“Âh~Hû!”  

Posted by Tespih Taneleri... in




Söylenecek söz bittiğinde başlar “Âh!” Yeryüzü kelimeleri acıyı ifadeye yeltenip de yersiz ve yetersiz kaldığında.

Hesaplar artık bu dünyanın terazilerine sığmayıp da bambaşka bir zamana ve mekâna havâle edildiğinde.

Mum tahtaya, can boğaza, bıçak kemiğe dayandığında. Bu yüzden âh'ın hâli var kelâmı yoktur, makamı var nakli yoktur.

Âh hâlinin sahibi, ana karnındaki cenin biçiminde öyle bir noktaya gelip dayandığında, Safiye Erol'un mecazıyla, artık kandilde yağ tükenmiştir.

Orada ciğer makamından kopan nefes hiçbir engelle karşılaşmadan hançereden geçerek artık ruhun da bedenin de taşıyamadığı yangını dışarı taşırır, bir yanardağ infilâkıyla püskürür.
 Âşıktan geriye bir nefeslik bir ünlem kalmıştır:

“Âh!” Acının dünya kelâmına çevrilmesinin mümkün olmadığı o yer, sahibine malûm gayre meçhuldür. Fakat gayrinden başkasının anlayamayacağı o dilsiz nefesin gaybla ilişkisi o kadar âşikârdır ki, âh kapısının önüne gelip dayanan beniÂdeme, âh sahibine ancak ürküntüyle karışık bir saygıyla bakılır.

Mademki nefes madde ile mânânın kaynaştığı yerdir, bir yanıyla fiziksel gerçekliği vardır onun, bir yanıyla serapa ruhtur. Mademki bir mazlum âh çektiğinde evren titrer.
Öyleyse “âh almak” tekinsizdir.

Halk, âh almaktan korkarken bilir ki âh edenler büyük bir haksızlığa uğramış olmanın alacaklısıdırlar. Âh çeken bir mazlumun alacağı o kadar büyük, hesabı o kadar derindir ki kendi evreninin sınırlarını çatlatarak bütün bir evreni teshir eder bu nefes...

 

 Eski kültür âh'ın “sıcak bir nefes” olduğuna inanır ve evrenin cüzlerini âh ile yorumlar. Divanları âh redifli gazeller doldururken, aşk başına daima bir âh getirilerek hecelenir.

“Âh mine'l-aşk ve hâlâtihî!” der Şeyh Gâlib.

Aşktan ve onun hâllerinden âh eder. Çünkü sıcaklık kalbini yakmıştır. Necâtî, “âh'ının kıvılcımlarının döne döne yükselip güneşi tutuşturduğunu” iddia eder.


Fuzûli'ye göre semâ, “âşıkların ciğerinden kopan nefeslerin harâretiyle” dönmeye başlamıştır. Öyleyse dönen göklerin sırrı âşıkların âh'ındadır, bir bakıma evren âşıkların yüzü suyu hürmetine vardır. Necip Fazıl da her şeyin “âh ile dûa” üzerinde döndüğünü işaret eder.
“Dua da âh'tan başka bir şey değildir zaten!”


Kerem'i yakıp kül eden de, Aslı'ya en yakın olduğu anda dâhi, ona bir türlü kavuşamamaktan doğan âh'ının ateşidir. Âh eden âşık'ın niyazla da olsa nazla da olsa ilticâ ettiği yegâne makam Allah'tır. Âşıkın zikri “Allah!” diye başlar, Allah nidalarının sonundaki “âh” hecesinin üzerinde kısalır ve derinleşir. Sonunda âh'ın elifi de kalkar ortadan.
Bir nefes halinde sadece “he” vurgusu kalır. Âşık, ünlemini de kaybeder, bir nefesten ibaret kalır.


İşte âşıkın bir he nefesinden, bir soluktan, bir çırpınıştan ibaret kaldığı anda “âh'tan Hû'ya” yol açılır, “Hû” yangını eğer başlarsa orada başlar. En az dört elif miktarı çekilen âh, güzel he ile son bulur. Hû da aynı güzel he ile başlar. Bir nefeste âh, Hû'ya dönüşür. Âh'tan Hû'ya geçilir. He o nefestir.


Hû, Arapça'daki hüve'dir. Hüve “O” demektir. Ene: “Ben” Ente: “Sen” Hüve: “O” Ben ve sen, ayrılığı işaret eder, “Fark Makamı!” Ama hüve, “Cem Makamı”dır. Orada sen ve ben, ayrı-gayrilik kalkar ortadan. Bir tek “O” kalır.

Bu yüzden âh fark makamı ama Hû cem makamı, tecelli anıdır. Âşık orada geçebilmişse eğer, âh'tan Hû'ya geçmiştir. Yağından sonra, bizâtihî kendini de yakarak ışık saçan kandil de tükenmiştir.

 Büyük “âh” yangınlarının sonunda bu yüzden daima “Hû” vardır. Eğer âh, Hû'ya bağlanırsa âşık bu defa düştüğü yerden kalkar. Bittiği yerden başlar. Öldüğü yerden doğar. Dönüp geri bakmaz bile artık. Baksa bile gördüğü, bıraktığı değildir. Çünkü kendisi de o eski o değildir. Bu öyle bir 40.kapıdır ki; onun ardındaki bir Hû nefesi, bütün âh'lara bedeldir. Âh'tan Hû'ya geçemeyen âşıklara gelince…

Onlar arâfta dolaşan ruhlar gibi âh'tan geçmiş ama Hû'ya da varamamışlardır. Onlardan geriye “bir kuru âh” kalmıştır. Bir de bir teselli: “Bu da geçer ya Hû!” diyor ya şâir: “Âh efendim bir bilsen hâlimi!” Bir de, bütün mezar taşlarında istisnâsız, ya “Âh ölüm!” ya da “Hüvelbâkî” vardır...

-alinti-



Alma mazlumun ahini cikar aheste aheste... Rabb'im cumlemize AHH !  aldirmasin, AHH ! cektirmesin insallah bu anlamda... Lakin Allah aski icin  sonu O'na varan yani HU ! ya varan Ahh!'dan isteriz degil mi? :)) Oglum cok ah cekmeye alismisti etraftan duya duya... Her seferinde ''oglum ahh deme aff de'' diye telkinlerde bulundum...Simdi alisti sikisti mi ''aff aff'' diyor...:))
Bu yazi cok hosuma gitti hic bu acidan bakmamistim dogrusu...
Herseyde bir hikmet var gercekten...
Sevgilerimle


Sözlerimin bittiği yerde...  

Posted by Tespih Taneleri... in














 










Sozlerimin bittigi yerde, anlamini yitirmisti her sey

Artik manasiz kelimelerin yerini almisti

Damla damla yas yerine,

Kan akan gozlerim de ki bakislar

Akan her damlasin da ayri bir yakaris vardi

Kimsenin anlayamadigi

Bir asigin misralarin da bulurdum seni

Bazen de sazinin tellerinde ki ahenkte

Sanki her gazel seni anlatiyor

Sanki her turku seni soyluyordu bana

Nasil bir donemecti bu

Hem aglarim, hem dinlerim

Ama kimse anlamaz beni

Kimse anlamaz icin icin yanan yuregimi

Kimse bilmez sensiz uyandigim sabahlarimi

Elli kere uyanip seni aradigim gecelerimi

Kimse bilemez seni nasil sevdigimi

Kimse bilmez seninle atip, seninle duran kalbime

Kazidigimi askini harf harf, kelime kelime

Hic silinmemecesine




Nelerin Ticareti Yapılmaz?  

Posted by Tespih Taneleri... in




Konumuza şöyle bir soru ile başlayalım:



Müslümanlar Müslümana lazım olmayan şeylerin ticaretini yapabilirler mi?
Gayet yerinde olan bu sualin cevabını veriyorum:

İslam’da ticaret meşrudur. Hatta hadis-i şerifte;
“Rızkın onda dokuzu ticarettedir” buyurulmuştur.
Lakin ticareti yapılmayacak şeyler de vardır.
Sarhoş eden içkilerin ticareti yapılmaz.
Kumar aletlerinin ticareti yapılmaz.
Ramazan ayında gündüzleri lokantalarda yemek satışı yapılmaz.
Kadın ticareti yapılmaz.
Para ticareti (faizcilik) yapılmaz.
Din, iman ve ahlâk ticareti yapılmaz.
Muhammed bin Selam hazretleri çarşılardan geçerken yüksek sesle şöyle seslenirmiş:

Ey çarşı esnafı!
Pazarınız bereketsiz;
Satışınız fasid;
Komşunuz hasetçi olunca yeriniz ateştir, dermiş.
Günümüzde böyleleri kaldı mı?
Osmanlı Devleti zamanında oluşan ahilik, mesleki ve ahlaki bir kuruluş olarak ortaya çıkmıştır.
Ahilik mensuplarından bir ayakkabıcı sattığı bir ayakkabı için, “Normal kullanıldığı takdirde iki sene gidebilir” dediği halde, dediği gibi çıkmaz da daha erken eskirse parası iade ettirilirdi.
Yabancı elçiler Müslüman Türk tüccarlarının namus ve ahlâkını övmekle bitiremezlerdi.
Bugünkü esnaf birliklerinin ahilikle ilgisi yok.

Meslek odalarının yaptığı (istisnalar hariç) iki şey var:

1- Esnaftan aidat toplamak;

2- Devlet makamlarında rant kovalamak.

Netice itibariyle günümüzde böylesi musibetlerle karşı karşıya kalıyoruz.

İngiltere’de yayınlanan “Sencery” gazetesinde Eylül 1983 tarihinde çıkan bir makalede Osmanlı esnafı ile ilgili olarak şunlar yazılmıştı:
“Osmanlı ülkesindeki dükkâncılık ve ticaret usulü kadar güzel bir usül başka bir yerde bulunamaz. Sivas pazarında sergilenen gümüş ürünlerini gözden geçirmek için gittiğimiz zaman bu durumu gözlerimizle gördük. Çarşıya gelen müşteri sergilenen malları seyreder. Satıcı ise diz çökmüş ya da bağdaş kurmuş durumdadır. Satıcı misafirperver bir ev sahibi imiş gibi davranır. Sonra sohbete başlarlar. Konu sonra alışverişe gelir. Birdenbire alışverişten bahsedilirse bu ayıp sayılır. Müşteri malın fiyatını sorunca, ‘Ne münasip görürseniz onu verin’.
İşte Türklerin ticari hayatı böyledir. Böyle kibarca bir iş, dünyanın hiçbir yerinde görülmez.”

Ecdadımız böyle yaşadığı halde biz bugünkü duruma nasıl düştük. Sorgulanması gereken bir vaka.




Mevlüt Özcan

Leyl-i Ask / Iste Boyle Yar Bilesin  

Posted by Tespih Taneleri... in



Yağmurun yağmadığı şehirler düşlerken sana ben. Yorgun karanfillerin sencil denizlere düşüşü geldi aklıma. Dalgalanmamış bir denize kaç çocuk gözyaşı dökebilir diye sormuştun bana. Cevabını yokluğunda buldum. Ağlayan bir çocuk için kaç deniz dalgalanabilir alemde.


İşte böyle yâr.


Kendi kendime sorduğum soruların cevabını yalnızlıktan aldığım günün adıydı aşk belki de. Sözlerin içinden seçilen bir sözdü. Hiç kimseye ve herşeye dair bir hissin sürüncemesi. Vaktin ipliğini hüzne saran annelerin, çocuklarına gözyaşlarından bir mezar kurabilme elemi.


Aşk her dilde aynı diyorlardı ama aşkın hangi dile mukabil olduğunu kimse bilmiyordu. Şehrin vakanüvistleri kendi usaresinde yatan müessir korkuya biat etmişti. Ve yeise düşen her gönülde bir leyla düşlemesiydi aşk.


Mecnunca bir çaresizlik gezinirken parmak uçlarında aşksız kentin. Sahraları kırmızı bir alev topunun bergüzârlığıyla yakan İbrahim'lere haramdı aşk. Tahrimen mekruh kılınmıştı kölelik denizinde özgür bir aşkın gemisini yürütmek.


Ah yâr.


Yarasaların dahi tersinden göremediği yegâne varlıktı aşk. Dik ve onurluydu. Boyun eğmezdi hiçbir kuvvete. Herkes herşeyi satın alabilirdi. Ama pazarda her akşam satılamayanlar listesinde aşk vardı. Yitik bir ömrün tek hatırasıydı aşk. Müzmin bir ticaretin tek bakiyesi.

Sana ellerimle gökyüzüne fırlattığım yağmurları sunmak isterdim. Toprağa düşmeden daha, damlaları avcunda biriktiren çocukların şarkısını dinletmek. Suya yazılan her yazıya adının katrelerini karıştırdım yâr. Bu yüzden adını ebru koydum senin.


Ah yâr.


Yeryüzünün bütün kuşları ve bütün hüzünleri adına, sana en kutsal aşkın yeminini vermeye ramak kalmışken. Yarama tuz diye basılan bu sessizliğin alamet-i fârikası nedir. Nedir bana gecenin içinde karanlığı dahi beyazı gösteren sır. Esrârını bilebilseydim avcumdaki güneş çiçeklerinin, gölgelemezdim gönül bahçeni ellerimin yağmuruyla.


Sana toprağın arasındaki çatlaktan yağmura bakan bir ölünün sözleriyle susuyorum. Konuşsam dilimi mimleyecek yağmur halkaları. Aşktan yanan kalbime buz düşleri üşüşecek. Susmalıyım yâr. Bağıracaksam sana mahşerin on beşinci günü. Susmalıyım.


Bilirsin yâr.


Baharı beklemeyen yaprağa konmaz yusufçuk kuşları. Zemherileri göğsünde eritmeden hangi baharın müjdelerini duyabilirsin. İşte şimdi. Kemik sesleri törpülüyor hüznümün kılcal damarlarını. Ve cehenneme bir bilet ısmarladım ben. Aşkı kim kirletirse onun adına kesilecek. Ama sen yâr. Senin adın yâr. Cennet'i kalbeyleyen erguvan kokularına karışır adın.


Bilesin yâr.


Gümrâh bir ırmağın son damlasını aşk ile yıkayıp sana akacağım sonsuzluğun dehlizlerinden. Mısra mısra yollarına adanıp hece hece secdene kapanacağım. Bir Leyl rüyası bu yâr. Gözlerimiz kapanınca göreceğiz.


Unutma yâr.


Aşk yaşarken ölsede


Öldükten sonra yine yaşanır






(İbrahim Sâki)


__________________

Ahh İstanbul...  

Posted by Tespih Taneleri... in


Allahu Teala'nin selami uzerinize olsun...


Tesbih tanelerimde, tane tane anlatmak istiyorum Istanbul'umu. Istanbul'umu diyorum, cunku bu sehir once Rabb'imin cok sevdigi, sonrasinda Rasulune sevdirdigi bir sehir olmasi hasebiyle benim icin cok degerlidir. Bir hadis-i serifte gectigi gibi '' Bu sehri fetheden kumandan ne guzel kumandandir'' diye buyurdugu Fatih Sultan Mehmed o guzel insan, o muthis kumandan, askeri deha, itikadiyla ve ihlasiyla meshur mebarek zat nur icinde yatsin insallah. Hamdolsun evet onun gibi bir insani tanidigim icin ve bu guzel sehirde ikame ettigim icin ve daha bir cok sey icin ve de en onemlisi Istanbul'umu bize kazandirdigi icin Rabb'ime sonsuz hamdolsun...

Istanbul bir cok sahabeyi topraginda agirlayan, her mevsim muthis bir manevi iklim icerisinde, insani kendinden geciren, huzur veren, tefekkure iten essiz sehir. Bir yanda sehrin gerdani hukmunde ki bogazi, diger yanda Osmanli' dan kalan sahane eserler ve her zaman ki kalabalik.
Bazen dusunuyorum abartiyormuyum diye ama Kucuk Su Kasrinin bahcesinde ictigim bol dumanli bir kahve ve de karsimda Asiyan mezarligi ve butun ihtisamiyla bir tablo gibi duran Rumeli Hisarini gorunce yok yok diyorum kendi kendime, ben bu sehrin hakkini veremiyorum az bile soyluyorum. Ahh Istanbul gel opeyim gerdanindan...

Simdiye dek cok yazarlar , sairler gecti cok seyler yazdilar ama ben daha bu sehri hakkini vererek yazani gormedim. Her semti icin ayri bir kitap yazsak, her sarayini ayri ayri anlatmaya kalksak, her sokagin hatta her mezarligin kim bilir ne anilari vardir arastirsak, mumkun degil cikilmaz isin icinden bu boyle bir sehir. Mesela sadece Sultanahmet' in gecmisi kac cilt kitap olur...

Hersey bir yana bence en onemlisi ne biliyor musunuz? Bu sehri yalniz tanımak degil, yasamasini da bilmek lazim. Istanbul yasandikca anlasilir. Her semti ayri bir makamda calan Istanbul'u ancak belki o zaman hissedersiniz. Oyle bir haz aliyorum ki tarifsiz...

Canim babacigim da Istanbul'u cok sever, Allah razi olsun onun sayesinde ogrendim ve cok gezdim. Ondan dinlerdim her semtin hikayesini Sarayburnu'ndan Ayasofya'ya, Nisantasi'ndan sisli'ye, salacak'tan taaa Beykoz'a...Tesekkur Ederim babacigim... Neredeyse cocuklugumuzun tamamı bogaz kenarındaki parklarda oynayarak gecti. Kendimi bayagi nasipli hissediyorum bu yuzden. Sagol babacigim bana ogrettigin kestirme yollar cok isime yariyor... :)

Istanbul seni cok seviyorum, annecigim ve babacigim sizi de cook seviyorum...

Ayetler’de İnsan Tipleri  

Posted by Tespih Taneleri... in

 
 

İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken (her halinde bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiş (hoş gösterilmiş)tir. YUNUS 12

Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır.Kendisine kötülük dokunduğu zaman sızlanır. MEARİC 19-20

1- AKİDESİ ZAYIF TİPLER: İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şâyet başına bir kötülük gelirse gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir. HACC 11

2-HAKTAN KAÇAN TİPLER:
Hak apaçık meydana çıktıktan sonra bile onlar bu hususta, sanki gözleri göre göre ölüme sürülüyorlermiş gibi seninle mücadele ediyolar ENFAL 6

3-MENFAATÇİ TİPLER: Aralarında hüküm vermesi için Allah’a (Kur’an’a) ve peygambere çağırıldıkları zaman, bir de bakarsın ki içlerinden bir grup yüz çevirmektedir. Ama gerçek (verilen hüküm) kendi lehlerinde ise, boyun eğerek ona gelirler. NUR 48-49

4- HAKTAN YÜZ ÇEVİRİP KAÇAN TİPLER:Böyle iken onlara ne oluyor da, öğütten yüz çeviriyorlar? Onlar sanki arslandan kaçan yaban eşekleridirler. MÜDDESİR 49-51

5- SAHTE DAHİ TİPLER: Yapmadıklarıyla övünmek isterler. AL-İ İMRAN 188

6-GÖRÜNÜŞÜYLE ALDATAN TİPLER: Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! MÜNAFİKUN 4

7-HER KALIBA GİREN TİPLER: Onlar sizi gözetleyip duran kimselerdir. Eğer Allah tarafından size bir fetih (zafer) nasip olursa, “Biz sizinle beraber değil miydik?” derler. Şayet kâfirlerin (zaferden) bir payı olursa, “Size üstünlük sağlayıp sizi mü’minlerden korumadık mı?” derler. Allah, kıyamet günü aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.NİSA 141

8-KÜFÜRDEN MUANNİD TİPLER: (Ey Muhammed!) Eğer sana kağıda yazılı bir kitap indirseydik, onlar da elleriyle ona dokunsalardı, yine o inkar edenler, “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir” diyeceklerdi. EN’AM 7

9-GABİ OLAN TİPLER: Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından çıktıkları zaman (alay ederek), kendilerine bilgi verilmiş olanlara, “Az önce ne söyledi?” derler. İşte bunlar, Allah’ın, kalplerini mühürlediği ve nefislerinin arzularına uyan kimselerdir. Muhammed 16

10-KORKMAZ UTANMAZ TİPLER: Ateşin karşısında durdurulup da, “Ah, keşke dünyaya geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve mü’minlerden olsak” dedikleri vakit (hallerini) bir görsen! Hayır, (bu yakınmaları) daha önce gizlemekte oldukları şeyler onlara göründü (de ondan). Eğer çevrilselerdi elbette kendilerine yasaklanan şeylere yine döneceklerdi. Şüphesiz onlar yalancıdırlar. EN’AM 27-28

11-ZAYIF KARAKTERLİ MÜNAFIK TİPLER:Bir sûre indirildi mi, “Sizi bir kimse görüyor mu?” diye birbirlerine göz ederler, sonra da sıvışıp giderler. Anlamayan bir toplum olmalarından dolayı, Allah onların kalplerini çevirmiştir. TEVBE 127

12-HİLE ve GAFLET KENDİNDE İCTİMA EDEN TİPLER: İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. BAKARA 7-8

13-KURU İNATÇI TİPLER:Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)? BAKARA 170

14-CAHİLANE MÜCADELE EDEN TİPLER: Bu tipler hem hakla hem batılla, bildikleriyle mücadele ederler. İşte siz böyle kimselersiniz! Diyelim ki biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız. Ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz. ALİ İMRAN 66

İnsanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilmi, ne bir yol göstericisi, ne de aydınlatıcı bir kitabı olduğu halde kibirlenerek insanları Allah’ın yolundan saptırmak için, Allah hakkında tartışmaya kalkar. Ona dünyada bir rezillik vardır. Ona kıyamet gününde de yangın azabını tattıracağız. HACC 8-9

15-İRADESİ VE HİMMETİ ZAYIF TİPLER: Eğer yakın bir dünya menfaati ve kolay bir yolculuk olsaydı, (sefere katılmayan münafıklar da) mutlaka sana uyarlardı. Fakat meşakkatli yol, onlara uzak geldi. Gerçi onlar, “Eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber çıkardık” diye Allah’a yemin edeceklerdir. Onlar kendilerini helâke sürüklüyorlar. Allah biliyor ki onlar kesinlikle yalancıdırlar. TEVBE 42

16-KORKUSUZ OLAN İMANLI TİPLER :Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ 173

17-GİZLİ FAKİR TİPLER : Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir. BAKARA SÛRESİ 273

18- VAKAR ve TEVAZU SAHİBİ KİMSELER : Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler. FURKÂN SÛRESİ 63

19- ÇOŞKUN İMAN SAHİBİ TİPLER : Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.
ENFÂL SÛRESİ 2

20-HER ŞEYİN Allah(cc)’A DÖNECEĞİNE İNANAN TİPLER : Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. BAKARA SÛRESİ 156

Geride Kalanlar!  

Posted by Tespih Taneleri... in


Hani tren usul usul hareket edince...
Hani eller ayrilik huznuyle, kavusma heyecaniyla sallaninca...
Hani genzi yakan bir duman ortaligi kaplayinca...
Hani gideni gozunuz gormez olunca artik...
Ve o icinizde bir yerlerde sakli tuttugunuz derin nefes, ozgurlugune kavusunca...
Ve hani belki iki damla gozyasi, akmakla akmamak arasinda...
Ve hani siz sirtinizi donerken bos peronlara...
Geride kalan sizsiniz...
Bir padisah sofrasi bulursunuz onunuzde...
Zengin...
Icinde bin turlu huzun...
Icinde ozenle hazirlanmis ayrilik lezzetleri...
Umit ararsiniz, bastirmak icin acikan efkarinizi...
Yasanmis ve yasanmamisduygular oylesine doldurur ki icinizi, hic bir yere sigamazsiniz...
Kainatin butun trenleri gecer, gozunuzden ve gonlunuzden...
Hepsinin katili olursunuz bir an da...
Derinlerde bir yerlerde...
Ama hep duyacaginiz mesafede...
Yanik turkuler soyler birileri...

Sonra oturup bir cay bahcesine...
''Neden gittiler, neden ben kaldim?'' muhasebesi baslar...
Gelir ve gider herkes...
Bazen gidenler uzulur, bazen de geride kalanlar...
Gece ve gunduz gibi...
Yaz ve kis gibi...
Bir gulup, bir aglamak gibi...
Hic bir tren, son tren degildir halbuki...
Bir gun ''Bir geride kalan...'' olarak, huzunkar hissedersiniz kendiniz...
Bir baska gun herseyi geride birakacaginizi dusunun...
Kendinizi bile birakacaginizi dusunun...

Murat Basaran

Merhaba arkadaslar, bugun biraz huzunlu ve yorgun bir gune uyandim, Rabbim hayirlara cikarsin insallah... Su an beni ve duygularimi en guzel sekilde anlatan bu yaziyi yazmak istedim. O geride kalanlar gibi hissediyorum kendimi cunku...Yolculuk bitti ve artik el salliyor gibiyim, usul usul uzaklasan trenin ardindan...Zaman daha farkli ilerliyor...Bir ileri bir geri...Olur ya hayat iste! Her zaman ayni ruh halini koruyamayabiliyor insan...Hersey gibi bu da gecici, yeter ki Allah ayirmasin kendinden bizi...Sevgiler

Samimiyette Derinleşmeli...  

Posted by Tespih Taneleri... in



Hissedilen sevgi ve bağlılığın sonucudur ki, samimi inananların hayat amacı Allah'ı hoşnut etmek ve bu amaçla ciddi bir çaba göstermektir.

Hayatını bu amaç üzerine inşa eden bir insan, bu yolda asla yorulmaz, bıkkınlık duymaz. Allah'ın hoşnutluğunu ve cennetini kazanabilme umudu, büyük güç verir ve şevk kazandırır. Hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda var gücüyle çaba göstermek, ancak Allah'a karşı duyulan samimi sevgiyle mümkündür.

Kur'an ahlâkı kişinin ancak samimi ve içten olması şartıyla gereği gibi yaşanabilir. İnsanın din ahlâkını yaşaması ve sonucunda da -Allah'ın izniyle- gerçek mutluluk ve kurtuluşa ulaşması, ancak Rabbine, kendisine ve diğer insanlara karşı samimi olmasıyla mümkündür. Çünkü gerçek anlamda iman, samimiyet zemini üzerinde gerçekleşir.

Şeytani düşüncelerle vicdanını kirletmeyen ve onun uyarılarına kulak veren, Allah'ın sınırları içinde yaşayarak nefsinin olumsuz telkinlerine aldanmayan insan, samimiyeti yaşıyor demektir.

Ancak insan bazen inancını, ahlâk özelliklerini ve samimiyetini yeterli görüp, bu konuda çaba göstermeyi terk edebilir. Bu durumdaki kişi kendisinden hoşnuttur ve Allah'ın da kendisinden hoşnut olduğunu düşünüyor demektir. Kişi samimiyeti en üst düzeyde yaşıyor da olsa, güzel ahlâk göstermekte sınır konmamalı. Çünkü her zaman daha iyisi, daha güzeli, daha mükemmeli vardır.

Hayırda yarışarak öne geçen kullardan olmayı hedefleyen insan kendisini asla yeterli görmez. Rabbimiz, "Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden. "(Alak Suresi, 6-7) ayetiyle kendini yeterli görmenin azgınlığa götüreceği tehlikesine karşı müminleri uyarır.

İnsan, içinde taşıdığı Allah'ın hoşnutluğunu ve sonsuz ahiretini kaybetme korkusu nedeniyle vicdanını ve aklını da kullanarak samimiyetinde derinliğini artırabilir. Samimiyetin belli bir çapı, belli bir sınırı yoktur.

İnsanın Rabbine karşı samimi olması ve bunu artırma çabası şeytanın asla hoşlanmayacağı bir konudur. Allah samimi kullarını sevdiği için, şeytan, kişinin samimiyetsizlikten kurtulmasını istemez. Bu sebeple, insanın hem şeytanla hem de onun etkisindeki nefsiyle mücadele içinde olması ve samimiyette derinleşmek için çaba harcaması gerekir.

Kendini yeterli görmek, insanın her konuda kendini geliştirmesine bir sınır koyması demektir. Bu sınırın ve her konuda derinleşme önündeki engellerin kaldırılması, insanın daha mükemmel ahlâk özelliklerine ulaşmasına yol açar. Allah, kullarına cennette vereceklerine bir sınır koymamaktadır; o halde samimi kulu da O'nun hoşnutluğunu amaçlarken hiçbir konuda kendisine sınır koymamalıdır.

"İnsan, rüzgârda hareket eden gül gibi olmalı ki etrafına güzel kokular yayabilsin"
(Aristoteles)

Fuat Türker

Yerini Yadırgamak...  

Posted by Tespih Taneleri... in


Sözlük, 'kışçı' kelimesine şu karşılığı veriyor: Ufak bir suç işleyip kışı mahpushanede geçiren kimse.

Eskiden, özellikle kışı sert geçen bölgelerde, bu 'uygulama' çok yaygınmış.

Buradan yola çıkarak, 'kışı geçirecek yer lazım bana / dünya olsun bu, olur mu?' diye yazmıştım. Malum: Bir suç işledik ve dünyaya gönderildik.

Dünyada misafiriz. Kalıcı olan tek şey ölümdür. Evsahibi gibi davranırsak, gider Mali'yi bombalarız, masum ülkeleri işgal ederiz, mazlumların ahını alırız, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız.

Gelip geçici olduğumuz bir yere alışmak, yabancılık çekmemek, bana her zaman garip gelmiştir. İsmet Özel'in 'dünyaya alışan şiir yazamaz' demesi bundan.

Yetmiş iki yaşındaki bir amcaya 'Allah uzun ömür versin' demiştim de, şu cevabı almıştım: 'Evladım, uzun ömür iyi değildir.'

Dünya işleri yorar, yaralar. Trafikte, sadece sizin dikkatli olmanız yetmez, karşı tarafın da dikkatli olması gerekir. Böyle bir şey.

Ebu Hanife, 'mecbur kalmadıkça alış-veriş işleriyle uğraşmayın' demiştir. Hazreti Ali, 'dünyaya ait bir şeye ulaşamadığınızda veya onu kaybettiğinizde, sakın üzülmeyin' diye uyarmıştır. Önemli olan, kendimizi kaybetmemektir. Ne var ki, kız çocukları hariç, hiçbir şeye 'yeter' demiyoruz. Ömrümüz, başka ömürlere imrenmekle geçiyor.

Misafiri olduğumuz bir mekânın yerlisi olmak, tam manasıyla yerini bulmak, ne derece mümkündür?

Kabul ediyorum; edebiyattan siyasete kadar, bütün bu işler, biraz da yerini bulma meselesidir. Yerinizi bulamadığınız vakit, söyledikleriniz doğru bile olsa, yersiz oluyor.

Öte yandan, bir yerde uzun seneler bulunmanız yahut çalışmanız, oraya ait olduğunuz anlamına da gelmiyor. Bir gün, varsa eğer, ceketinizi de alıp gidiyorsunuz. İşte teselli: 'İnsanın yerini bulması zordur. Fakat hak ve hakkaniyet, her daim yerini bulur.'

Bazı kimseler, çok bildikleri için, 'insanlar gider, kurumlar kalır' diyor. Biz de diyoruz ki, hangi kurumlar kalmış? Hatta devletler?

Tabiata biraz merakı olanlar, çiçeklerin yerlerini ve topraklarını sevmeleri lazım geldiğini bilirler. Küpe, sardunya vb. Yerini beğenmeyen/yadırgayan çiçek, önce 'yaprak neşesi'ni kaybeder, sonra da solup gider. En pahalı yöntemleri uygulasanız da fayda etmez.

İnsanlar da böyledir. Bu benzerliği en iyi anlatan örneği Borges'in bir öyküsünde okumuştum. Aklımda kaldığı kadarıyla, kısaca anlatayım: Olay, Endülüs'te geçiyor. Endülüslü bir Müslüman, beraberlerinde İspanya'ya getirip diktikleri palmiye ağaçlarından birine yaslanıp şu şiiri okuyor: 'Sen de ey palmiye sen de / Yabancısın bu toprağa.'

Şimdi diyorum ki, bir çiçek kadar olamayan insanlar var. İlk kez girdikleri bir yere hemen alışan, hiç yabancılık çekmeyen, yerini yadırgamayan insanlar. 'Kardeşim oluyor yerini yadırgayan' dizesini yazmış biri olarak söylemem gerekirse, böyle kimselerden pek hazzetmiyorum.

En iyisi, hiçbir yerin yerlisi olmamak, hep yabancı kalmak...

Ne yaparsak yapalım, dünyaya kanmamız mümkün değildir. Deniz suyu içmek gibi.

Turgut Uyar, 'bir ölünün ilk akşamı' üzerinden dünyayı hatırlatır. Biz de öyle yapalım.

Madem burada kalıcı değiliz, kış bitince ayrılacağız; dünyanın 'gözümüze kaçmasına', gönlümüzde yer etmesine razı olmayalım.

Asıl mesele, yolculuğumuzun sonunda, başkalarının değil de, kendi gözümüzün içine rahatlıkla bakabilmektir. Bunu, Atilla Özkırımlı'dan öğrendim.

İbrahim Tenekeci

“Edep Yahu!” Yine Edep illa Edep!  

Posted by Tespih Taneleri... in , ,




Osmanlı tekkelerinin, dergâhlarının, hatta evlerinin olmazsa olmazlarından biri, “Ebep yahu!” yazılı levhalardı.


Duvarları bu ve benzeri levhalar süslerdi:
“Terk et yahu!”, “affet yahu!”, “Sabret yahu!”

Osmanlılar, her şeyden önce, “edepli” olmayı önemserlerdi. Yürürken, konuşurken, otururken, kapalı bir mekâna girerken, mekândan çıkarken, selam verirken, hal hatır sorarken, “edeb”i elden bırakmazlardı.

Ayakları yere vurmak, selâmsız mekâna girmek, büyüklerin yanında sere serpe oturmak, bağırarak konuşmak, büyüklerin sözünü kesmek “edepsizlik” sayılırdı.
“Edep yahu!” serzenişi, ağır suçlamalardan biri sayılırdı… Edepsizlik anlamına gelen davranışlara sapanlar böyle uyarılırdı.

Bu yüzden “Edep yahu” levhasını duvara asarlar, çocuklarına önce “edeb”i öğretirler, “Edepsizlikten, edepsizlerden, hayâsızlıktan, hayâsızlardan Ümmet-i Muhammed’i koru Allah’ım” diye dua ederlerdi.
Bu yüzden eski Osmanlı resimlerinde, tablolarında, minyatürlerinde edep dışı bir duruş, bir oturuş göremezsiniz.

Şimdiki durumlar farklı: Şimdiki gençler karşılarında kim olursa olsun, saygı göstermiyorlar…

Yaşlı-başlı insanların yanında bacaklarını uzatıp oturuyorlar…
Konferansta bile çiklet çiğniyorlar: Hem de öyle sessizce değil, şaklata şaklata!
Bilge biri kürsüde konuşurken, telefonla oynuyorlar.
Ve karşılarında kim olursa olsun, bacak bacak üstüne atıyorlar.
Belki yaşım gereğidir, ama gencecik bir kızın annesi, babası, dedesi, ninesi karşısında bacak bacak üstüne oturması, bana hiç “sempatik” gelmiyor.
Hatta “antipatik” geliyor.

“Nasıl rahat ediyorsa öyle otursun” diyemiyorum. Kalabalık içinde bizi rahatlatan her şeyi yapamayız: “Edep” var, “hürmet” var, “hayâ” var, “ayıp” var, “günah” var, “tuhaf” var…

Ayrıca gençlerin yaşlılar karşısında bacak bacak üstüne atıp oturmaları çok saygısızca ve umursamaz gözüküyor.

Geleneklerimizde de yok: Ecdadımız minderlerin üstüne bağdaş kurarak otururdu. Hangi şart altında olursa olsun, bacaklarını asla uzatmazlardı…

Bacakları uzatmak ya da bacak bacak üstüne atmak, bize Batı’dan geçti.
Ortam müsait olursa, bacak bacak üstüne atmayı ben de severim. Çünkü bacaklarım dinlenir.

Ama büyüklerim karşısında asla bacak bacak üstüne atmam…
Topluluk ya da kamera karşısında da öyle..

Benimki sanırım babadan kalma bir alışkanlık:
Ben babamı kendisinden yaşlıların olduğu mekânda, hatta benim karşımda bile bacak bacak üstüne attığını hiç görmedim. Beni de büyüklerim görmemiştir.

“Bu o kadar önemli mi?” diye soracak olursanız, önemli, çünkü ucunda “edep” var. Edep, ruhun İslâmla bütünleşerek yücelmesidir…
“Kimse görmese bile Allah görüyor” anlayışının hayata hâkim kılınmasıdır, aynı zamanda…

Bu yüzden çok önemlidir.

Son zamanlarda yaygınlaşan bir problem daha var:
Telefonla oynamak. Bunu sadece gençler değil, herkes yapıyor. “Twitter modası” herkesi fena halde sardı. Yaşlısının, gencinin elinden telefon düşmüyor. Ne yediklerine kadar yazıyorlar. Hepsini bir araya getirseniz, incir çekirdeğini doldurmaz. Bari yalnız kaldığınızda yazın. Hayır, ille de dakikası dakikasına yazacaklar. Sanki tarihe not düşüyorlar.

Bazı hallerde, “Edep yahu!” diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum.


Yavuz Bahadıroğlu

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz