Evimizin Eşiği  

Posted by Tespih Taneleri... in ,




İbrahim(as) uzun süredir görmediği oğlu İsmail(as)’i ve henüz tanımadığı gelinini görmek için ziyaretlerine gitti. Evlerine varıp kapıyı çaldığında gelini, İsmail(as)’ın eşi açtı kapıyı. Oğlu İsmail(as)’ı sordu. İsmail(as)’ın evde olmadığını, yiyecek bir şeyler bulmak için ava gittiğini söyledi gelini.

İbrahim(as) gelinine sordu: ”Nasılsınız, geçiminiz nasıl?”

-“Darlık içerisindeyiz, gayet kötü bir haldeyiz.”

İbrahim(as): ”Kocanız gelince selam söyleyin, evinin eşiğini değiştirsin” dedi ve beklemeyip gitti.

İsmail(as) eve döndüğünde babasının kokusunu almıştı. Hanımına “Bugün evimize gelen oldu mu?” diye sordu.

Eşi de yaşlı birinin geldiğini söyleyip aralarında geçen konuşmayı anlattı.İsmail(as) hanımına “kendisine bir şey tembih edip etmediğini” sorduğunda eşi,yaşlı adamın kendisine selam söylediğini ve “kapısının eşiğini değiştirmesini tembihlediğini” söyledi.

İsmail(as) şifreleri çözdü.Hanımına dedi ki: ”O gelen yaşlı adam babam İbrahim’di. Tembihi de senden ayrılmamdır. “ diyerek bu ilk eşinden ayrıldı.

İsmail(as) daha sonra tekrar evlendi. Kendisinin evde olmadığı bir gün yine İbrahim(as) evlerini ziyarete geldi. Kapıyı çaldığında yeni gelinine açtı. İsmail(as)’ın evde olmadığını, rızık peşinde koşuşturduğunu söyledi.

İbrahim(as) kendisini tanımayan bu gelinine de sordu: “Nasılsınız, geçiminiz nasıl?”

-“Biz hayır, saadet ve bolluk içerisindeyiz, Allah(cc)’a hamd ederiz.”

İbrahim(as) bu cevap üzerine çok memnun oldu,onlara dua etti, oğlu İsmail(as)’ı beklemeden gitti. Giderken gelinine dedi ki: ” Eşiniz geldiğinde ona selam söyleyin, kapının eşiğini güzel tutsun.”

İsmail(as) eve döndüğünde yine babasının kokusunu almıştı.Eşine “bugün evimize gelen oldu mu?” diye sordu. Güzel yüzlü bir ihtiyar geldiğini, kendisine selam söylediğini, “kapının eşiğini güzel tutmasını tembihlediğini” anlattı.

İsmail(as) dedi ki: “O gelen babamdı, sende evimin eşiğisin. Babam seni hoş tutmamı emretmiştir.”

İsmail(as) hayatını, huzur, saadet ve bereket içerisinde bu eşi ile tamamladı.



(Kur'an-ı Kerim'e göre Peygamberler ve tevhit mücadelesi/Prof. İsmail L.ÇAKAN-N.Mehmed SOLMAZ,107-109)Evlerimizin Eşiği..
Annelerimiz, halalarımız, teyzelerimiz, bacılarımız, yengelerimiz, eşlerimiz, kızlarımız...Bütün hanımlar onlar...

Her biri halihazırda ya “bir evin eşiği” durumundalar veya er ya da geç, bugün ya da yarın “bir evin eşiği” olacaklar.

O evin huzur ve güveni... mutluluk ve saadeti... şefkat ve merhameti... muhabbet ve neşesi...

Ete kemiğe bürünmüş hamd ve şükrü... bolluk ve bereketi... hikmet ve nezaketi... ilim ve irfanı...

O evin gündüzünün güneş’i, gecesinin ay’ı... sabahının rahmeti, akşamının hayrı... sevincinin vesilesi, hüznünün metaneti...

O evi; karşı karşıya kalınabilecek bütün zorluk ve güçlükleri göğüsleyip bertaraf edecek ve bütün aile fertlerini sarıp kucaklayacak sıcacık bir yuvaya, yaşamın bütün sıkıntı ve streslerinden uzak huzurlu bir mekana ve herkes için numüne-i imtisal bir aileye çevirecek olan güç ve kudreti...

Onlar kim bilir kaç uykusuz gün ve gece, dillendirilemeyen yerli yersiz nice kuşku ve endişe, gözü yollarda nice birikmiş özlem ve hasret, kimselerle paylaşılamayan sayısız hüzün ve derttir.

Onulmaz yaralara şifa dağıtan el, tarumar olmuş gönülleri imar eden dil, nazar eylediği simalara tebessüm bahşeden göz, kördüğüm olmuş meseleleri/ilişkileri çözen sözdür onlar.

Onlar, zor bir imtihanın hem sorusu hem cevabı, hem faili hem mefulü, hem zarfı hem mazrufu, hem malumu hem meçhulü, hem galibi hem mağlubudurlar.

Kur’an’ın ifadesi ile “göz aydınlığımız”, alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz(sav)’in ifadesi ile kendisine dünyamızdan sevdirilen üç şeyden biridirler.

Allah(cc)’ın cenneti ayaklarının altına serdiği en değerli varlıklardır onlar.

Onlar Havva’dır, Hacer’dir, Züleyha’dır, Meryem’dir, Asiye’dir, Amine’dir, Halime’dir, Hatice’dir, Aişe’dir, Fatıma’dır...

Ne mutlu muhabbet, nezaket, hamt, şükür ve tevekkül deryalarına...

Selam olsun "evinin eşiğine" sahip çıkıp onu güzelce koruyanlara...

Mustafa Yelek

Son Nefesimizde Yanınımızda Kim Olmalı?  

Posted by Tespih Taneleri... in



Halk arasında kalıplaşmış ve toplantılarda cemiyetlerde çok sık sorulan sorular vardır.”Tek başınıza bir ada’ya gidecek olsanız yanınıza alacağınız üç nesne neler olur?
Uzun bir yolculuğa çıksanız yoldaş olarak yanınızda olmasını istediğiniz 3 kişi söyleyin…” gibi.
Bu soruların en büyüğü en ciddisi bence;“O, en büyük, o en son, o dönüşü olmayan “veda”da yanınızda kim olsun istersiniz? Sorusudur.

Bu büyük anda yanınızda, uğruna ömrünüzü harcadığınız yiğit oğullarınız mı, kalbinizin nazlı gelinleri biricik kızlarınız mı, varlık sebebiniz anneniz veya babanız mı olsun?
Belki de aslan oğlunuzun eşi, vefalı gelininizin, veya oğullarınızdan biri olacak kadar size yakın olmuş sevdiğiniz damadınızın yanınızda olmasını istersiniz.

Kim bilir belki de o son veda da yanınızda her şeyi göze alarak kazandığınız paralar, altınlar, elde ettiğiniz makam, yaptırdığınız ve görenleri hayran bırakan eşsiz, emsalsiz güzel eviniz, binmeye bile kıyamadığınız, gözünüzden bile sakındığınız “ful özellikli” arabanız olsun istersiniz! 
Belki de siz, “Öyle şey olur mu! Benim can dostlarım var, eşim ahbabım, arkadaşım, yarenlerim var. Onlar yanımda olsun!” Diyenlerdensiniz.

Belki de siz, bütün bu alternatiflere itiraz edip ;” böyle saçma şey olur mu kardeşim!
Ben, elbette o son anda yanımda Kuran okuyan hafızlar, mevlit okuyan hocalar, zikir çeken dervişler isterim!” Diyenlerden de olabilirsiniz.
Biraz “radikal” takılıyorsanız ,” ben o anda yapa yalnız kalmak isterim, yanımda Kurandan ve tağuta boyun eğmemiş bir kaç arkadaştan başka kimse istemem” diyen gruptansınız.

Pekiyi bütün bu sorulardan sonra esas soruya gelelim:
Bu dinin baş temsilcisi, baş tebliğcisi, peygamberi, en büyük ve ilk tefsircisi, en büyük ve ile fıkıhçısı, ilk devlet başkanı, İslam Ordularının ilk ve en büyük başkomutanı, vahyin yeryüzündeki son muhatabı başımızın tacı, gönüllerin miracı Muhammed (sav) acaba son anında yanında kim olsun istemiş?
En yakın arkadaşı mağara yoldaşı, hicret ve sohbet haldaşı, kayın pederi Ebubekir Sıddik efendimiz mi? Adaletin timsali, İslami öfkenin sembolü Ömer efendimiz mi?
Kılıcını Allah’a adayan “Seyfullah” lakaplı aslanlar mı? Haya timsali, peygamberin damadı Osman zinnureyn efendimiz mi?
 “Allahın aslanı” “ilmin kapısı” amca oğlu, ilk çocuk Müslüman, Haydarı kerrar Ali efendimiz mi…? Hayır hayır bunların hiçbiri değil.
O, bu büyük anda, “refiki alaya (büyük dosta) diye son sözünü söyleyeceği (söylediği) zamanda eşi Aişenin evinde idi.  Yanında da Sevgili eşi, Hz Ebübekir efendimizin kızı, müminlerin annesi Hz Aişe (r.anha) annemiz var idi. 
O yüce peygamber, Allaha yükseleceği son anda, başı Aişe (r.anha) annemizin dizinde imiş. Yeryüzünün en büyük insanı Allahın son elçisi Peygamberimiz (sav) Hz aişe yanında olduğu halde sonsuzluğa adımını atmış.

Türkiye gibi Müslüman bir ülkede hanımların eşleri tarafından sıkça, dövüldüğü, öldürüldüğü bir dönemde Peygamberimize ait bu bilgi çok ilginç ve çok manidar değil mi!!?



Lütfi AYHAN

Gönül Abdesti  

Posted by Tespih Taneleri... in



Görünürdeki cünüplük, seni Allah'ın evine girmekten ve O'nun Kitabını okumaktan alıkoyar. Gizli cünüplük denen gafillik ise, senin Allah'ın mânevi huzuruna girmene ve kelâmını anlamana engel olur.

Dünya sûretlerinin bulaştığı ayna nasıl parlar? huzura girmeden önce tevbe sularında yıkan.

Hayvanını nasıl başkasının tarlasına girmekten alıkoyuyorsan, nefsini de nefsânî istek ve arzulara yöneldiği zaman Allah'ın emir ve yasaklarına uyarak durdur. Bakışlarını kıs; güzel gördüğü haramlara kaymasın. Kalbinin, daima şen ve bakımlı olmasını istersen, ihtiras ve tutkulardan, nefsânî özlem ve arzulardan onu koru.

Sahip olduğun hikmete veya günaha karşılık, boynunda nur gibi aydınlık veya gece gibi karanlık bir gerdanlık taşırsın. Sen boynundaki gerdanı göremiyorsan dahi, onu başkaları görmektedir. Görmüyor musun, güneşi körler dışında herkes görüyor.

‘Aynam paslı’ diyeceğine, ‘Gözüm hasta’ de!…

Suyu temizlemek istediğinde temiz olmayan sebeplerin ona ulaşmasını önlersin. Beden organları da kalbe akan su kanalları gibidir.

Kalbine, bu organların yoluyla gıybet, söz taşıma, kötü söz, harama bakma gibi öldürücü kötülüklerin girmesine engel ol. Kalpten dışarı çıkan şeyler, kalbi hakikatlere karşı perdelemez; onu ancak orada bulunan şeyler örter.

Kalbin nurlu hâle gelmesi, aydınlanması; helal yemek, Allah’ı zikretmek, Kur’ân okumak, mubah, mekruh ve haram olan bakışlardan onu korumakla gerçekleşir.
Bu nedenle bakışlarını ancak ilim ve hîkmetini artırmak için serbest bırak. ‘Aynam paslı’ diyeceğine, ‘gözüm hasta’ de.


İbn Atâullah el-İskenderî (K.s)

Allah Dilerse...  

Posted by Tespih Taneleri... in ,

 
" Gam görünce istiğfar et.
Çünkü gam Yaratıcı'nın emri ile tesir eder.
Allah dilerse bizzat gam ve sıkıntı sana neşe bile olabilir. "





Mevlana Hz.


Mü’minin Yeri  

Posted by Tespih Taneleri... in ,



SAHABİLERİN EN çok hadis rivayet edenleri arasında yer alan Abdullah b. Ömer’in Saadet Asrından unutamadığı tablolardan biri;
Günlerden bir gün Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın minbere çıkıp yüksek sesle mü’minin değerini mü’minlere incitenlere bildirmesiydi.

Müslüman gözüküp kâfirce iş çeviren, önden yüze gülüp arkadan konuşan münafıkların mü’minleri iğneleyici hal ve hareketlerine muttali olan Efendimiz, minbere çıkıp şunları söylemişti:

“Ey diliyle müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olanlar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira kim müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa da, onu, evinin içinde bile olsa rezil rüsvay eder.”

İbn Ömer, Hz. Peygamberin bu sözlerini unutmadığı gibi, onun mü’minlere verdiği değeri apaçık gösteren davranışlarını da hiç unutmamıştı. O yüzden, sonraki nesiller, bu nebevî dersin ışığında onun Kâbe’ye bakıp şu sözleri söylediğini göreceklerdi:

“Ey Kâbe! Şânın ne kadar büyük, hürmetin ne kadar da yüce! Fakat mü’minin Allah yanındaki hürmeti senden de yüce!” dedi.

Neye Yarar?  

Posted by Tespih Taneleri... in



BİR GÜN, ayyaş bir adam, yoldan geçmekte olan bir mürşidi gördü ve kendi halinden utanıp, saygıyla:

“Efendim” dedi, “maneviyatla iştigal bana se sağlar?”

Mürşid cevap verdi:

“Evladım! Sarhoş olmadan kendinden geçmeni sağlar.”


İsmail Örgen

İştiyâkım Sana, Ey Rabbim!  

Posted by Tespih Taneleri... in





Mü'minlerin Allâh'a sevgi ve muhabbetleri pek şiddetlidir." (el-Bakara, 165)

Meltemlerin ve rüzgârların yüzüme değer, serinletir beni... Sarar, ferahlatır... Öylesine özlüyorum ki Cemâlini, bu ferahlık bile, beni ağlatır. Rabbim gerçek manada beni sen sevdin... Niceleri ise sever gibi göründü... Ama daima, kendilerini sevdiler... Çünkü âcizdiler, fâniydiler... Kendilerine bile yetemediler ki, bana yetseler... Hepsi Sana borçluydu varlığını. Hepsinin bir canı vardı... Ve onlar, kendi canları yanmadıkça, anlayamadılar acıyı... Anlayanlar da zaten, kendilerince bir mânâ çıkardı...Sen varsın hakkıyla bilen beni... Her şeyimle bilen, her şeyimle seven, bir tek Sen... Sevdiğini biliyorum, zira sevmemiş olsaydın, o kadar kendinle meşgul etmezdin beni. Sevmemiş olsaydın, aratmazdın böylesi... Sen sevmemiş olsaydın, sevebilir miydim ki Seni? Sen canımın Cânânı... Sen'in sevginde vefâyı idrak ettim ben... O eşsiz vefâna, karşılık vermekten âciz oldum her zaman... Seni, Senin beni sevdiğin gibi sevmekten âcizim... Zira Sen yaratansın, ya ben? Ben, kul olmayı bile beceremeyen...

Yalnızca Sendeydi tatmin... Sadece Sende. Bir Sen yettin bana... Kimselerle yetinemedim... Acı çekmeyi sever oldum Senin izninle. Dertlerin içinde gizlenmiş nice derman buldum... Sevdirdiğince sevdim Seni... Buldurduğunca buldum... Bir Sen varsın Bâkî olan... Geride ne varsa fâni... Bütün varlıkların hepsi fâni... Kimi güzel, kimi çirkin, kimi vasat, ama işte her biri fâni... Dallardaki çiçekler, göklerdeki bulutlar, çöller, pınarlar hep fâni... Seraplar ve gölgeler fâni... Çöllerde kalmayı sevdim Seninle... Yalnızdım, kalabalıklar içinde... Her şeyde Senin sanatını görmeyi sevdim ben... Herkeste Senden bir tecelli bulmayı sevdim... Yıldızlarda nûrunu, güneşte nârını, ateşte hârını bulmayı sevdim. Hiçbir şeye muhtaç olmayışını sevdim ben. Azîz oluşunu, Kâdir-i mutlak oluşunu sevdim. Settâr oluşunu sevdim. Öylesine güzel bir sırdaştın ki Sen, kimselere bir sırrımı vermedin. Günahıma rağmen yücelttin beni. Şeref ikram ettin. Ekrem-ül ekremînsin...

Kulunu sevmeni sevdim. Ey Rabbim! Ben unuttum, unutmadın. Ben, adını anmadım, yine de bırakmadın. Yüceler yücesi aşkına karşılık vermek varken, Seni bırakıp başkalarına yandım... Yine de vazgeçmedin benden. Sevdin beni, oysa, ben Sana kul bile olamadım. Nankörlük ettim. Yine de nimetlerini esirgemedin. Şikayet eden, sızlanan, dert yanan hep ben oldum. Sen, sabrettin. Sen sevdin beni... Bense vefâsız bir sevgiliydim. Kıymetini bilemedim. Şimdi, cemâlinin hasretiyle yanıyorum. Ve Senin muhabbetin fâni hazları benden yok etti. O kadar ki, güneşin kavurucu sıcağında da, serinleten rüzgarda da, Senin hasretin içindeyim. Senin sadece sanatını seyretmek yetmiyor artık! Şahdamarımdan daha yakın olmanı sevdim. Ama bu bile yetmedi bana. Korkuyorum perdeler arkasında kalmaktan. Korkuyorum, başkalarına görünüp de beni mahrum koymandan. Cemâlin... Tüm derdim bu ey Rabbim!

Cemâlin tüm derdim bu ey Rabbim. Dayanamam Mevlâm! Ne olur Sensiz bırakma beni! Biliyorum ki, ne yaparsam yapayım, cemâlini hak edecek bir sermaye biriktiremem. Seni hak edecek gücüm yok benim. Seni hak edecek amelim yok. Hiçbir şeyim yok ey en Güzel! Ellerim bomboş. Üstelik günah kirleriyle lekeliyim. Bembeyaz gelemiyorum Sana... Yarattığın gibi tertemiz değilim. Dünya kirletti beni, nefsim aldattı. Şeytana kandım. Müflisim. Vallahi hiçbir şeyim yok! Duyduğum iştiyakın sebebi, yine Sensin. Sensin her yanımda... Sensin varlığım... Zenginliğim Sensin... Tüm sefilliğime rağmen yine de Seni isteyişim, sırlarındandır. Bilmiyorum, bilen Sensin. Ve eğer, murâdıma, maksûduma, matlûbuma, yani Sana, yani Senin Cemaline kavuşursam bir gün, bu da sadece Senin merhametin. Sermayem yok Sevgili! Tüm sermayem, rahmetin... Lokmanın bile derman olamayacağı derdimin, dermanısın Sen!

Yârsın!
Cansın!
Şifâsın!

Lokmanda değil ey Yâr, Sendedir benim devâm! Sana kavuşmadıkça, huzur da bana haram! Sermayem rahmetin, ilâcım Cemâlindir, vesselâm!



Neslihan Nur Türk

İyilik Yap Denize At...  

Posted by Tespih Taneleri... in




Howard Kelly, eğitimini tamamlamak için, çalışmak zorunda olan bir çocuktu. Eski elbiseler alır satardı. O gün iyice sıkışmıştı, sadece 10 centi kalmıştı cebinde. Karnı acıkmıştı; bir evin kapısını çaldı. Kapıyı genç ve güzel bir kadın açtı.
Howard, şaşırdı, süt yerine su istedi. Ama karşısındaki kadın onun aç olduğunu hissetmişti. Ona bir bardak dolusu süt, biraz da bisküvi verdi. Çocuk "Borcum ne kadar"diye sordu. Kız, "Hiç borcun yok" cevabını verdi. "Bu sana bizim ailemizin ikramı."


-O zaman bütün kalbimle size teşekkür etmeme izin verin.

Yıllar yılları kovaladı... Howard Kelly önemli bir doktor oldu. Ve ne tesadüf karşısına o gün kendisine iyilik eden kadın çıktı. Tabii artık yaşlanmıştı. Üstelik, zor tedavi edilebilecek bir hastalığa yakalanmıştı. Doktor Kelly o günden sonra bu vakaya özel bir ilgi gösterdi.
Uzun ve zorlu çabaların neticesinde kadın hastalığı yendi. Taburcu olma vakti geldi. Kimbilir ne büyük bir fatura çıkacaktı! Haftalardır hastanede yatıyordu. Ama, hayretle gördü ki, faturada hiçbir rakam yoktu. Sadece, tek bir cümle yer alıyordu: "Faturanın tutarı bir bardak süt karşılığında ödenmiştir. Doktor Howard Kelly"

Yapılmış olan küçük bir iyilik bir gün sana ya da bir sevdiğine hiç beklemediğin anda geri döner. Geri dönmezse, sevin ve düşün ki, sen bu dünyada karşılıksız iyilik yapan ender kişilerdensin.

Yanlış Yapmak...  

Posted by Tespih Taneleri... in

 


Bu imkânlar, insanları üzelim diye bize verilmiyor. Şunu unutmayalım:
 
Amellerin en hayırlısı, bir müminin gönlüne sevinç olmaktır. Her şeyin
 hızlandığı bir devirde yaşıyoruz. Bazen, hak geçmesin diye durmamız ve düşünmemiz gerekiyor. 'Sürat felakettir' sözü boşuna söylenmemiş. Hayat hızlanıyor, şartlar alabildiğine ağırlaşıyor. Bu hız ve zorluk yüzünden, bazı şeyleri görmeye, birtakım incelikleri yakalamaya ne fırsatımız ne de vaktimiz oluyor.
 
İşte bu karmaşada, yanlış yapmak, hata etmek, daha kolay hale geliyor. Yanlışı bilmeden, istemeden yapmışsak, kul hakkına girmemişsek, sorun yok. Böyle yanlışların, hataların telafisi daima mümkündür.
 
Bakınız: 'Her insan hata eder. Hata edenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir.' Asıl üzücü, yakıcı ve yıkıcı olan, bir insana (hatta kuruma) zarar vermek adına, bilerek ve isteyerek yanlış yapmaktır. Bunun için açık aramak, kusur bulmaya çalışmak, niyet okumak, fırsat kollamak, şartların olgunlaşmasını beklemek, özetle; islami ve insani olmayan şeylerin peşinden koşmak. Bu fenalığı, hak ve hakkaniyet için yaptıklarını söyleyenler de var. Maalesef.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bir kimse, başka bir kimseyi mahcup etmek üzerine plan yapıyorsa, adım atıyorsa, onun şahsiyetinden şüphe edebiliriz. Etmeliyiz. Bu söz, yanılmıyorsam, Kastamonulu Selahattin Ata'ya ait: 'Yanlışlar elbette hepimiz için. Fakat doğru insana yanlış yapmak, basit insanlar için.' Güzel demiş. 'Küçük bir hatayı büyük bir hataya çevirmek istiyorsanız, o küçük hatayı savunun' denilir. Yanlışta ısrar etmek, bir müddet sonra, 'haksızlığın tadını çıkarmak' anlamına da gelebilir. Yanlışa yanlışla karşılık vermek ise bizi şuraya götürür: Kötüyle kötü olmak.
 
Kural belli: 'Kusur değil, çare bulun.' Kabul ediyorum, çare için önce kusurun ne olduğunu bilmemiz, bulmamız gerekiyor. İşte o kusuru, görmeli fakat göstermemeliyiz.
 
Tam da burada, Gökhan Özcan'ın şu harika cümlesi karşımıza çıkıyor: 'Dile kemik, zihne fren, insana insaf şarttır.'
 
Bir de yasal uyarı: 'İnsaf, dinin yarısıdır.' Meselenin zorluğunun farkındayım. Hem insanlara yanlış yapmamak, hem de insanların yanlışını gözler önüne sermemek...

Peki, ne haldeyiz?
 
Kendimizi önemsemekten ve başkalarının açığını aramaktan fazlasıyla yorulmuş durumdayız. Bu ruh hali, ayrıca hırs ve çaresizlik, bizleri yanlışa sürükleyebilir, hata yapma ihtimalimizi arttırabilir.
 
Söyleyelim ve kurtulalım: 'Hatadan dönmek, döneklik değildir.' Parmak izi gibi, her insanın mizacı farklıdır. Sözlükler, karakter kelimesine şu karşılığı verir: Bir şeyi benzerlerinden ayıran temel özellik. Levent Sunal'ın dediği gibi, 'herkesin herkesten ayrıldığı bir nokta' vardır.
 
O noktaya saygı duymamız, farkları kusur olarak görmememiz gerekiyor. Öte yandan, 'insan çeşit çeşit, yer damar damar' olsa da, doğru bir tanedir. Kar beyazdır, ölüm vardır, sigara sağlığa zararlıdır, oğlaklar ve kuzular güzeldir, iki kere iki dörttür vb. Asıl mesele, doğrular ile tercihlerin birbirine karışmamasıdır. Fakat karışıyor.

Kişisel anlayışımızı, tercihimizi, zevkimizi doğru diye dayatırsak, insanlara da yanlış yapmaya başlarız. Edebiyattan siyasete kadar bu böyledir. Bir de bulundukları mevkilerden, makamlardan güç alarak insanlara yanlış yapanlar var.
 
Onlar için ibretlik bir hatırlatma yapalım: Ne oldum değil, ne olacağım. Lidya devletinin başkenti olan Sardes, bugün, küçük bir köyün sınırları içindedir. Salihli ilçesine bağlı Mustafa köyü. Bu kadar basit. Yazdığımız ve yazamadığımız bunca şeyi, şu üç kelime özetlemiş olsun:
 
'İnsanın içinde olacak.'



İbrahim TENEKECİ

Valide Sultanlara İftira Atanlara Duyurulur !  

Posted by Tespih Taneleri... in




Hatice Turhan Valide Sultan: Sultan IV. Mehmed'in annesidir. Safiye Sultan'ın başlattığı Yeni Cami inşaatını bitirmek, Rus asıllı Hatice Turhan Valide Sultan'a nasip olmuştur.

Bu muhteşem külliyenin içinde dârülhadis, sıbyan mektebi, hamam, han, çeşme, tekke, hastane, sebil ve türbe bulunmaktadır.

Hicaz Suyolları'nı da vakfiyesine alan Hatice Turhan Sultan, Ayasofya'da kıyâmete kadar Kur'ân okuyacak 49 hâfızın ücretlerini de üstlenmiştir. Ayrıca Valide Camii ve Ayasofya'nın giderleri için 149 dükkân bağışlamıştır. Çanakkale Savaşı'nda kullanılan bazı kaleleri yaptıran da odur… O kadar büyük bir servet bağışlamıştır ki, bunların dökümü 86 yaprak tutmuştur.

Mahpeyker Kösem Sultan:
Sultan I. Ahmed'in eşi ve Sultan IV. Murad ile I. İbrahim'in annesidir. Üsküdâr'da "Çinili Cami" diye bilinen muhteşem mâbedle, Anadolu Kavağı'ndaki cami onun ebedi hayratıdır.

Bunlardan başka bir mektep, çeşme, dârülhadîs, çifte hamam, sebil, Vâlide Medrese (üniversite), Çakmakçılar Yokuşu'nda büyük bir han (Valide Hanı), Rumeli'de çok değerli vakıflar ve hayrâtlar yaptırmıştır…

Bezm-i Âlem Valide Sultan:
Sultan II. Mahmud'un eşi ve Sultan Abdülmecid'in annesidir…

Osmanlı tarihinin en hayırsever valide sultanlarından biridir. Bugünkü ismiyle Bezmiâlem Valide Sultan Üniversitesi (Vakıf Gurebâ Hastanesi) onun hayratıdır…

Vakfiyesinin hasta ile ilgili kısmında; "Şayet bir hastanın iyileşmesi, sıhhate kavuşması için bir limon lâzım ise; bu limonun bedeli bir altın bile olsa, mutlaka alınacaktır" ibaresini yazan Bezmiâlem Valide Sultan, kurduğu müesseselerin masraflarını karşılaması için de zengin gelir kaynakları vakfetmiştir.

Ayrıca, Dolmabahçe Sarayı karşısındaki cami (Bezmiâlem Valide Sultan Camii), Cağaloğlu'da okul (İstanbul Kız Lisesi), Beşiktaş'ta büyük bir çeşme yaptırmıştır…

Kanuni'nin süt kardeşi Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergâhı ile mescidini tamir ettirip ilâveler yaptırmıştır…

Mekke ve Medine'de de farklı pek çok hayır eseri vardır.

Öyle bir Peygamber sevdalısıdır ki, üzerinde,

"Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

"Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl?

"Zuhûrundan Bezm-i âlem oldu vâsıl…" yazılı bir mühür kullanmıştır.

Pertevniyal Valide Sultan: Sultan Abdülaziz'in annesi, Sultan II. Mahmut'un eşidir. En meşhur eserleri, Pertevniyal Lisesi ile Pertevniyal Valide Sultan Camii'dir. Birkaç mescidle pek çok çeşmesi daha mevcuttur.

Mehpâre Emetullah Râbia Gülnûş Valide Sultan:
Sultan II. Mustafâ ve III. Ahmed'in annesidir Galata'da, cami, yanına çeşme, Üsküdar'da külliye (Yeni Valide Külliyesi), Mekke'de imaret, dârüşşifâ, çeşme ve Cidde'de kervansarayla su tesisleri yaptırmıştır.

Mihrişah Valide Sultan: Sultan III. Selim'in annesidir… Yaptığı hayır eserleri saymakla bitmez. Bahçeköy'de 240 bin metreküp hacminde baraj, değişik yerlerde cami, misafirhane, medrese, kütüphane, çeşme, mektep…

Hac yoluna çeşme ve sebiller, Yeni Cami ve Sultanahmed Camii'ne Sultansuyu'nun getirilmesi…

Kızı Zeynep Sultan annesine baka baka olgunlaştığı için, fakir öğrencileri gizlice araştırır, gerçek ihtiyaç sahiplerine günde bir akçe verir, yılda bir takım elbise gönderirdi.

İstanbul'da 1930 yılında yapılan bir tespite göre, çeşmelerin yüzde 28'inin, Edirne'deki vakıf eserlerin ise yüzde 20'sinin hanımlara ait olması, genelde Osmanlı kadınının, özelde ise valide sultanların hayırseverliğine delildir.

Diğer eserler:Biliyoruz ki Üsküdar kadın eserlerle, vakfiyelerle, külliyelerle süslü tam bir "hanımkent"tir…

Aslında yalnızca Üsküdar değil, "kadın eser"ler İstanbul'un, hatta Osmanlı'nın 20 milyon kilometrekareyi bulan coğrafyasının her bölgesinde mevcuttur.

Yeni Cami: Mısır Çarşısı'yla birlikte bu camiin inşasına, Sultan Üçüncü Murad'ın hanımı Safiye Sultan (hani şu bir Fransız yazar tarafından kaleme alınan romanında iftiraya bulanan anamız) başlamış, fakat bitirmeye ömrü vefa etmemiştir.

Talihe bakın ki, eseri tamamlamak yine bir "kadın sultan"a, Sultan Dördüncü Mehmed'in annesi Turhan Sultan'a nasip olacaktır.

Sokulu Mehmet Paşa Külliyesi: Eminönü'den Sultan Ahmet'e yürürken Kadırga sırtlarında karşınıza bir Mimar Sinan eseri çıkar.

Bu eserin banisi, Sultan İkinci Selim'in sevgili kızı İsmihan Sultan'dır.

Âşık olduğu kocası Sokulu Mehmet Paşa'nın zamansız ölümü yüreğini dağlamış ve adına aşkının nişanesi olarak bu mükemmel eseri yaptırmıştır.

Mabedi farklı kılmak için, kadınca bir dürtü ile camiin bazı yerlerine Hacer-ül Esved Taşı'nın parçalarından koydurduğu rivayet edilir.

Esma Sultan Namazgâhı:
Kadırga Parkı'nda bugün İstanbul surları içinde ayakta kalan tek namazgâhı görüyoruz. Altında kare planlı çeşmesi olan ve merdivenle üst katına çıkılan bu namazgâh Sultan Birinci Abdülhamid'in kızı Esma Sultan'ın hayratıdır. (yazdıkları kitapta ona da bir sürü iftira attılar. İnsan biraz sıkılır)

Zeynep Sultan Camii:
Sultan Ahmet'ten Gülhane'ye inerken karşılaştığımız bu eser Sultan Üçüncü Ahmed'in kızı Zeynep Sultan tarafından yaptırılmıştır.

Camiin arkasında, bugün de İlköğretim okulu olarak kullanılan bir "sıbyan mektebi" vardır.

Zeynep Sultan'ın türbesi, ne yazık ki, yol yapımı sırasında kaldırılmıştır. (Kemikleri, camiin bodrumunda yeni türbesinin inşa edileceği günü bekliyor).

Hürrem Sultan Hamamı:
Ceddimizin temizliği verdiği önem Batılı gezginleri bile şaşırtacak seviyededir. Osmanlı saray kadınları temizliğin simgesi olan hamamlar inşa ettirmekte de bir birleriyle yarışmışlardır.

Hamamların en güzeli ise kuşkusuz Hürrem Sultan'ın Mimar Sinan'a yaptırdığı hamamdır. Ayasofya ve Sultanahmet Camii arasında yer alan bu eser, İstanbul'un en büyük hamamıdır.

Kanuni Sultan Süleyman'ın sevgili eşi Hürrem Sultan'ın, burayı salt kendi imkanlarıyla inşa ederken, nasıl sıkıntılar çektiğini, Irakeyn Seferi'nde olan Kanuni'ye yazdığı mektuplardan anlaşılmaktadır. (Oğlunu ölümden kurtarmak için padişah yapma dışında bir şey yapmayan Hürrem Sultan, bugün sadece romanlarda değil, ders kitaplarında bile karalanmaktadır)

Çemberlitaş Hamamı:
Bu temizlik âbidesi de bir kadın eseridir. Sultan İkinci Selim'in karısı Nurbanu Sultan tarafından yaptırılmıştır.

Galata Köprüsü:
Eminönü'yü Karaköy'e bağlayan meşhur Galata Köprüsü'nün ilkini Sultan Abdülmecid'in annesi Bezmiâlem Valide Sultan, 1836 yılında ahşaptan yaptırmıştır.

Bu sayede İstanbul halkı bin bir zorlukla Haliç'i geçmekten kurtulmuş, insanlığa hizmet maksadıyla yaptırıldığından, ilk köprüye, "Hayratiye" adı verilmiştir.
Âdile Sultan

Âdile Sultan 1825 yılında, İstanbul'da, Sultan 2. Mahmut ile eşlerinden Zernigar Sultan'ın kızı olarak doğdu.

Sultan Abdülmecit'le Sultan Abdülaziz'in ablasıdır…

Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa ile evlendi. Mehmet Ali Paşa daha sonra sadrazam olacak, ama çiftin mutlu evliliği ciddi kayıplarla yüzleşecektir.

Öncelikle üç çocuklarını kaybettiler, daha sonra Mehmet Ali Paşa öldü…

Adile Sultan son olarak da gencecik kızı Hayriye Sultan'ı kaybetti.

Ölümlerle sarsılan Adile Sultan yoğun bir kedere gömüldü ve ancak Nakşibendi tarikatına girerek hayatını dengeledi.

Kendini tamamiyle hayır işlerine verdi.

Silivrikapı'da hâlâ duran "Bâlâ" adlı tekkeyi baştan başa tamir ettirmiş, bir imaret yeri açtırmıştır.

Perşembepazarı'ndaki Arap Camii'ni yeniden inşa ettirip, yanına şadırvan ve mektep yaptırmıştır...

Medine'de yaptırdığı sebilhânenin giderlerini karşılamak üzere; arsa, fırın, sebil, kahvehane, dükkan, mağaza, değirmen, dokuz kagir menzil, bir hurma bahçesi ve on dört oda ile araziler vakfetti.

Ayrıca, Eyüp, Galata, Dudullu ve civarında çok sayıda müstakil bina, ev, mağaza ve arazi gibi taşınmaz malını da hayır işler için bağışladı.

Nakit olarak verdiği paraların İstanbul'un yoksullarına dağıtılması ise çok olağan vakalardandır.

Adile Sultan'ın önemli bir vasfı da Osmanlı hanedanından divan tertip etmiş tek kadın şair olmasıdır. Aşağıdaki hasret şiiri ona aittir.

Ya Resulallah!

Yüzün Mir'at-ı Zat-ı Kibriyadır ya Resulallah,
Vücudun mazhar-ı nur-ı Hudadır ya Resulallah,
Kabul eyle anı aşkından azad eyleme bir an,
Kapunda Adile kemter gedadır ya Resulallah.

Var iken destgirim sen gibi bir şah-ı zi-şanım,
Kime arz eyleyim, eyle meded hal-i perişanım,
Sözün makbul-i dergah-ı Hudadır ulu Sultanım,
Kapunda Âdile kemter, gedadır ya Resulallah.

Sana ümmetliğim iki cihanda emr-i cazimdir,
Bilirsin halimi arz u beyan etmek ne lazımdır,
Nazar kıl lutf ile senden diğer kim çaresazımdır,
Kapunda Adile kemter gedadır ya Resulallah.
Malını-mülkünü satıp fukaraya dağıttı:


Sarayın halkından ve kalabalığından çok dışarıdaki fukarayı yedirmek ve giydirmek için bir hayli para harcayan Adile Sultan, fukarayı kendisinden fazla düşünür, "Benim kimsem kalmadı; ölümümden sonra mallarım hazineye gidip çürüyeceğine satılsın, açıklarımız kapatılsın, düzenimiz bozulmasın, fukaramız mahzun olmasın. Fazla gümüş takımlar, mücevherli sahanlar ve antika takımların getireceği para epeyce eder, bunlar satılsın" diye vasiyet etti.

"Bu servet milletin sayesindedir. Allahü teâlâ, fukarasına elimizden geldiği kadar bakmamızı emrediyor, tereddüde mahal yoktur" derdi.
Elinde ne varsa satıp fukaraya bağışladı.

Senelerce saraydan çıkmayan Âdile Sultan, seksenine yaklaştığı sırada yataktan kalkacak mecali yoktu, devamlı yatağında oturmayı yeğler, yemeğini bile oracıkta yerdi…

Ancak namaz vakitleri yerinden kalkar, onca takatsızlığıyla ayakta namaz kılmaya çalışırdı.

Çok sevdiği eşi ve yitirdiği evlatlarının acısıyla yaşayan Âdile Sultan, nihayet Bağlarbaşı'ndaki Validebağ Sarayı'nda 1898'de vefat etti.

İstanbul Eyüp'te, Bostan İskelesi yakınındaki kocasının türbesine defnedildi.




Padişahların validelerine karşı son derece hürmetkar davranmaları onların saraydaki hüküm ve nüfuzlarını daha da arttırmıştır.

Bunda muhakkak ki, İslamiyetin ana hakkı konusundaki müessir prensiplerinin büyük rolü olmuştur. Bu davranışta "Cennet anaların ayakları altındadır" anlamındaki hadisin rolü kuşkusuz çok büyüktür.

Vâlide sultanların resmî unvânı "Mehd-i ulyâ" idi. "Vâlide sultan" unvanı ilk defâ Sultan Üçüncü Murâd tarafından annesine verilmiş ve ondan sonra devamlı olarak kullanılmıştır.

Harem-i Hümâyûnun yönetimi vâlide sultana aitti. Vâlide Sultan, protokolde pâdişâhtan sonra gelirdi. En büyük ödenek de onundu… Devlet içindeki büyük nüfûzlarına rağmen, siyâsetle uğraşanları yok denecek kadar azdır. Bunun yanında, hemen hepsi hayır işleriyle meşgul olmuşlardır.

Osmanlılarda cülus merasiminden birkaç gün sonra saray, yeni bir törene daha sahne olurdu. III. Murad'ın cülusundan itibaren düzenlenen bu merasim padişahın annesinin Eski Saray'dan alınarak Topkapı Sarayına nakli merasimidir.

Bu törene "Valide Alayı" ismi verilirdi. Çok tantanalı geçerdi.

Vâlide Sultânın haremde geniş bir câriye kadrosu vardı. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinir, onu sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.

Hiç kimse emirlerine karşı gelemezdi. Harem halkının gezintilere çıkması onun onayıyla gerçekleşirdi. Vâlide sultanlara hazineden belli bir ödenek ve has derecesinde dirlik verilirdi. Vâlide sultanlara tahsis edilen gelirlere "başmaklık" da denilirdi.

Gelirlerini ısraf etmez, hayır işlerine sarf ederlerdi. Kanuni sonrası dönemde, haremi idare eden ilk valide sultan olan Nurbanu Sultan'a günlük 2000 akçelik bir maaş bağlanmıştı.

III. Mehmed'in annesi Safiye Sultan ise, 3000 akçe alıyordu. Valide sultan maaşları, kısa süreli istisnai dönemler dışında bu yüksek seviyeyi muhafaza etmiştir.
Sağlam Müslümanlardı:
Meselâ İstanbul fatihi Sultan Mehmed'in eşi Gülbahar Hatun'un (Sultan II. Bayezid ile Gevher Sultan'ın annesi) Edirne'de kendi adına yaptırdığı cami, külliye ve çeşmeleri vardır.

Sultan II. Bayezid'in eşi Hüsnüşah Sultan 1490 - 1503 yıllarında oğlu ile birlikte Manisa'da bulunduğu sırada Hatuniye Camii'ni yaptırmış, yanına "Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz" hükmüne uyarak "Hüsnüşah Sultan Kütüphanesi"ni tesis etmiştir. Eski kayıtlar, bu kütüphanede 400 civarında yazma eser bulunduğunu belirtmektedir.

Sultan II. Beyazıd'ın torunu Neslişah Sultan, Edirnekapı civarında bir cami yaptırmıştır.

Fatih'in sütannesi Hundi Hatun Edirne'de 1486'da bir cami yaptırmıştır. Daye Hatun Camii olarak bilinen bu mâbed, ne hazin ki 17 Eylül 1940'ta alınan 75 sayılı kararla 50 liraya satılmıştır.

Sultan II. Bayezid'in eşi ve Yavuz Sultan Selim'in annesi Gülbahar Hatun tarafından 1451 yılında yaptırılan Gülbahar Hatun Camii de maalesef aynı akıbete uğramış, 21 Mart 1935'te 65 lira bedelle eski Keresteci Cafer'e satılmıştır. (Ayrıca bu hayırsever sultanın benim doğduğum köyde de bir camii mevcuttur)

Yavuz Sultan Selim'in eşi Hafsa Sultan, oğlu Şehzade Süleyman'ın (Kanuni Sultan Süleyman) sancak şehri Manisa'da valilik yaptığı sırada ona refakat etmiş ve burada cami, medrese, kütüphane, imaret, şifahane, hamam ve sıbyan mektebinden (ilkokul) oluşan bir külliye vücuda getirmiştir.
Nurbanu Sultan:

Sultan II. Selim'in hanımı ve Sultan III. Murad'ın annesi Valide Nurbanu Sultan Mimar Sinan Ağa'ya yaptırdığı "Valide-i Atik Külliyesi"nde bir medrese, şifahane, imaret, çifte hamam ve sıbyan mektebi mevcuttur… (Her dini eserin yanına okul yapılmasına dikkat) Ayrıca Nurbanu Sultan İstanbul'da su yolları, çeşmeler, sebiller yaptırmıştır.

Sultan II. Selim'in büyük kızı ve Sokullu Mehmet Paşa'nın hanımı İsmihan (Esmehan) Sultan'ın da bir camisi ile muhtelif hayır eserleri vardır.

İstanbul Eminönü'ndeki Yeni Cami, III. Murad'ın eşi Safiye Sultan'a aittir. Camiin temelleri 1597 yılında atılmış, ancak tamamlanması başka bir hanım sultana, Turhan Valide Sultan'a nasip olmuştur.

Safiye Sultan ayrıca Mısır'daki tüm mal varlığını Mekke, Medine ve Kudüs'te Kur'an okuyacak 120 hafız ile Mekke'deki sebil, mescid ve kuyulara bakacak hizmetlilere vakfetmiştir.
Hanımkent: Üsküdar

Biliyoruz ki, Üsküdar, kadın eserlerin bolluğu açısından tam bir "Hanımkent"dir. Vakfiyelerle, külliyelerle süslü bir "Hanımkent"…

Bizim tarihçilerin lanetlediği isimlerden ikincisi olan Sultan I. Ahmed'in eşi ve Sultan IV. Murad'ın annesi Mahpeyker Kösem Sultan'ın Üsküdar'da "Çinili Cami" diye bilinen bir camisi, bir Hamamı (Çinili Hamam), bir sıbyan mektebi, sebili ve çeşmesi vardır.

Ayrıca Mekke-Medine fukaralarına dağıtılmak üzere her yıl Sürre Alayı ile hatırı sayılır bir meblağ gönderirdi.

Bunun için vakıf tesis eden kadın sultanlar bile vardır.

Onları rahmetle anıyoruz.



Yavuz Bahadıroğlu

Bilgisizlerden Yoruldum...  

Posted by Tespih Taneleri... in




"Şeriat" diyorsunuz, karşılığı şöyle geliyor: "Ay bunlar dört kadın almak istiyor, elimizi kesecekler, cebren başımızı örtecekler, özel hayatımıza müdahale edecekler, içkiyi yasaklayacaklar!"Ne ilgisi var?..

"Din" diyorsunuz, "Ay kalbim çok temiz" diye başlıyor, "dedem hafızdı" diye bitiriyorlar…

Beş İslâm şartı ile altı iman şartını doğru dürüst sayabilen mumla aranıyor. Rol icabı "lahavle" çekemeyen oyuncu, din konusunda ahkâm kesiyor.

"Tarih" diyorsunuz, "Bizim tarihimiz cumhuriyetle başlar" diye gevelemeye koyuluyorlar…

Öncesi yok! Cumhuriyet tarihine bile doğru düzgün vakıf olan yok! Bir sürü mehdiye, yüceltme sonrasında "uzanan elleri kıracağız" edebiyatı geliyor…

"Osmanlı" diyorsunuz, bilgisizliklerini kusuyorlar: "Padişahların anneleri yabancı… Padişahlar kardeşlerini katlettiler… Hacca bile gitmediler… Haremde zevk u safa sürdüler…"

Tek tek cevaplandırıyorsunuz, o zaman da başka telden çalmaya başlıyorlar:

"Siz Atatürk düşmanısınız, cumhuriyet düşmanısınız, laiklik düşmanısınız!"

Ne ilgisi var?..

"Ecdat" diyorsunuz, "Yahu heykelleri yok, sanatları yok, resimleri yok" diye sıralıyorlar… Ne mezartaşı sanatını biliyorlar, ne ebruyu, ne minyatürü…

"Namus ve ahlâk" konusunu açıyorsunuz, "Ahlâk beyindedir, belden aşağıda değil" diye tekerliyorlar…

"Fal" diyorsunuz, "fala inanma, falsız da kalma" diyerek güya ki vecize yumurtluyorlar: "İnanılmayan bir şeye nasıl bel bağlanır?" suali cevapsız kalıyor.

"Demokrasi" diyorsunuz, "Sayısal üstünlük değil, siyasal üstünlük" diye meydan okuyorlar…

"Kalkınma" diyorsunuz, "950 öncesinde her şey yolundaydı, sonradan Demokrat Parti çıktı ve her şeyi mahvetti" diyerek gerçeği tersine çeviriyorlar…

"Gelişme" diyorsunuz, ideolojik nutuklar atıyorlar…

"Aile" diyorsunuz, "Bir imza ile insanları bağlamak çağ dışılıktır" diyerek karşı çıkıyorlar…

"Gençlik" diyorsunuz, "imam hatipli olmasın" şartını dayatıyorlar…

Ben bu bilgisizlikten ve ilgisizlikten bıktım!..

Slogancılıktan gına getirdim!..

Yüzeysellikten yoruldum!..

Tekerleme dinlemekten usandım!

Topyekün gelin, ama biraz bir şeyler öğrendikten sonra gelin…

En iyisi cahillikle ilgili birkaç "özlü söz"ü alt alta yazmak…

Basma cahilin izine, gitme şeytanın sözüne. (Ruhsati)

Bilgisiz kimse, savaş davuluna benzer, içi boş olduğu için sesi çok çıkar. (Sadi)

Bilgisizlik kolay ve rahat elde edildiği için, çoğunluk bilgisizdir.
(La Bruyere)
Cahil insan kendi kendinin bile düşmanıdır; başkasına dost olması nasıl beklenir. (Sokrates)

Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol. (Hz. Mevlana)

Cehalet öyle binektir ki, üzerine binen zelil olur, arkadaşlık yapan yolunu kaybeder. (Hz.Osman)

Hareket halindeki cehaletten daha korkunç hiçbir güç yoktur. (Bernard Shaw)

Öğrenmek pahalıdır, ama cehalet ondan da pahalıdır. (Henry Clausen)

Bu kadar.



Yavuz Bahadıroğlu

Ayasofya'nın Manevi Kıymeti Bin Camiye Bedeldir.  

Posted by Tespih Taneleri... in







Bir köşe yazarı öfkeden tepiniyor ekranda:"Bu gidişle dinciler Ayasofya'yı bile cami yaparlar."

Tuhaf! Çünkü Ayasofya zaten cami… Hem de Peygamber müjdesi fethin sembolü bir cami…

Hem Peygamber müjdesi, hem fethin sembolü, hem Fatih'in vasiyeti ve emaneti…

Böyleyken, "Ayasofya camii"ni neden hâlâ Müslümanların ibadetine açmıyoruz?

Asıl sorulması gerek sual budur!

Osmanlı Devleti'nin kuruluş amacı İstanbul'un fethi, fethin dayanağı, Peygamber-i Âlişan Efendimiz'in fethe ilişkin müjdesi (Ahmed bin Hanbel'in, Müsned'inde de yer alan; [c.4, s.335] meşhur hadis-i şerif), müjdenin yüreği ise Ayasofya'dır.

Ayasofya'yı sıradan bir "cami" olmaktan çıkarıp sembolleştiren şey budur: Bunun yanı sıra, Ayasofya'nın Fatih Sultan Mehmed'in vakfiyesi olduğunu da hatırlamak gerekiyor.

Fatih, Ayasofya'ya o kadar önem verdi ki, cami kimliğini kıyamete kadar koruyabilmesi için önce tapusunu kendi üzerine çıkardı, sonra da vakfetti. "Ayasofya Vakfı"na gelir olması bakımından da İstanbul'un Okmeydanı semti dâhil, şehrin muhtelif yerlerindeki 2 bin gayrimenkulünü bıraktı.

Fetih ordusu, ilk Cuma namazını bu camide kıldı. Böylece Ayasofya, "fetih Sembolü"ne dönüştü.

Fetihten sonra, Fatih'in verdiği ilk emir, Ayasofya'nın camie çevrilmesi emridir. Bu iç içe girmiş semboller sebebiyle, Ayasofya, Osmanlı Asırlarında çok önemsenmiş, o kadar ki, Ayasofya İmamına saray protokolünde yer verilmiştir.

İstanbul Osmanlıların eline geçtiğinde hem şehir, hem de Ayasofya haraptı. Muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış, altın, gümüş gibi değerli eşyalar, bir zamanlar Bizans'ı kurtarmak için İstanbul'a gelen Haçlılar tarafından yağmalanıp bölüşülmüştü.

Kubbesinin tepesindeki altın haç bile çalınmıştı… Ayasofya birkaç sene daha ihmal edilse kubbe de çöküp gidebilirdi.

Fethin şahitlerinden Müverrih Tursun Bey, gördüğü manzarayı şöyle anlatıyor: "Onun rahnesine taş koyacak bir mimar kalmamış, mamur (sağlam) olarak sadece bir kubbesi kalmıştı. Padişah-ı Cihan (Fatih) bu binayı harab ve yebab (yıkık) görünce, ahır harap olmasun deyü tamirini ve bakımını emretti."

İşte bu yüzden "Ayasofya, Hıristiyan Roma'dan çok bir Osmanlı eseridir" diyen müsteşriklerin (oryantalist) sayısı az değil. Bunlardan Paul Wittek şöyle yazıyor: "Ayasofya'nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim."

Kısacası, en başta Fatih olmak üzere, her padişah Ayasofya ile yakından ilgilenmiş, onu ayakta tutacak tedbirler almış, dönem dönem ciddi onarımlardan geçirilmiştir.

Osmanlı'nın ilgisi ve bilgisi sayesinde Ayasofya yeniden hayat buldu. Ayasofya'ya ilişkin onarımlar o kadar detaylıdır ki, bugün, "Ayasofya bir Osmanlı eseridir" demekte, hiçbir mahzur yoktur.

Sözü İstanbul'da yapılması düşünülen yeni camilere getireceğim ve şunu söyleyeceğim: Bence Ayasofya'yı ibadete açmak, bin tane yeni cami inşa etmekten daha tutarlı, daha yararlı, daha sevaplı ve daha güzel bir iştir.

Böylece hem Peygamber müjdesi tekrar hayata geçecek, hem de Fatih'in vasiyeti yerine gelecektir.

Şu haliyle Ayasofya, "hilkat garibesi" gibi duruyor. Ne yapılış amacına uygun, ne de fetih tefekkürüne: Dolayısıyla ne Müslüman'a yarıyor, ne de Hıristiyan'a…

"Müze" kimliği, âdeta bir "kimliksizlik âbidesi"!

Hıristiyan vatandaşlarımızı incitmemenin bir yolu bulunabilir…

Ancak Müslüman vatandaşlarımızın daha fazla incinmelerini önlemenin tek yolu, Ayasofya'yı namaza açmak suretiyle, fatihlerin secde ettiği yerde, bütün Müslümanların secde etmesini sağlamaktır.

Unutmayalım ki, rahmetli Başbakan Adnan Menderes, fabrika-yol yaparak değil, ezanı aslına döndürerek tarihe geçti…

Müslüman yüreklerde de taht kurdu.

Şimdiki Başbakanımız da Ayasofya'yı aslına döndürerek tarihe geçebilir ve Müslüman yüreklerde taht kurabilir.

Çok da dua alır.

Heyecanla bunun müjdesini bekliyoruz!




Yavuz Bahadıroğlu

Ömrü Boyunca Hiç Eğilmeyen Adam...  

Posted by Tespih Taneleri... in ,

Ömrü boyunca hiç eğilmeyen insan olmak için, sadece Allah'ın önünde eğilmeye inanmak ve iman etmek gerekir.

27 Aralık 1936 senesinde Hakk'ın rahmetine kavuşan Mehmed Akif, işte böyle inanan ve iman eden birisi olarak, ömrü boyunca Hakk huzuru dışında asla eğilmemiştir.

Bu özelliğini şiirlerinde, konuşmalarında ve dostlarıyla yaptığı istişarelerde görmek mümkündür. Allah'a iman edince Akif gibi edebilmelidir.

Merhum Hasan Basri Çantay; "bir ahlak abidesi" olarak tarif ettiği Akif'in karakterini şöyle anlatır:

-"Akif Bey, halim idi, gazup idi. Çocukla çocuk olur, büyükle büyük olurdu. Hayatımda onun kadar munis ve beşuş bir adam görmedim. Böyle iken onun dağları yuvarlayan o fırtınaları ne idi?

Akif haksızlığa dayanamazdı. Zulme düşman, mazluma yar ve mededkâr idi. Hayatında asla eğilmedi, gerek istibdad devrinde, gerek meşrutiyet senelerinde, açlığa rıza gösterdi, kimseye eyvallah etmedi.Umumi seferberlik zamanı idi. Akif bir arkadaşı ile birlikte oturmuş, kuru fasulya aşı yiyordu. Nezaret erkanından biri çıkageldi. Selam tebliğ etti. Yazılarında o derece ileri gitmemesini nazikçe söylemek istedi, Akif pürhiddet dedi ki;

-'Nazırına söyle; kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulya aşı yemeğe razı olduktan sonra kimseden korkmam!'

Akif İstanbul Ziraat Nezaretindeki memuriyetinden de Darülfünün müderrisliğinden de hep haksızlığa isyan şeklinde istifa etmiştir.

O hiçbir insanın katlanamayacağı sefaletlere katlandı. Eyyübi bir sabr ile yaşadı, fakat ne izzet-i nefsinden ne karakterinden bir zerresini feda etmedi."

Sözü Akif üzerine sürdüreceğiz ama Mehmed Akif'in Kur'an tercemesi ile ilgili olarak çeşitli rivayetler dolaşmakta ve hangisinin doğru olduğu bilinmemektedir.

Bu konuda en sağlam kaynak yine Hasan Basri Çantay hocaefendidir. Meseleyi bir de onun sözlerinden öğrenelim.

"Akif'in en çok yıldığı ve korktuğu şey, 'Kur'an-ı Kerim tercemesi" idi. Ben ona ne kadar yalvardım. İkna edemedim. Onun kanaatince Kur'an terceme edilemezdi.

O, ömrü olursa, on sene daha şiir yazacaktı. Ondan sonra şiir yazmak isterse dostlarının kendisine mani olmasını rica edecekti.

Çünkü; İnsan 'düştüğünü' belki fark edemezdi. On sene içinde de çocuk ve mektep şiirleri yazacak, 'İstiklâl muharebelerini yazacak, Haccetülvedaı tasvir edecekti. Fakat bunlar şiir olacaktı.

Kur'an tercemesi hakkında hepimizin hele merhum Ahmed Hamdi Aksekili'nin gösterdiğimiz anudane ısrar, eyvah ki Akif'in hem geceli gündüzlü birçok senelerini, hayatını eritti, hem memleketimizi o mev'ud şiirlerden mahrum etti. Bari Kur'an tercemesi meydana atılabildi mi? Ne gezer. Bu meselede üstad şöyle derdi:

-'Beni tatmin etmeyen bir terceme başkasını nasıl tatmin eder?' Ruhları için el fatiha.

Hüseyin Öztürk

Allah, Fiilî Duayı Kabul Eder!..  

Posted by Tespih Taneleri... in ,



dua etmek



Büyük işlerde muvaffak olan insanların hayatını incelediğimde gördüm ki, bu büyük başarıları, tesadüfen veya kendiliğinden değil, bir gaye uğruna ısrarla çalışmaları neticesinde gerçekleşmiştir.

O zaman inandım ki Allah fiilî duaları kabul eder. Sebepleri yaratan Allah olduğuna göre, sebeplere müracaat etmek de ibadettir; çünkü fiilî duadır.

Allah, insanı üstün kabiliyetlerle yaratmıştır. Mesela bir doktor arkadaşım demişti ki:
“Şu işaret ve başparmağım olmasaydı diplomam işe yaramazdı. Ameliyatta bütün işi şu iki parmakla yapıyoruz.”
 
Düşündüm ki, Allah yalnızca iki parmağımıza bile ne büyük kabiliyetler yüklemiş. Artık gerisi düşünülsün…

Annem derdi ki: “Evladım, her işine Besmele’yle başla ki işlerin rast gitsin.” Ben de annemin sözünü uyguladım. Fakat işlerim rast gitmedi. Acaba bunda bir yanlışlık mı var, diyerek bir âlime gittim. O âlim dedi ki: “Eğer Besmele çekmekle işlerimiz rast gitseydi, o zaman okula, tahsile, çalışmaya ne gerek vardı? Bir Besmele çekerdik, her şey önümüze gelirdi. Hâlbuki Allah insana üstün kabiliyetler vermiştir. Bunları kullanmak zorundayız. Sen elinden gelen gayreti göster, Besmele’ni de öyle çek.”

Sonra Peygamberimiz’in hayatını okudum. Baktım ki, O’nun hayatı mücadeleyle geçmiş. Savaşa gidileceği zaman ok talimleri, mızrak talimleri yaptırmış, şehrin etrafına hendekler kazdırmış; zırh giyinmiş. Yani, “ben dua ederim, düşman mağlup olur” dememiş. Peygamberimiz’in hayatı okunursa, fiilî duaya ne kadar yer verdiği anlaşılır.

Kalkınan, ilerleyen pek çok kişiyle tanıştım. Bu kişiler bende “Başarının onda dokuzu ter, biri kabiliyettir.” diye düşünmeme sebep oldu. Cisimlerin en küçüğü atomda bile sayısız kanun ve formül bulunuyor. Yani kâinatta kendiliğinden, tesadüfen oluş diye bir şey yoktur. Kur’an-ı Kerim’de buyrulmuş ki:
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 39)
Bu ayette fiilî dua emrediliyor adeta...

Mesela Nuh (as) gemicilikte, Musa (as) asası ile su çıkardığı için sondajda, İsa (as) tıpta, Yusuf (as) saatin icadında, Davut (as) demiri hamur gibi yoğurmakta, Hz. Muhammed (sas) en yüksek ahlakı ortaya koymakta birer mucit durumundadır.
Böylece insanlarla ilgili faydalı işlerin bütünü, peygamberlerden sünnet olarak bize intikal etmiştir. Bu sebeple İslam’a uygun her iş, İslamî ölçülerle en azından sünnettir.
Müslümanlar yıllar yılı bu mucize ayetlerini tarihî birer olay olarak düşünmüş ve kendilerine mesaj veren yönünü keşfedememişler. Hâlbuki Kur’an’daki tarihî hadiselerin her devrin insanına mesajı vardır.

Bir işi çok iyi bilen, doğru ve çalışkan olan, muvaffak olur. Bir de ibadetine devam ederse maddî-manevî kanatlarıyla uçarak cennete gider inşallah...

Hekimoğlu İsmail

Kulluk Bilinci Üzerine  

Posted by Tespih Taneleri... in



Geçtiğimiz Cuma günü, Aksaray'da hem üniversitelilere, hem de halka "Osmanlı ailesi"ni, Enderun'u ve Harem'i anlattım…
Özellikle Harem, yıllardır istismar edildiği için, anlattıklarım herkese çok ilginç geldi… Pazar günü de Konya'da, "Osmanlı İnsanı" üzerine muhabbet ettik…
 "Osmanlı insanı", yani öfkesi bile zikir kokan insan… Kızdığında "Lahavle" çeken, hayretini "Allah Allah", Fesübhanallah", "Lailahe İllallah", "Tövbe estağfurullah" diye ifade eden, haksızlığa uğradığında, "Hasbünallâh" diyerek Allah'ı kendine "vekil" yapan, korunmayı sadece Allah'tan bekleyen, olumsuzluklar karşısında "Hafazanallah" diyerek, yalnızca Allah'ın muhafazasına sığınan insan…
Filmlerde anlatılanlarla gerçekler arasındaki uçurum bir kez daha ortaya çıktı…

Konuşmama (daha önce bu sütunda yayınladığım), Kanuni'nin, Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemali Efendi'ye sorduğu fetva ile girdim:
"Dırahtı ger, sarmış olsa karınca,
"Günah var mı, karıncayı kırınca?.."


Yani, ağaçları saran karınca sürüsünü öldürsem, ahirette sorumlu olur muyum?

Zembilli'nin cevabı şöyle:


"Yarın Hakk'ın divanına varınca,
"Süleyman'dan hakkın alır karınca…"


Kısaca, zarar veren mahlukatı öldürmek haram değildir, ama Mahşer günü her şeyin hesabı sorulacaktır. Osmanlı insanı bu gerçeği, "Sevapta hesap, günahta azap var" şeklinde özetlemiştir.
Kısacası, "Osmanlı insanı" demek, karıncaların bile yaşama hakkına saygı gösteren insan demektir. "Karıncaezmez" tabiri de bu hassasiyetten doğmuştur. Çünkü "Osmanlı insanı"nın hayatı, dünya ile sınırlı bir hayat değildir. Dünyanın verebilecekleriyle yetinmez, gönülleri ebediyete dönük yaşarlardı…

Örnekleri Hazret-i Ömer'di. Peygamber-i Âlişan'ı öldürmek üzere evinden çıkan, o sırada kızkardeşiyle eniştesine zarar verecek kadar gözü kararmış, bastığı yeri titreten Ömer'le, Efendimiz'den tebliği alıp Müslüman olduktan sonra, karınca ezmemeye çalışarak evine dönen halim-selim Hazret-i Ömer arasındaki farkı yakalamaya çalışırlardı.
Çünkü o fark, "küfür"le "iman", "vahşet"le "medeniyet" arasındaki farktı… Osmanlılar imanları sayesinde medenileşmiş insanlardı. Hayat felsefesinin birinci maddesi, "Kendine ve gayriye (başka insanlara, hayvanlara ve bitkilere) zarar vermemek" şeklindeydi.

Bu köşede sık sık adı geçen meşhur Fransız yazar Brayer'in tespitlerini yabana atmamak lâzım:
"Türk halkının hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır. Konuştukları dil hoş ve ahenklidir… Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları tertemizdir. Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir…
 "Pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riayet ederler. Birbirleriyle karşılaştıklarında sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar."
Bir başka Fransız seyyah (gezgin) Du Loir ise şunları yazıyor: "Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın olan küfürbazlık, öfke ve intikam hissi Türklerde yoktur…

"Sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı ise, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır." Çünkü Osmanlı insanı, "Kıble Yürekli" insandır. "Kıble yürekli insan" olmak, Kur'an'daki "insan modeli"ni hayata geçirmek anlamına geliyor. Bu modelin önceliği "kulluk bilinci"dir… "Kulluk bilinci", karınca öldürmenin hükmünü bile sorgulatır.




Yavuz Bahadıroğlu

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz