geçmediğin halde niye bu kadar çok dua ediyorsun." derdik. Tebessüm eder, başımızı okşar ve; "Biz öbür tarafta sınıfı geçeceğiz yavrum..." derdi.

...

Düşünceler, düşünceleri; hatıralar, hatıraları kovalarken dalıp gitmişim. Etrafıma baktığımda kendi evimde olmadığımı anladım. Sonra birden tanıyıverdim burasını. Dedemin eski evi burası. Çocukluk yıllarım burada geçti. Kayısı ağacı yine avlunun ortasında salınıyordu.
Hattâ anneannemin, kuşlar, kayısı çiçeklerine zarar vermesinler diye ağacın etrafına dolandırdığı ipler bile dalların üzerinde durmaktaydı. Bir gün tahta merdivenleri gıcırdata gıcırdata üst kata çıktım. Tek kanatlı kapıdan sofaya, oradan da iç odaya geçtim. Evin en geniş odasıydı burası. Evdekiler genelde burada toplanırdı. Odanın kenarındaki teneke soba yine hararetle yanıyordu.
Oraların tâbiriyle kap veya kupa denen sürahi, sobanın yanında duruyordu, süpürge de kapının tam arkasında. Odanın iki duvarı boyunca yer minderleri sıralıydı. İçi saman dolu olduğu için, "kıtık minder" derdik onlara. Diğer duvarda ise boydan boya ahşap bir yüklük vardı. Hani şu ortasında perde gerili olanlardan.

Odanın ortasına mükellef bir yer sofrası kurulmuştu. Sofra üzerinde kapakları kapalı bakır sahanlar dizilmişti. Sahanların yanında siyah ve iri zeytinlerle dolu bir de tas vardı. Sofranın etrafına insanlar oturmuştu.
Biraz daha yaklaşınca bu simaları tanımaya başladım. Evet tam karşımdaki Şevket dedemdi, yanında Rüştü amcam onun yanında ise eşi Şükriye yengem oturuyordu. Yanlarında onlardan biraz daha yaşlıca, nur yüzlü iki kişi daha oturmaktaydı. Evet, evet bunlar da dedemin anne ve babası olmalıydılar. Onları daha önce hiç görmemiş; ama çevremdekilerden defalarca dinlemiştim.
Tıpkı bana anlatıldığı gibiydiler. Hiçbiri konuşmuyordu. O sırada sofraya yaklaştım ve sahanların kapaklarını kaldırarak içlerine bakmaya başladım. İlkinde yoğurtlu mantı, diğerinde yağlı yaprak sarması, diğerinde ise; keşkek vardı. Sofranın ortasındaysa, dumanı tüten, ocaktan yeni indirilmiş bir tas tarhana duruyordu. Herkesin önünde kalaylı kaşıklar vardı.
Tanımadığım bir kişi dikkatimi çekti. Devamlı odaya girip çıkan, sofradakilere hizmet eden, genç, siyah saçlı, uzun boylu, esmer tenli bir delikanlıydı. Üzerinde yakasız uzun kollu, etekleri topuklarına kadar uzanan kefen gibi bir elbise vardı. Sol göğüs hizasından beline kadar kan içindeydi elbisesi. Kimdi acaba? Bunu düşünürken gaipten bir ses; "O senin Balkan Harbi'nde şehit olan Sabri dayındır." dedi.
Şaşırıp kalmıştım. Karşımdaki bu civanmert delikanlı, demek daha hayatının baharında, ev-ocak sahibi olmadan vatana kendini feda eden büyük dayımdı. Tam ona yönelecekken ilk kez sofradakilerden biri konuşmaya başladı. Konuşan, Şevket dedemdi.
Yine her zamanki öfkeli haliyle söyleniyor; "Gelemedi, gelemedi kaldı." diyordu. "Kim gelemedi dede?" diye sordum. "Kim olacak Kadriye halan. O'nu bekliyoruz." dedi. Neden beklediklerini soracaktım ki birden gözlerim açıldı. Kendi evimdeydim. Karşı duvarda dedemin fotoğrafı hâlâ duruyordu ve ben az önceki hâdiselerin ışığında kafamı toparlamaya, gördüklerime bir mana vermeye çalıştım.
Akşam evdekilere gördüklerimi anlattığımda kimse bir açıklama getiremedi bu rüyaya. O gece bu duygularla yattık.

Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde telefonun acı acı çalmasıyla yataklarımızdan sıçradık. Telefonu açtığımda karşımda Akhisar'dan arayan annem vardı. 'Kızım!' diyordu, 'Kadriye halanın başı bekleniyor'.
 Üç gün sonra Şevket dedemin kız kardeşi Kadriye halam vefat etti. O gün, herkes bir ölünün arkasından yapılması gereken rutin işlerle uğraşırken ben hep başka âlemlerde dolaşıyordum.

Yüce Peygamberimiz'in: "İnsanlar uyumaktadır, ölünce uyanırlar." demesi gibi, Kadriye halam da, bizlere her zaman öğütlediği üzere bu geçici hayattan asıl mekâna, sevdiklerinin yanına gitmişti. İnşaallah kendisini bekleyenleri fazlaca bekletmeden, yemekler soğumadan yetişebilmiştir sofraya.

Acaba, yarın bizler de buradan ayrılırken oralarda, bizim de bekleyenlerimiz olacak mı, şehitlerin hizmet ettiği kutlu sofraların etrafında?

Not: Yukarıda anlatılan olayların hepsi yaşanan hâdiselerdir. Rüyayı müşahade eden ise; annem Fatma Uğurluel hanımdır.



Talha UĞURLUEL

Boğaz'da Seyr-i Sefa Turları Başladı!  

Posted by Tespih Taneleri... in







Istanbul gezmekle bitmeyecek bir sehir...

Istanbul buram buram tarih kokan bir sehir...

Istanbul'un her semti ayri bir masal diyari gibi...

Istanbul askin her koyundan oluk oluk aktigi bir sehir...

Gunduzuyle, gecesiyle, mehtabiyla kisacasi manzaralariyla insani buyuleyen bir sehir...

Her turlu tahribata ve yikima ragmen inatla ve gururla dimdik ayakta duran bir sehir...

Istanbul tanidikca kendine daha hayran birakan bir sehir...

Istanbul aslinda bambaska bir sehir...
 
Sizler icin hazirladigimiz bogazici gezi turlarimiza katilirsaniz bu guzellikleri yakindan gorme sansi yakalayacaksiniz... 10 - 15 kisilik ve 30 kisiye kadar varan motoryatlarimizla sizlere ozel ikramlarla unutamayacaginiz bir gun vadediyoruz... (Dogum gunleri, Is toplantilari, Cay muhabbetleri...vs)

 Fakat esleriyle birlikte gelmek isteyenlere ayrica turlarimiz duzenlenecektir... Istek dahilinde baylara ozel turlarda duzenlenebilir. 

Isterseniz adalara isterseniz bogazicine...

Istanbul'u mehtabiyla yakamozuyla canli bir tablo olarak seyr-i sefa etmek isteyenleri bekliyoruz...  

  
iletisim
                               
Aysun Anka : 0532 620 92 54
 
 
 
 
                          
 
 
 
                         
 

Google Anne...  

Posted by Tespih Taneleri... in









Eskiden çocuklar anlayamadıklarını anne babalarına, dedelerine, dayılarına-amcalarına, ablalarına-abilerine sorarlardı… Nesiller arasında, soru ve cevaplardan sıcacık köprüler kurulur, sohbet muhabbete dönüşür, sağlam iletişimin temelleri atılırdı…
 Şimdi her şey Google’a soruluyor!
Uzun zamandan beri Google, çocuklarımızın annesi-babası, ninesi-dedesi, amcası-dayısı, abisi-ablası ve öğretmeni oldu… Çevre ve hayatla aramızdaki iletişim koptu. Fıkralar bile artık internetten okunuyor… Mesajlar da oradan aktarıldığından yürekten çıkmıyor, tabiatıyla da yüreğe girmiyor…
Gülümseme sünnetini unuttuk, bir birimizin yüzüne gülümsemek yerine, gülümseyen şekil gönderiyoruz… Gülme yerine neredeyse kahkaha efekti kullanacağız! Git gide kendi gerçeğimizden kopuyoruz! Sevgiler bile sanal: Evlilikler ise artık televizyonlarda yapılıyor!


Yalnız bir sorun var: Bizim yerimize Google yaşamaz hayatı; çocuklarımızı da televizyon ve internet yetiştirmez.
Silkinmemiz ve “doğru insan” yetiştirmek için adımlar atmamız lâzım.

Eskilerimiz “doğru insanın dört şeyi açık olacak” derlerdi:

1- Yüreği açık olacak (sevebilsin diye);
2. Eli açık olacak (verebilsin diye);
3- Sofrası açık olacak (yedirip içirebilsin diye);
4- Kapısı açık olacak (misafir rahatça gelebilsin diye).
Yüreğimiz kilitli, elimiz yumruk durumunda… Zaten sofra bile kurmuyor, fesfutlarda tıkınıyoruz… Komşuluk ne mümkün! Oturduğumuz “Site”lerin çevresi Bizans surları gibi surlarla çevrili, kapılarımız ise şifreli… Yeni bir hamle belki bu engelleri yıkabilir.


Eskilerimiz “doğru insan dört şeye sahip çıkacak” derlerdi…


1- Eline sahip çıkacak (çalmayacak);2. Beline sahip çıkacak (ahlâki değerleri çiğnemeyecek);3- Diline sahip çıkacak (incitmeyecek);4- Gözüne sahip çıkacak (namahreme bakmayacak).


Ve eskilerimiz “doğru insan”ın temel vasıflarını şöyle özetlerlerdi: Dost ve arkadaşlara karşı tatlı sözlü, samimi, güler yüzlü ve güvenilirdir…
 Asla yalan söylemez, hile yapmaz… Gelmeyene gider, dost, akraba ve komşuları ziyaret eder… Yaptığı yardım ve iyilikleri başa kakmaz… Hakka-hukuka riayet eder…
Kimsenin aleyhine konuşmaz, gıybet etmez… İnsanları gülümseyerek selamlar, hal-hatır sorar… Dudaklarından tebessüm eksik olmaz… Her türlü musibet karşısında sabreder… Kötülerden ve kötülükten uzak durur… Fakirlerle dostluktan, oturup kalkmaktan şeref duyar…
Fani dünyaya ait şeylerle övünmez, hiçbir şekilde böbürlenmez, gururlanmaz, tevazu içinde yaşar… Yaptığı hayır ve hasenatta Allah’ın rızasından başka şey gözetmez… Âlimlerle dost olur, sorunlarını onlara danışır… Allah’ın emir ve yasaklarının dışına çıkmamaya çalışır…
Saygı ve sevgi çizgisinde yaşar…


Yavuz Bahadıroğlu

Huzur ve Mutluluk  

Posted by Tespih Taneleri... in

 
 
Huzurla mutluluk arasında ince bir nüans vardır. Yani, mutluluk, sahip olduğumuz dünyevi imkânlar ile de ilişkili olurken huzur gönül ülkesinde doğup gelişen ve kalbi olarak kişiye iyilik hali veren bir durumdur.
 
O yüzden huzur daha ziyade teslimiyet gösteren kimselerin ülkesinde yeşerirken mutluluğun bir ayağı daima heveslerimize uzanır. Mesela bir kişinin “her şeye sahibim, evimi arabamı değiştirdim, yıllardır görmediğim bir arkadaşımla karşılaştım o yüzden çok mutluyum” dediğini işitirsiniz. Çünkü mutluluk sahip olduklarımızla orantılı olarak artar ya da azalır.
 
Huzur ise daha çok iç dünyamızda olup biten bir şeydir ve maneviyatımızla da alakalıdır. Mesela bir kişinin “ibadetlerimi yaptım, sorumluluklarımı yerine getirdim, faydalı şeyler yaptım huzurluyum” dediğini görürsünüz. Bu kimse ebediyete kadar uzanabilen bir huzur arayışındadır çünkü…

Bugün insanlarımız, geçici mutluluklar peşinde koşuyor ve bütün hayallerini bunun üzerine bina ediyorlar. Huzur ise hakikatten beslendiğinden, pek az kimsenin peşinde koştuğu ve elde edebileceği bir şeydir.  Çünkü “huzur”un bir yüzü inanç, ibadet, teslimiyet, tevekkül, iyilik ve erdemlere bakar.
 
Vicdanınız, aklınız ve gönlünüzü ikna etmiş ve iyilerin safında yer tutmuşsanız huzuru yakalayabilirsiniz. Ama, ihtiras, isyan, hased, yalan, haksızlık ve kötülüğün olduğu yerde huzurdan bahsedemezsiniz.
 
O yüzden iyilerin, küçük şeylerle de huzuru yakaladıklarını ve kendilerini iyi hissettiklerini görürsünüz. Kötülüğün tezahürleri mutsuzluk ve iç sıkıntısıdır. İyilikler ise kişiye huzur ve iç rahatlığı verir. O yüzden iyilerin, bakış açıları yaşam tarzları insana ve eşyaya verdikleri anlamlar çok daha farklıdır. Çünkü onlar olaylara doğru tarafından bakabilmektedirler.
 

                                                        Fatma Tuncer


Ben de nacizane ne zamandir gereksiz  fakat olmasi gereken mutluluklara Eyvallah deyip huzurun pesinde sessiz bir arayis icindeyim... Huzur olmadi mi mutlulugun bir kanadi eksik gibi. Insani icten ice yiyip bitiren, susturamadigimiz derinlerden gelen bir ses bir nefes gibi. Allah (cc) cumlemize huzurlu bir hayat nasip etsin. Hayirli Cuma'lar...

Hayvan Çiftliğine Benzer Bazen Hayat  

Posted by Tespih Taneleri... in

 
 
Bir tanıdığım, on altı yaşındaki kızını arkadaşıyla birlikte İngiltere’ye tatile göndereceğini söylediğinde, gayri ihtiyari “Hayatının en kritik döneminde bu çocuğu bilmediğiniz yabancı bir ülkeye nasıl göndereceksiniz?” diye sormuştum.
O da küçümser bir yüz ifadesiyle yüzüme bakmış ve “artık hangi çağda yaşıyoruz, kadınların da erkekler gibi kişisel özgürlüğü ve ekonomik bağımsızlığını kazanma vakti çoktan geçti bile…” demişti.
 
İslami bir gelenekten gelen bir annenin bu ifadeleri, ne acıdır ki, yıllardan beri materyalist ve seküler batının yalanlarının toplumumuzun bir kesiminde ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Küresel kapitalizm, kadını özgürleşme söylemi üzerinden vuruyor ve yalancı mutluluklar vaat ederek bu konuda tesirli de oluyor. Onlar “Sen eziliyorsun, ayaklarının üzerinde durmalı, koca parası yememelisin, cinselliğini özgürce yaşamalısın, eğlenmelisin, gezip tozmalısın…” diyerek, kör ideolojilerini kadının zaafları üzerinden yaymaya çalışıyorlar. Elbette kadının tarihi seyrine baktığımızda, ezildiğini, horlandığını, adamdan sayılmadığını alınıp satılan bir meta gibi görüldüğünü biliyoruz.

Ancak İslam ile birlikte kadın, kocasının malı ve toplumun metaı olmadığını aksine yalnız Allah’a (c.c) kul olduğunun bilincine varmış ve haklarına sahip çıkmıştır.
 
Günümüzde ise her şey ters yüz olmuş durumda. Artık kadının çocuğuna annelik yapması, eşine hürmet etmesi ve evinin düzenini kurup kollaması onun özgürlüğünün önünde bir engel olarak görülüyor. Bu yalancı vaatlerin büyüsüne kapılan kadın, evinden ve çocuğundan uzaklaşıyor ve anneliğinden utanç duyar hale geliyor. Sorumluluklarını kölelik olarak algılayan kadın, her geçen gün kendinden bir şeyler kaybediyor. Kaybettiğiniz eşyaları yerine koymanız mümkündür. Ama kendinizden bir şeyleri kaybetmişseniz bunu yerine koymak ve onarmak sanıldığı kadar kolay değildir.
 
Çünkü kaybettikleriniz arttıkça siz bir hayvan çiftliğe doğru yol alırsınız fakat farkında olmazsınız… Bu nedenle hepimiz ait olduğumuz kimliğin gereklerini hakkıyla yerine getirmeliyiz…

Bir çocuğun bakımı ve eğitimi toplumsal bir sorumluluktur. Kadının bu sorumluluğu, onun sosyal kültürel siyasal ve iktisadi alandaki özgürlüğünü kısıtlayan bir faktör değil aksine yüce bir hizmettir.
 
 Çocuğunu hayata hazırlayan eşine şefkatle muamele eden bir kadın mutfağının kölesi çocuğunun ve eşinin esiri de değildir.  Ancak bütün bunlara rağmen kadınlarımıza ait sorumluluklar sanki onun özgürlüğünü ortadan kaldıran bir faktörmüş gibi sunulmakta ve şöyle denilmekte:

– Çocuğuna bakmakla sorumlu değilsin,

– İstediğin gibi, İçinden ne geliyorsa, nasıl yaşamak istiyorsan öyle yaşamalısın,

– İçgüdülerin ve şehvetin peşinde, geceyi gündüze katıp gezip tozmandan ve eğlencenden vazgeçmemeli ve arzuladığın gibi yaşamalısın.

– Bir daha mı geleceksin sanki dünyaya…!

Birçok genç ve yetişkin kadın artık geri dönülmez bir şekilde ailesinden ve sorumluluklarından uzaklaştırılmaya ve yuvadan koparılmaya çalışılıyor. Bu tabloyu zihnimde canlandırdığımda, bir “Hayvan Çiftliği”ni görür gibi oluyorum. Burada bu hayatın hengâmesi içinde insanların yerini bazen hayvanlar alır. Gün boyu aslında başkaları için koşturur, her şeyi uluorta yaşar, hiçbir kural kaide tanımadan yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar.
 
Tek gayeleri vardır o da umdukları gibi yaşamak. “Hayvan Çiftliği”nde görünürde hiçbir sınır yoktur. Ama sahibinin istek ve arzularını yerine getirdiği sürece. Sadece hayatta kalabilmek için mücadele eder duruma gelir bunun için canları pahasına bazen her türlü tavizi de vermek zorunda kalırlar.

İşte bunun gibi insanlar da dünya ile sınırlı her türlü istek ve arzuları için “Kendinden” ve öz benliğini oluşturan bütün erdem ve faziletlerden yoksunlaşarak vahşi bir rekabet ve tüketim çılgınlığı içine giriyorlar. Ne yazık ki, yakılıp yıkılan anarşi ortamlarında kendilerine bir pay kapmaya çalışırken “ İnsanlık “elden gitmeye başlamıştır.
 
Bozguncu, değersiz bir vahşet toplumu oluşarak İnsanımızın sahip olduğu kökleri ve gelecek uygarlığını tehdit eder hale gelmiştir.. 
İşte bu yüzden 21. yy kişi ve toplum manzaraları beni korku ve ümitsizliğe sevk ediyor.
 
Bütün bunları düşündüğümde Allah’ın koyduğu sınırların, insan olmamız ve insan kalmamız için ne kadar gerekli olduğunu görüyor ve inanıyorum.  Fakat, küresel kapitalizmin kadına biçtiği rolden İslam kadınlarımızı koruyacak bir modele acilen ihtiyaç duymaktayız. Her ne kadar bu model gözümüzün önünde duruyor olsa dahi biz onu görmekten hala aciziz.
 

Fatma Tuncer

Kaç Kişi Çıkabilir?  

Posted by Tespih Taneleri... in



“Kim Allah’a güzel bir borç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır” (Hadid 11) ayeti indiğinde sahabeden Ebuddehdah, Hz. Peygambere döner ve “Allah hiçbir şeye muhtaç değilken bizden borç mu istiyor?” der. 


Hz. Peygamber, “Allah bununla sizi Cennet’e koymak istiyor” buyurur. Ebuddehdah, “Ya Resulûllah şimdi ben Rabbime borç verirsem bunun için beni ve çocuklarımı Cennet’e koyacağını taahhüt mü ediyor?” diye sorar. 

Efendimiz, “Evet” deyince, “Öyleyse elini bana uzat ey Allah’ın Resulü, benim iki bahçem var biri yukarıda diğeri aşağıda. Vallahi bunlardan başka da hiçbir şeyim yok, ikisini de Allah’a borç vermek istiyorum” der. 

Efendimiz ise, “Onlardan birini Allah için bağışla diğerini kendin ve ailenin geçimi için bırak” buyurur. Bunun üzerine kararını verir ve “Çok sevdiğim 600 ağaçlık hurma bahçemi Rabbime borç veriyorum” der. 
Hazreti Peygamber Ebuddehdah’a döner ve “Buna karşılık sana Cennet verilecektir” buyurur.

Hz. Peygamberle sahabesi arasında geçen bu olayı okuduğumda, servetlerine servet katma yarışı içinde olan bu günün Müslümanlarını düşündüm ve sordum:


Acaba kaç kişi malını hiç düşünmeden, gelecek kaygısı yaşamadan Allah için bağışlayabilir? Kaç kişi israfa varan harcamalarından kısıp yoksulu gözetebilir? Kaç kişi, servetinden Allah için bağışlayabilir? Bütün bu soruların bizi götürdüğü yeri görebilmek için “ne kadar samimi olduğumuza” bakmalıyız. 

Kuşkusuz Efendimizin en yakınında yer alan sahabe, Allah’ı görür gibi inanıyordu. O yüzden onlara vermek de katlanmak da zor gelmezdi. Oysa bu gün bizler, böyle bir samimiyetten uzak bir hayat yaşamaktayız.

Elbette Allah’a ve Resulü’ne bağlılığını yaşantısı ile ifade eden, malını, canını, mülkünü, vaktini ve emeğini bu yolda sarf eden samimi Müslümanlar tarihin her safhasında olmuştur ve onların ihlâs ve samimiyetleri ile yeryüzüne rahmet yağmaktadır. Ancak bu kimseler karanlığın içinde parlayan yıldızlar kadar azdır…


Hele hele günümüzde malından vermek insanlara canlardan vermekten daha zor gelir. Çünkü kapitalist zihniyetin içinde yer alan ya da kıyısından geçen kimseler servetlerini sahipleniyor, “Her şey benim, her şeye sahip olmalıyım” anlayışı ile yaşıyorlar. Oysa dünya, bir Müslüman için, ahiret yurduna ait birikim elde etmenin dışında bir anlam ifade etmez…

Fatma Tuncer

Zaman Ey Zaman  

Posted by Tespih Taneleri... in





Süzülmüş lâl mürekkep kamıştan biraz utangaç biraz kırılgan
En güzel yazısını düşürmüş hattat ebruli bir vakte
Ve zaman şerh düşmüş ayrılığa …
Bir ayrılık ki hüznü düşer gölgeye minarelerin
Bir ayrılık ki neşvu nema bulmaz iklimler
Ayrılık ki alınyazısı aşkın...
İftirak, çığlıklardan arta kalan susuşların adı
Fi zamanlardan kalma soylu sancılar yumağı
İpek mendillerde unutulmuş kurumuş gül dalı …
Bilmem bu kaçıncı gidiş faslıdır
Dönüşü olmayan yollarda atılan kaçıncı adım, kaçıncı soluklanış
Vakit gitmeleri vuruyorsa, bırak bu sevdada eksik kalsın fasl-ı veda
Bir kertik çizik olsun ardında kalan
Boynu bükük gelincikler kana boyasın ellerimi
Ve tarihler düşsün taşlara
Ne de olsa en çok siyah yakışır beyaza..
Karanlığa bir şebnem busesi düşmüş
Seher kuşlarım vurulmuş hiç yere...
Aydınlık dokumuş nakışını zamana
Lâhuti bir sessizlik...
Ve ezanlar düşer payıma saba makamı…

Aynur Yavuz

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz