Sevginizi Dile Getirin...  

Posted by Tespih Taneleri... in

 


Sevgiyi yasamak ya da birine sevdigini soylemek neden zor gelirdi ki bilmem? Ben en sevdiklerime, aileme bile soylemekten utanirdim. :) Biri bana soylese utancimdan kizarir sanki ayy ne ayip sey soylemis gibilerde ters ters bakardim...:)) Simdi kendime cok kiziyorum da neyse ki cok gec olmadan yendim bu sacma psikolojiyi... Sevdigim herkese, kimseye aldiris etmeden acikca sevdigimi bir de defalarca soyluyorum..:)) Anaannemi bu konu da bunalttim mesela..:)) Cocuklarima da elimden geldigi kadar soylemeye calisiyorum.. Gecen aksam oglum yatmadan bana seslendi ve beni cok sevdigini soyledi.. Hamdolsun ki cabam bosuna gitmedi diye sevindim... insanlar sadece sorunlarini degil, duygularini da paylasmali ve bunun gercek bir terapi oldugu kanisindayim...
Asagi da paylastigim yazi bu konuyu cok guzel ozetlemis, buyrun okuyalim ve hissemizi alalim insaallah...


Şayet aile fertlerinde Allah için sevme düşüncesi olmazsa, âilelerin huzûru, toplumların saadeti paymâl edilir, zir ü zeber olur...

Sevgi giren eve, doktor girer mi? Sevgi bir şifa kaynağıdır. Sevgi ateşi, seveni ısıtır, nefreti yakar!Şaşmaz ve şaşırtmaz mihmandarımız Hz.Muhammed’in (asm) tavsiyelerini günlük hayatımıza yansıtabilirsek, onun sevgi dersi, meltem rüzgârı gibi dalga dalga yayılarak aile fertlerini sarmalayarak kucaklar.

Birbirini Allah için sevenlerin yüreğinden dökülen kelimeler, hem samimiyeti, hem de hayır dualarını ebedileştirir.  İşte iki cihan saadetine açılan nurani yol bu sevgiden geçer.

Bir gün Peygamber Efendimizin (asm) huzurunda olan biri, kalkıp gitmekte olan diğer bir Müslüman’ın arkasından:

“Ya Resûlullah, ben bu giden adamı çok seviyorum” der.

Peygamberimiz (asm):

“Kendisine bunu söyledin mi?”

“Hayır.”

“Bunu hemen bildir.”

Arkasından koşuşturarak:

“Ben seni Allah için seviyorum” der. O da:

“Öyle ise beni uğrunda sevdiğin Allah da seni sevsin.”
Şayet onun sevgi modeli olmasıydı bizim sevgimiz de elbet eksik, çok eksik kalırdı.
Gönüllerde hapsolan sevgi kifayet etmez. Zira, sevgi gibi hayatî duygular dışa vurulursa esas fonksiyonlarını icra ederler.

Kendi dünyamızdaki hisler karşımızdakine bir şekilde ulaştırılmayı bekler. Öyle ise sevgimizi kelimelere dökmeliyiz:

“Seni Allah için seviyorum.”

diyebilmek hakiki sevginin en özlü ilânıdır. Eğer istersek sevgimizin gücünü, kararlılığını daha kuvvetli ifade edebiliriz. Sevdiğimiz kişinin güzel hasletlerini, hoşlandığımız tutum ve davranışlarını dile getirerek yapabiliriz. Bu, iki taraf için de olumlu duyguları harekete geçirecektir. Hem takdir eden mutlu olacak, hem de takdir edilen. Biri güzel gördüğü, diğeri de güzel görüldüğü için... Böylece iki yürek arasında kurulan köprü, sağlıklı ve dayanıklı olurken; nice manevî fırtınalar karşısında uzun yıllar boyu dimdik ayakta kalabilecektir.

İşte, evlilik çatısı altında bir araya gelen ve kurdukları köprüde dikkatle ilerleyen aile bireylerinin en güçlü anahtarı sevgide saklı. Bu, kimi zaman bir şemsiye hüviyetindedir, kimi zaman bir sal. Önemli olan onu hiçbir zaman yanımızdan ayırmamızdır. Çünkü her kapıyı açan, her sıkıntıyı yok eden, her problemi ortadan kaldıran sevgidir.

Hatırınızdan çıkarmayın:

 Sevgi halkaları yalnızca parmaklara takılı ise, kolayca çıkar.
 Kalbe takılırsa, onları hiçbir güç çıkaramaz!
Eşinize sevdiğinizi söylemek, köprüde sağlam adımlarla yürüyebilmektir.
Yürüyüşün selâmeti, çift taraflı sevgiye bağlı.
Kadın kadar, erkeğin de sevildiğini sık sık duymaya ihtiyacı vardır.
Çünkü bu da, fıtratmıza yerleştirilmiştir.
Böylece varlığının tüm zerreleriyle sevildiğini bilen eşler sükûnet bulacak, birbirlerini hep bu sükûnete davet edecek ve beraber ortak bir huzur iklimi bulacaklardır.
 Ve sevginin kaynama derecesi aşkı kaybetmeyeceklerdir.


Ali FERŞADOĞLU

Gururumuz İmanımızı Kemiriyor !  

Posted by Tespih Taneleri... in ,



Halife Hz. Ömer, Şam Orduları Komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh'ın gurura kapıldığı duyumunu almış, müthiş telâşlanmış, birkaç mektupla ikaz ettikten sonra, bizzat görüşmek üzere Şam'a yönelmişti...

Fakat koskoca Halife'nin iki devesi olmadığı için, yol boyunca, kölesiyle nöbetleşe deveye biniyorlardı. Şam yakınlarında bir dere kenarına ulaştılar. Deveye binme sırası köleye gelmişti. Derenin öteki kıyısında ise Ebû Ubeyde bin Cerrâh tarafından toplanmış bir kalabalık Halife'yi bekliyordu.Halife Ömer, kölesini deveye bindirdi. Mestlerini çıkardı. Paçalarını sıvadı. Devenin yularını tutup yalın ayak suya girdi. Karşıya geçti.
Ebû Ubeyde hayretler içindeydi. Hz. Ömer'in kulağına eğildi:

"Yâ Halîfe!" dedi, "Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şamlılar, Müslümanların halifesini görmek için toplandılar. Hepsinin gözleri üstünde... Hepsi sana bakıyor. Eminim bu yaptığını beğenmeyecekler."
Halife: "Ne yaptım ki?" diye sordu.
"Daha ne yapacaksın, deveye köleni bindirdin, dereyi yalınayak geçtin. Bu durumda hanginiz köle, hanginiz efendi belli değil. Deveye senin binmen lâzımdı."

Hazret-i Ömer buyurdu ki: "Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözün, burada toplananlar için çok zararlıdır...
"Neden ey Halife?"
"Seni duyanlar insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbiseler giymekte sanacaklar. Şerefin, Müslüman olmakta ve kullukta olduğunu anlamayacaklar...

"Ey Ebâ Ubeyde! Biz aşağı, bayağı insanlardık. Acem şahlarının elinde esirdik. Allah, Müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allah'ın verdiği bu izzetten, bu şereften başka şeref ararsak, Allah bizi yine zelîl eder, her şeyden aşağı düşürür. İzzet, şeref, İslâm'dadır. İslâm'ın ahkâmına uyan azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzuru, saadeti başka şeylerde arayan zelîl olur."Hz. Ömer'in bu konudaki önderi de hiç kuşkusuz, Âlişan Efendimiz'di.

Efendimiz'in, son derece mütevazı bir hayat yaşadığını biliyoruz. O kadar ki, doğru düzgün bir evde dahi oturmadı, hayatı boyunca gösterişten, kibirden sakındı.

Peygamber Efendimiz'le görüşmek için Medine'ye gelen yabancı elçiler, etrafta önce Devlet Başkanlığı Sarayı arıyorlardı... Bulamayınca, büyükçe bir ev bakınıyor, yine bulamayınca çevreye soruyorlardı:

"Reisiniz nerede oturuyor?"Medine'deki diğer evlerden hiçbir farkı olmayan Mescid-i Nebevi gösterilince, ilk büyük şaşkınlıklarını yaşıyorlardı. Ama belki içi tantanalı döşenmişti. O umutla içeri giren elçileri, yeni bir şaşkınlık bekliyordu. Karşılaştıkları manzara, alıştıkları manzara değildi: Eşyasız büyükçe bir oda, yere serili bir deve postu, üstünde bağdaş kurmuş sohbet eden birkaç kişi...

Alışageldikleri Devlet Reisi'ne benzer biri yok:

 Ortada ne bir taht, ne ipek halılar, ne altın varaklı çerçeveler... Her yer müthiş bir sadelik içinde... Üstelik sohbet edenler arasında alışa geldikleri Devlet Reisi figürüne benzer kimse de yok:

 Kimse gösterişli kıyafetler giymemiş, kıymetli takılar takmamış, kimse gurur dolu bakışlarla bakmıyor... İçerde oturanların hepsi yaklaşık olarak aynı kıyafette, aynı oturuşta, aynı bakışta bütünlenmiş...Çar-naçar sormak zorunda kalıyorlardı:

"Reis hanginizsiniz?.
Bütün gözler derin bir sevgi, büyük bir saygıyla Efendiler Efendisine dönünce, ebedi bir gerçeği idrak ediyorlardı: Anlıyorlardı ki, insanın büyüklüğü tevazuundadır, haşmeti imanındadır, izzeti yüreğindedir.
Bunu sık sık hatırlamamızı gerektiren bir zamanda yaşıyoruz.

Neden derseniz, "iktidar", "servet" "şöhret" ve bunların musallat ettiği "gurur" imanımızı kemiriyor."Dünya mükâfat yeri değildir" hakikatini unutup öyle bir "keyif" düşkünü olduk ki, sormayın gitsin!Ömrümüz övgüler, alkışlar arasında geçiyor.Zevke, keyfe, tantanaya, gösteri ve gösterişe fena alıştık!


                                                                 Yavuz Bahadıroğlu

Insaf, Hayret, Utanc, Sitem Ve Dua...  

Posted by Tespih Taneleri... in



Sokaklar nefislerine, benliklerine, zevklerine pür kusur olsalar da kendilerine aşık insancıklarla dolu. Nefislerini o kadar mühimsiyorlar ki çevrelerine sırf bu yüzden son derece körler. Yanı başlarında ölüp gidenler, aç uyuyan köprü altındakiler, düşenler, savrulanlar, yıkılanlar hiç yokmuş gibi rahatça davranabiliyor ve serçe parmaklarına batan dikenle oyalanabiliyorlar. Bunu nasıl becerebildiklerini çözememekle beraber anlamak için çaba sarfetmekten vazgeçeli çok zaman oldu.
Ramazan rahmeti ve esenliğiyle çevremizi kuşatırken mazlumların çığlıkları umarım daha fazla duyulur hale gelir, aç ve susuzlukla denenen kulların kaplerindeki rikkat artıp ulaşabildiklerine elini uzatıp, erişemediklerine de duasını göndermekten çekinmezler ümid ederim. Zulüm altında inleyen başta Suriye ve Arakan'daki kardeşlerimiz olmak üzere dünyadaki tüm dindaşlarımızı dualarımızdan unutmamamızi rica ediyorum...

Zahide Başak

Zahide kardesimize cok teseekkur ediyorum. Boylesi acik, net ve bir kac cumleyle aklimdan gecenleri ozetledigi icin... Cunku o kadar doluyum ki, ben defalarca yazdim ve sildim icimden gecenleri...Sonunu getiremedim, bitiremedim yazimi... Muslumanim deyipte bir mu'min nasil bu kadar vurdum duymaz olabilir? Bu hepimiz icin gecerli..
Efendimiz (sav) bize boyle mi ogretti? Bir tarafimiz agrisa ya da icinden cikamadigimiz bir sikintimiz olsa dua isteriz onumuze gelenden degil mi?
Kardeslerim, peki Allah askina neden duymuyoruz ARAKAN' da diger yerlerde zulum goren, alcakca oldurulen musluman kardeslerimizin sesini?

Bazen diyorum ki kendi kendime iki cocugum var, sorumluluklarim, esim aile hayatim ben ne yapsam, ne yapabilirim ki onlar icin sonra bakiyorum yapabildigim sadece elimden geldigi kadar maddi yardim..(icime sinmeden). Ama mesele yalniz bu degil arkadaslar, analadim ki onlar icin en guzel yardim DUA DUA DUA...

''Mu'minin silahi duasidir'' buyurmus Kainatin Efendisi, Guzeller Guzeli, Basimin Taci...
Sizden benim de ricam Allah rizasi icin ekstra bir sey istemiyorum sadece musluman kardeslerimize bes vakit namazin ardindan dua edelim ama her gun edelim, her vakit namazinda dua edelim, bu bizim onlara karsi hem insani hem dini vazifemizdir...
Onlarin yerinde Allah korusun bizlerde olabilirdik... Olmayacagimiz ne malum degil mi? Dualarimiz ayni zaman da gelecege yaptigimiz en iyi yatirmdir..
Hakkinizi helal edin ben duygularimi cok yogun yasiyorum, bana demiyorum onlara dua edin ne olur gercekten cok zor durumdalar ...
'Ya Rabbi! Senin Kahhar ismine havale ediyorum muslumanlara eziyet ve iskence eden butun zalimleri.. Sen tecelli eyle kahreyle Ya Rabb! Oyle dertlerle dertlendir ki onlari baskalariyla ugrasacak halleri kalmasin.. Dunyanin her yerinde aci cekipte yurekten ALLAH ALLAH diye inleyen kardeslerimizin imdadina acilen yetis Ya Rabb!
Biz tum acziyetimizle Sana yalvariyoruz bu mubarek gun ve geceler hurmetine muslumanlara da Rahman ve Rahim ismi serifinle muamele eyle...
Kuluz, bicareyiz, zavalliyiz, gunahkariz, edepsiziz, Ya Rabb ama Sen kullarina cok aciyasin, affetmek icin bahane ararsin biliriz.. Ne olur Mevlam guc ve kudret sahibi ancak Sensin islam dusmanlarina firsat verme, muslumanlarin boynunu onlarin onunde egdirme... Sen Azizsin dinimizi de muslumanlari da aziz eyle...''amin
Sus yuregim artik, dur kalem yazma yeter ! :((

Görmeyen Gözler İşitmeyen Kulaklar...  

Posted by Tespih Taneleri... in




Boğaz tepelerinden birinde, geniş bir korunun içinde saray yavrusu bir köşk... Köşkün ikinci ve üçüncü katının pencere ve balkonlarından nefis bir manzara görünüyor. Hele teras hele teras... Oradan etrafı bir seyr etseniz hayranlığınızdan diliniz tutulur, nefesiniz kesilir...

 Firuze renkli Boğaz, gemiler, karşı sahildeki yalılar, korular... Evet çarpık yapılaşma ve rant yüzünden büyük tahribat olmuş ama Boğaziçi uzaktan yine güzel, yine muhteşem. Hele geceleri, karanlıklar çarpıklıkları ve çirkinlikleri örtünce biraz, şehrin, sokakların, evlerin ışıkları sihirli bir manzara oluşturuyor, insanı uzak hayal ufuklarına götürüyor.

Bütün bu güzellikleri görmek, görebilmek, hissedebilmek için sadece insan olmak yeterli değildir. Kültürü olan, estetik boyutu olan, gören, görebilen, algılayan bir insan olmak gerekir.
Her göz bakar ama her göz göremez.
Nitekim, bahs ettiğim şahane köşkün bodrumunun altındaki lağımda yaşayan yaşlı sıçanın bütün bu güzelliklerden hiçbir nasibi yoktur. O, üst katlara, balkonlara, pencere kenarlarına, terasa çıkarak oralardan zemini, âsümanı, denizi, koruları, yalıları, Boğaz'da süzülen gemileri, çığlıklar atarak havada süzülen martıları, büyük fıstık çamında yuva kurmuş kuzgunî kargayı, dutlar oluncaya kadar öten bülbülü, bahçedeki havuzu, köşedeki selsebili, insanın içini bayıltan kokular saçan manolyaları, köşke tırmanan yaseminleri, hanımellerini, hiçbir şeyi, hiçbir şeyi göremez, anlayamaz, idrak edemez.
Dünya güzelliklerle, harikalarla, akıllara durgunluk veren âyetlerle doludur ama bunları her göz göremez, idrak edemez, hissedemez.
Solucanların kendileri birer harikadır ama onların gözleri yoktur ve görmezler.
Lağım sıçanlarının güzellik temaşasından nasipleri yoktur.
Boğaz'ı, İstanbul'u, Suriçi tarihî bölgeyi, Kızıltoprak'tan Bostancı'ya kadar olan bölgeyi, eski köşkleri, eski yalıları, eski bahçeleri, eski evleri; rant hırsıyla tahrip eden, dünyanın en güzel, en füsunlu, şâirin bir taşına bütün Acem mülkünü değişmediği o sihirli şehri yıkıp yerine beton yığınları, ucube binalar, çarpık bir yapılaşma getiren; küçük sihirli bahçeleri kaldıran, her biri birer minyatür gibi yüze gülümseyen nar ağaçlarını kesen, o câzibedar şehrin yerine gürültülü, uğultulu, pis gazlarla dolu; soluk benizlilerin koşuşturup durduğu, evden işe, işten eve günde üç dört saatte gidilebildiği, ecdadının Türkçe mezar taşlarını bile okuyamayacak kadar câhil modern insanlarla dolu bir kentin mimarları, onların kültür ve zihniyetleri görmez, anlamaz, duymaz.

Onların gözleri vardır, görmezler.
Onların kulakları vardır, işitmezler.
Onların kalpler vardır, taş gibi katı.
Onların vicdanları nasır tutmuştur...
Eskiden bu şehirde güzel kokan güller varmış, şairler onlar için şiirler yazarmış.
Eskiden bu şehrin bahçelerinde bülbüller varmış. Onlar geceleri sabaha dek terennüm ettikçe hassas kalpli, gören gözlü, işiten kulaklı insanlar ağlarmış.
Eskiden bu şehirde kökler, konaklar, yalılar, Osmanlı evleri varmış. Onlarda beyefendiler, hanımefendiler, küçük beyler, küçük hanımlar yaşarmış.
Eskiden bu şehirde müezzinler minarelere çıkar gönülleri ihtizaza getiren, tüyleri ürperten, gözleri yaşartan lâhutî ve ruhanî ezanlar okurmuş.
Eskiden bu şehirde rical varmış; ulema, fukaha, meşayih varmış.
Günde bin kere efendim diyen kibar bir halk varmış.
Musiki, mimarî, hat, sanat, zarafet, mürüvvet varmış.
Komşuluk, insanlık, Müslümanlık varmış.
Boğaz'ın bir tepesindeki köşkün cihannümasından etrafı seyr eden gören gözler varmış.
Beşiktaş'ta Sinan Paşa Camii'nde okunan ezan Üsküdar'da Sultantepesi'nde duyulurmuş.
Kültürlü insanlar ezan sabâ makamından mı, rasttan mı okundu bilirlermiş.
Gözleri görenler, kulakları duyanlar bir kuşun şakımasından heyecanlanırmış.
Beylerbeyi iskelesine yanaşan vapurlar, yolcularını boşalttıktan sonra hep birkaç dakika geç kalırmış. Beylerbeyi halkı o kadar kibarmış ki, iskelenin vapura açılan kapısından "Efendim önce siz buyurunuz... Estağfirullah zat-ı âliniz buyurunuz..." diye mücamele yaptıklarından gecikirlermiş, kaptan da düdük çalarmış...
Eskiden de para varmış ama put değilmiş.
Paranın, malın, zenginliğin üzerinde değerler varmış.
Gören gözler varmış, işiten kulaklar varmış, güzellikleri seven, çirkinliklerden nefret eden kalpler varmış...
Beton yokmuş, asfalt yokmuş, koşuşturma yokmuş; bazı mevtaların ardından tarih düşürülürmüş, musiki varmış, sanayi-i nefise varmış, perşembeyi cumaya bağlayan gecelerde yüzlerce tekkede âyin ve zikrullah yapılırmış.
Elbette kötülükler, çirkinlikler de varmış ama güzellikler kefesi ağır basarmış.
Bilmem bütün bu anlattıklarımdan, Boğaz tepesindeki o şahane köşkün lağımında yaşayan salhurde lağım sıçanının haberi olacak mı?

Mehmet Şevket Eygi

Topkapı Hazinesi, Neredeyse Amerikalılara Veriliyormuş..  

Posted by Tespih Taneleri... in


Sadece Osmanlı arşivleri, kıymetli evraklar dış devletlere verilmemiş.

Neredeyse, Osmanlı hazinesini de kaybediyormuşuz.

Geçmişin hazinesinden kurtulmak için de çok çaba vermişiz.

Köprü dergisinin Kasım 1982 sayısında, İbrahim Hakkı Konyalı ile "Tarih yağmacılığı ile asırlık mücadele" başlığı ile yapılan bir röportajdan konuyu öğreniyoruz.'

"Topkapı Sarayı'ndaki mücevherler ve kıymetli eserlerin Amerika'ya rehin olarak verilmesinden sizin teşebbüsleriniz neticesinde vazgeçilmişti, bize bu konuda malumat verir misiniz?" diye soran muhabire İbrahim Hakkı Konyalı'nın verdiği cevap ilginç:

"Evet, bir vakitler Topkapı Sarayındaki bütün mücevheratın, kıymetli tarihi yadigârların -ki bunların arasında Kaşıkçı Elması, Şeb-i Çırağı ve başka elmaslar, askılar bulunuyordu- memleketin imar ve inşası için Amerika'ya rehin verilmesi kararlaştırılmıştı.

Avrupa'dan üç eski eser mütehassısı çağrılarak bu mücevherlerin değerleri tespit edilmek istendi. Topkapı Sarayı'ndaki 2 kilo ağırlığa sahip zümrüt için mütehassıslardan biri 'Bunu dünya serveti satın alamaz', diğeri de 'Bunu parçalayıp ayrı ayrı satmak lazım' diyordu. Bu eserlerin tarihi ve manevi değerlerini hiç nazara almaksızın üzerlerindeki mücevherleri değerlendiriyorlardı.

Mesela Şah İsmail'in tahtına üzerindeki elmas, zümrüt ve yakutların maddi değeri ölçülerek kıymet biçiliyordu. Rehin işi kat'ileşmişti. Rehinleri bir Harp gemisi Amerika'ya götürecekti. Ben, bir gün önceden Son Posta gazetesinde şu mealde bir yazı yazdım:

 'Topkapı Sarayı'ndaki bütün mücevherat ve tarihi değeri haiz kıymetli eserler bir devlete rehin edilmiş olup bir harp gemisiyle yola çıkarılacaktır. Bir düşman devlet bunu öğrenmiş, denizaltı ile bu gemiyi batıracakmış.'

Yazdığım şey hakikat olduğu için ne benden, ne de gazeteden bu haberi nereden aldığımı sormadılar. Eserlerin zırhlı ile Amerika'ya gönderilmesinden vazgeçildi. 'Bunları size burada rehnedelim' şeklinde bir teklifte bulunduk, ama Amerikalılar bu teklifi reddettiler ve sözleşme iptal edildi".


Böylece Osmanlı hazinesinden kurtulma macerası direkten döner. Ne ki hazine kadar değerli tarihi vesikalar hamur haline getirilmiş ya da yok pahaya dışarı satılmış. Abdülhamit zamanında sadece Yıldız'daki evrakın sayısı 1 milyon civarındadır.

Bu konuda İbrahim Hakkı yine çok dertlidir:


 "Bir ara Ayasofya'nın üst kat mahfillerinde bazı tarihi evrakın tasnifine başlanmıştı. O sıralarda Almanya İmparatoru'nun İstanbul'a geleceği ve Ayasofya'yı gezeceği için bu vesikalar, küreklerle, moloz gibi, papaz odalarına ve merdiven başlarına atılmıştı...

 Geçen zaman zarfında bütün evraklar yağmur sızıntılarından ve güvercin pisliklerinden perişan olmuştu. Hazine-i Evrak'ta, dedelerimizin fethettiği Balkanlar ve Avrupa ülkeleri ile ilgili vesikalar bulunduğunu öğrenen bir Bulgar albayı, Cumhuriyet'ten sonra İstanbul'a gelmiş ve maddi menfaatler karşılığında temin ettiği bazı adamların yardımıyla en mühim evrakların bulunduğu Maliye Hazine-i Evrakı'na girmeye muvaffak olmuştu.
 Bu adam, Hazine-i Evrak'taki vesikaları 'Yıpranmış, işe yaramaz evrak' diye rapor ettirerek satın almış...

 Vesikaların yurt dışına çıkarılması şartını da mukavelenameye koydurmuş. Evrakların 1931 Haziran'ında kuru ot ve paçavra fiyatına satılarak, ot balyaları gibi çemberlenmiş halde vagonlara gönderilişine şahit oldum.

Orhan Gazi devrine kadar çıkan tarihi vesikalarımızı okkası 3 kuruş 10 paraya Bulgarlara satan bu çeteyi yakalattım... Fakat bir aftan istifade ettiler, cezadan kurtuldular.

 Mezkûr tarihi evrakımız Alman, İtalyan ve Bulgar mütehassıslar tarafından Bulgaristan'da yıllar süren çalışmalar sonunda tasnif edilmiş, bunların bir kısmı Vatikan Müzesi'ne, bir kısmı da Alman Ziraat Müzesi'ne satılmış, kalanlar ile de Sofya'da zengin bir arşiv kurulmuştur.

 Vesikalarla ilgili olarak iki ciltlik bir kılavuz da neşredilmiştir. Bugün dörtbaşı mamur bir Osmanlı Tarihi yazmak isteyenlerin Sofya'ya gitmeden bunu yapamayacakları muhakkaktır. ...300 ton vesikanın İzmit Kâğıt Fabrikası'na gönderilip hamur haline getirildiğini işittim.

Askeri Müze'nin de çok zengin arşivi vardı. Müzenin önüne yanaşmış kamyonlara doldurulmak üzere vesikaların çuvallara tıkıldığını gözlerimle gördüm. Vesikalar hamur oldu, mesuller de yaptıkları ile kaldılar".

Bir medeniyete savaş açanlar ne yazık ki kendi evlatları.

Ancak lağım farelerinin yapacağı pis bir düşmanlıkla onca eser heba edilmiş.

Yazıklar olsun.

Mine Alpay Gün

Insan okuyunca kani donar ya hu! Nasil seyirci kalinmis bu kadar tahribata, bu kadar (bence) zorbaliga anlamak mumkun degil..:(( Tarihi dokusudur bir ulkenin en buyuk zenginligi.. Gecmisidir anli sanli... Rabbim dost gorunen dusmanlardan muhafaza eylesin, firsat vermesin insallah..:((

İFTAR ANINDA TÜM GÜNAHLARI SİLDİREN DUA  

Posted by Tespih Taneleri... in





 Enes (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

 Herhangi bir müslüman oruç tutar da, iftar anında:

 "Yâ Azîm! Yâ Azîm! Ente ilahî lâ ilahe gayrukeğfirli'z-zenbe'l-azîm fe innehu lâ yeğfiru'z-zenbe'l-azîm illel azîm"

 (Ey büyük Allah! Ey büyük Allah! Benim ilahım ancak Sensin. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Benim için büyük günahlarımı bağışla, zira şu muhakkak ki büyük günahı Senin gibi Büyükten başkası mağfiret edemez) derse, mutlaka annesinin, kendisini doğurduğu gündeki gibi günahlarından sıyrılır.

 Bunu çocuklarınıza öğretin, zira muhakkak bu, Allah-u Te'ala'nın ve Rasulü'nün sevdiği bir kelimedir.

 Allah-u Te'ala bununla (dua edenin) dünya ve ahiret işlerini yoluna koyar."

 (İbni Asakir, Tarih-u Medinet-i Dimeşk, No:6761, 54/238; Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, No:24400, 8/614; Ali el-Üchûrî, Fedâil-ü şehr-i ramazan, sh:128)

Hayirli Ramazan'lar Efendimiz(sav)'in Dualari ile...  

Posted by Tespih Taneleri... in



Ramazan-i Serifiniz mubarek olsun...

Bu senede bizi Ramazan'a ulastiran Rabb'imize sonsuz hamd ve senalar olsun... Degisik sikintilarla, farkli imtihanlarla belki dolu belki bos bir sene daha gecirdik.. Mutluluktan agladigimiz da oldu, uzuntuden de... Netice de ulastik yine bir Ramazan-i serife...

Her gununde ayri ayri rahmet yagan bu kiymetli gunleri Allah(cc)'in razi olacagi sekilde gecirmek cumlemize nasip olur insallah... Sizlerden kucuk bir istirhamim var arkadaslar, cocuklariniza lutfen Ramazan'i, neden oruc tutmamiz gerektigini anlatalim, yarim gunde olsa oruc tutturup mutlaka iftarlarda da odullendirelim... Onlari Peygamber Efendimiz(sav) dualariyla dua etmeye tesvik edelim ben sizinle bir kac tanesini paylasacagim.. Ayni zaman da sunnetlerini anlatan yas gruplarina gore etkinlikli kitaplar alalim...

Size http://www.inciminci.com/?p=4041 bu sayfadaki kitap serisini mutlaka tavsiye ederim.. Etkinlikli bir sekilde hadis-i serifler anlatiliyor, benim cocuklarim artik ezberlediler diyebilirim... Inanin oruc tutmaya 'ne gerek var' acisindan bakan ergen bir genclik yetisiyor, Allah muhafaza etsin... Ne olur televizyonlarin, internetlerin, modern cevrenin cocuklarimizi etkisi altina alip ahiretlerini mahfetmelerini istemiyorsak onlari cok iyi yetistirmemiz lazim... Ben bu duruma cok uzuluyorum, elimden geldigi kadar anlatmaya da calisiyorum fakat bu hepimizin gorevidir degil mi?
Anne babalarin en onemli vazifeleridir cocuklara dinlerini ogretmek...

Mugîre bin Şu’be’den rivayet olunduğuna göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in dualarından biri de şu idi:

“Başka bir ilâh yok, ancak Allah var. O’nun şerîki yoktur. Mülk O’nundur, hamd de O’nundur. O her şe­ye kaadirdir. Allah’ım, Senin verdiğine engel olacak da yoktur, vermediğini verecek de yoktur. Ve servet sahi­bi olanlara servetleri sana karşı bir menfaat veremez. Ya­ni servetine güvenerek sana âsî olanları o servetleri kurtaramaz.”

Abdullah bin Abbas -radıyallahu anhüma-dan ri­vâyete göre Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e bazı kimseler gelip:

-İnsanlar; yâni Ebû Süfyân ve arkadaşları sizin­le muharebe etmek için adam ve silâh toplamışlar, hazırlık yapmışlar. Onlara mukabele edecek dere­cede kudretiniz yoktur. Onlardan sakınınız diye kor­kutmak istediklerinde, bu söz mü’minlerin yakîn îmânlarını ve cesaretlerini artırıp, Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Allah bize kâfidir, o ne güzel vekîldir!”buyurdu. Mü’minler de böyle söylediler.”

Enes bin Mâlik -radıyallahu anh-dan rivâyete gö­re: Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in çok kere duâsı:

“Ey Rabbimiz, bize dünyâda da iyilik, güzellik ver, âhirette de iyilik, güzellik ver. Bizi ateş azâbından koru” meâlindeki duâ idi.

Ebû Musâ el-Eş’ârîden rivâyete göre Resûl-i Ek­rem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:

“Yâ Rabb, benim hatâlarımı, bilmeden yapdıklarımı, işimde aşırı gitmemi, ve Senin benden çok iyi bildiğin hallerimi mağfiret eyle. Allah’ım, benim latifeleşmelerimi, ciddiyet hallerimi, hatâen ve kasden yaptıklarımı ve bende olan her şeyimi mağfiret eyle!”

Sevmek istiyorsaniz sevin...  

Posted by Tespih Taneleri... in



Bazı insanlar vardır, sürekli sevilmediklerinden ve sevgiye lâyık olamadıklarından yakınırlar. İnsanların yoksulluktan, eve ekmek parası götürememekten yakındığı bir dünyada sevgi açlığını açıkça itiraf eden bu insanlar ilk etapta sizde bir şaşkınlık uyandırabilir. Çünkü bizler kapalı bir toplumda büyüdük ve ihtiyaçlarımızı başkalarının bilmesini pek istemeyiz.

 Açlığımızı, sevgisizliğimizi, muhtaçlığımızı insanlardan gizleriz. Sevilme ihtiyacımız vardır ve bunu çocuklarımızla, eşimizle, yakınlarımızla, dostlarımızla ilişkilerimizden sağlamaya çalışırız ama yinede belli etmeyiz.

Yaşamın temelinde sevme ve sevilme ihtiyacı vardır. İlk sevgi nesnemiz de annemizdir. Hazreti Peygamber, müminin mümini sevmesinin bir sorumluluk olduğunu haber verir ve ilişkilerimizi sevgi ekseninde kurmamızı tavsiye eder. Mevlana ise, "Sevgide güneş gibi ol, başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol" der ve sevginin yelpazesine vurgu yapar.

Aile temel gereksinimlerimizin karşılandığı sıcak bir yuvadır. İnsan olarak sevgi, değerlilik duygusu, korunma... gibi temel ihtiyaçlarımızın ilk karşılandığı ortam da burasıdır. Aile ortamında kişi sevgi gereksinimini tam olarak karşılayamamışsa, bu açlığı her zaman hisseder ve arayışlarını sürdürür.

Bazı insanların da, bu konuyu kronik bir saplantıya dönüştürdüklerini görürsünüz. Onlar, "Sevilmedim, kimse beni sevmedi" diyerek adeta sevgi dilenir hale gelmişlerdir.

Şunu bilmek gerekir, eğer bir şeyi almaya ihtiyaçlıysanız önce vermelisiniz. Yani siz insanları Allah için sevdiğinizde bu kişilerden size geri dönüşüm olacaktır.
 Bununla beraber,  durumunuzu otokritik edip seven insanların farkına varmalısınız. Eğer yüz tane seveniniz on tane sevmeyeniniz varsa bilin ki siz sevilen birisiniz.
Çünkü hayatta hiçbir şey sabit formüllerle kaim değildir. Yani bütün insanların sizi sevmesi mümkün olamaz. Ama insanımız, çoğu zaman birkaç kişiyi örnek göstererek sevilmediklerini ve sevilmeye değer olmadıklarına inanırlar.
Bu onların sevgi bakımından daha da yoksullaşmalarına neden olur.

1-Sevenleriniz sevgisini gösteremiyorsa onları suçlamayın.

2-Sevilmek istiyorsanız önce siz sevin ve sevenlerin kıymetini bilin.

Birkaç kişiyi örnek vererek, hayatınızın bütününü görmezden gelmeyin.


Fatma Tuncer

Zalim Olma... Net ol...  

Posted by Tespih Taneleri... in




Bahaneler dünyasının bir bahanesi, her işe, her şeye bir bahane bulmaktır. Şüphecilik bazen işe yarayabilir. İnsan hep başkalarından şüphe edeceğine biraz da kendinden şüphe edebilmelidir. Gayrın, afakın noksanlıklarından, kopukluklarından ve dağınıklıklarından şüphe ile şikâyet eden bir nefis kendisine de ara sırada bakıp şüphe edebilmelidir.
   
Acz, fakr, kusur ve zayıflıkla yoğrulmuş bu insan fıtratına şüphe ile nazar etmek illaki neticenin noksan olması demek değildir. Bu şüpheli nazar eğer mükemmel bir tavır ve ameller zincirine muhatap olabilmişse ne âlâ, onu daha mükemmel ameller ve tavırlar bekliyor demektir…


Duâ ve tebrikten başka ne söylenebilir ki.  Ama eğer şüpheler bizi noksanlıkların, eksikliklerin eşiğinde gezdiriyorsa elbette ki insan kendisine çekidüzen vermeli, tam ve mükemmeli yakalamaya çalışmalıdır.

Her zaman yaptığımız gibi devamlı olarak gözlerimizi, aklımızı başkalarının hal ve harekâtında gezdirmekten vazgeçerek kendi hal ve harekâtımızı kontrol altında tutabilmeliyiz.
(Bunu bir yapabilsek zaten nerdee)

Özellikle de günümüzün sari hastalıklarına rahatlıkla fetva verenlerin rahatlığında hayatlarımızı, iki dünyadaki hayatlarımızı karartmamalıyız. Belki nurlandırmak ve aydınlatabilmeliyiz. Bu ise tahkik ister, enine boyuna hesap kitap yapmak ister.

Okumadan, anlamadan, anlatma ve tatbikat olamaz. Sari hastalık olanlarda;
“Köprüyü geçene kadar başörtüsünü aç fetvası! Müslüman her şeyin en iyisine layıktır” cümlelerinin ters anlatımıyla herşeyde israf ve iktisatsızlık almış başını gidiyor. Bu gidişat özellikle ve evvel emirde fetva verenleri ve Kur’ân’a, sünnete rağmen fetvalarla hareket edenleri vurur ve iki dünyalarını da mahveder…
(Allah muhafaza etsin..)

Net olacaksın. Dünya menfaatleriyle yamulmayacaksın. Hasbelkader, ihsan-ı İlâhî ile bir müsîbete belâya düçâr kalmış isen bunun şikâyeti ile ortalığı velveleye vererek hikmet-i İlâhiyeyi ve ikazat-ı İlâhiyeyi inkâr ederek sorgulamayacaksın.

Sabırlı ve itidalli ol!

Selâmete kavuş…“Onda var, bende yok, bende de olsun, ama nasıl olursa olsun.” Ancak Yahudinin bir oyunundan hisse alan, nefsanî bir tuzaktan başka bir şey değildir.
Herkes bir ayrıcalığın, farklılığın peşinden koşuyorsa bizde koşalım. Ama Kur’ân’ın terbiyesinde, İslâmiyetin emirleri dairesindeki edepli, iktisatlı, bereketli ve faideli farklılıkların, ayrıcalıkların peşinden koşalım.

Herkes bizim farkımıza varsın diye illaki hayatın uçurumlarından atlamak gerekmiyor!..
Bize en çok lâzım olan Kur’ân’a, İslâmiyete, sadakat, bağlılık ve sebattır, devamlılık ve faide elde edebilmektir. Unutmayalım, anlayarak ve öğrenmek kastıyla okumayan adam sadece cahil kalmaz, aynı zamanda da hem nefsine, hem de başkalarına zulmeder, zalim olur.
(Rabbim herkese dogru itikat, ve boyle bir suur nasip etsin insaallah.. Ben sahsen muslumanim deyipte hic bir alakasi olmayan insanlari gorunce cok uzuluyorum. Allah onlara da bizlere de hidayet etsin bu mubarek gun ve geceler hurmetine...)

Rifat OKYAY

Minik Bir Tebessüm  

Posted by Tespih Taneleri... in




Dursun yakınmış:

-Ula Temel artuk yaşlanduk. Ayaklarum, kollarum, başum anlayacağun her tarafum ağriyi. Bu yaşluluk ne cötü pişeydur. Eee sen nasisun pakalum?..

Temel memnun:

-Eyiyum eyiyum. Anamdan doğduğum ilk günki gibiyum. Paşımda saçum yok, ağzumda dişum yok, altuma yapayrum haberim yok...


Kıssadan hisse: Her şey bir gün aslına döner pisliğinizi temizlemek başkalarına düşer!.. Allah elden ayaktan dusurmesin insaallah...

Ölüme Bakan Açılar  

Posted by Tespih Taneleri... in



Birine sordum ki ölümün aslı nedir
Dedi ki sevmemektir, içmemektir
Ne zaman ki elimdeki kadeh düşüp kırılır
Bil ki vakit gurup, yaklaşan ölüm demektir

Yorgun bir işçiye sordum aynı soruyu
Yüzüme tuhaf tuhaf bakıp durdu
Sanki dili bağlanmış da yüz mimikleriyle
Benim için ölüm, işsizlik diyordu

Bir askere sordum aynı soruyu
Dedi ki çirkini, korkulara yenilmektir
Ölümün güzeliyse cihad yaparken şehit olmak
Ne götüreceğini yaşarken bilmektir

Hiç ağlamamış bir hakime sordum bu soruyu
Titredi deri değiştiren bir yılan gibi
Belli ki ölümü hiç aklına getirmemiş;
Herhalde iktidardan düşmek dedi.

Az gözlü bir bezirgâna sordum bu soruyu
Bir servetine baktı, bir de dağlara
Ne fırtınalar atlatmıştı bugüne dek
Ölüm, bir iflastı kapkara

Şanlı bir güzele sordum aynı soruyu
Işıklı kanatları aniden buruşuverdi
İlk kez sıkışıyordu zaman aralığında
Ölüm, yaşlanmak dedi ve ıslandı kirpikleri

Umutsuz bir hastaya sordum aynı soruyu
Doktoruna baktı, baktı ve daldı
Doktorsa bir kalbin durmasıdır ölüm dedi
Ve ıslıkla ağır bir melodi çaldı

Bir katı inkârcıya sordum aynı soruyu
Dedi ki ruhlardan maddenin intikam almasıdır
Her şey, doğumla başlar, ölümle biter
İnancım, Darvin'le muasır

Bir inanmışa sordum bu soruyu
Dedi ki, ölüm bir geçittir gerçek sılaya
Yeter ki azığın has, binitin yürük olsun
Tevhid bayrağıyla yürü ukbâya

Bir ressama sordum aynı soruyu
Danseden parmakları kasılıp kaldı
Dedi ki, anatomiden ötesini göremiyorum
Belki de ölüm, bir çılgın tablonun adı

Yüreği sit bir çobana sordum aynı soruyu
Dedi ki, ben şu sürüyü güden çobanım
Sürü de, bu can da emanet bana
Ver derse veririm Sultanım

Bir âşıka sordum aynı soruyu
Dumansız yanıp işleyen bir aşk erine
Dedi ki ölüm, bir vuslat uykusudur
Perdeyi aralayan gözlerine

Ve kendime sordum bu soruyu
Bedenim bir koza, ruhum bir beyaz kelebektir
Bildim ki dünyada sevdiklerini dünyada bırakıp
Ölüm, soyunarak Hakk'a yürümektir

Bahaeddin Karakoç

Hayatin ''EN''ine Yolculuk...  

Posted by Tespih Taneleri... in

Gün Batımı ve tren yolu


Yol, yolcuyu yola getirir; yönsüzlüğü yıkar, boşluğu doldurur, tenakuzları kırar, zikzakları izale eder. Akışkanlığı ile temizler, hareketi ile hayatiyet kazandırır, değişimi ile gençleştirir, uzaklarda kendine yakınlık hissi verir.

Durağanlığın kasvetini, yeknesaklığın kokuşmuşluğunu, sabitliğin sıradanlığını giderir; zihne zindelik, kalbe genişlik, ruha hiffet hissi verir yol.

Yol; akmaktır, arınmaktır, fazlalıkları atmaktır. Yol yardır, yol yarendir, yol yakınlıktır; gurbet içre gurbet soluma yakınlığıdır.

Seyir ettirir, temaşa ettirir, güzellikler bezer, çirkinlikleri def ettirir, sıhhate eriştirir, şifaya ulaştırır, devaya yaklaştırır yol ve yolculuk.

Zahiri yolculuğu batinî ile buluşturmak muhit bir daire çizer; kalbin etrafında, aklın çevresinde, lâtifelerin çerçevesinde…

Sülûk ettirir hikmete doğru, hakikate doğru, imana doğru, yakîne doğru, sekineye doğru.

Üç ayların ortasından geçiyoruz; üç aylar ortamızdan geçiyor. Nefsin uçlarını, heveslerin hızını, şeytanın vesveselerini kırmanın en kısa yolu üç aylar.

Üç basamaklı, üç katlı, üç katmanlı, üç adımlı yolculuk… Üç adımlık yol; bütün bir ömrü kucaklayan, bütün bir ömrü kuşatan, bin ay netice veren bir yol.

Zihinde birikmiş şüphe tümörlerini, kalbe karışmış vesvese kirlerini, dimağa dadanmış zan kireçlenmesini izale edecek, defedecek, tedavi edecek, temizleyecek, yerini nur ve hikmetle dolduracak; nur ve hikmeti hale, hayata, ahvale, akvale yansıtacak bir yolculuğu bırakıp oyun ve oyuncaklara, hikmetsiz lâflara, geveze malûmata, içi boş işlere dalmak; yolda kalmak, yerde esir olmak, yarandan ayrı kalmak değil de nedir?

Hayatın “en”ini bulmak için çıkmayan, o “en” için boydan boya asılmayı göze almayan yola ve yolculuğa çıkabilir mi?


Hüseyin EREN

Biz hayatin en'ini bulmaya talibiz Ya Rabb! Sen yollarimizi acik eyle... amin

NAMAZIM ( Hep Bildigimizi Sey Degil mi? )  

Posted by Tespih Taneleri... in



Evet hep bildigimiz seyler belki simdi okuyacaklariniz ama hepte yaptigimiz seyler arkadaslar... Bu misafirhaneye gelis amacimizi unutmadan yasayabilmek, olcuyu daima olmasi gereken yerde tutmak lazim gelmez mi? Hep bir sebep vardir degil mi? Ne olursa olsun sunu Allah rizasi icin unutmayalim ki ;
Efendimiz, Kainatin serveri, cumle alemin sebebine yaratildigi, Allah(cc) habibim dedigi, basimizin taci, ahiretteki insallah kurtulus vesilemiz, biricik Peygamberimiz savaslar da cephede dahi namazini geciktirmemistir... Sizce bizim sebeplerimiz ya da mazeretlerimiz ne kadar gecerli olacak? Bu oncelik meselesidir arkadaslar... Mubarek gun ve gecelerde sizi bu konuda daha bir hassas davranmaya nacizane davet ediyorum...
Rabb'im cumlemize husu icinde, kabule sayan namazlar kilmayi nasip etsin..amin..

Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında:

— Oğlum, namaz hiç bu vakte bırakılır mı?

Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmıştı, ama ezan okunduğu vakit yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı.

Kendisi ise, nefsini bir türlü yenemiyordu. Hep ‘ne oluyorsa?’ namaz son dakikalara kalıyor, bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına onbeş dakika kalmıştı. Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak, “Yine geciktirdim namazı,” dedi kendi kendine...
.
Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendini odasına attı. Mecburen, hızlı hareketlerle namazını edâ etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi.... “Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine bana.” dedi.
Çok seviyordu onu...

Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki, hicâbından renkten renge girerdi.

O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde... Duasını yaparken, başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekilde tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu. “Ne kadar da yorulmuşum.” dedi. Daldı gitti öylece...
Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; kimi sağa sola koşturuyor, kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında bekliyordu.

Yüreği, yerinden fırlayacak gibi atıyor, adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyor, soğuk soğuk terler döküyordu. Hayattayken kıyamet, sorgu sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama mahşer meydanındaki ürperti, korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti.

Hesap ve sorgu devam ediyordu. Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı. “Benim ismimi mi okudunuz?”, dedi, dudakları titreyerek....
Kalabalık birden yarılmış, bir yol oluşmuştu önünde... İki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü.
 Merkezi bir yere gelmişlerdi. Melekler her iki yanından uzaklaştılar.
Başı önündeydi. Bütün hayatı, bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden....

“Şükürler olsun.” dedi, kendi kendine ve devam etti; “Gözlerimi dünyaya açtım, hep hizmet eden insanları gördüm. Babam sohbetlerden sohbetlere koşturuyor, malını İslâm yolunda harcıyordu. Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor, yemek sofralarının biri kalkıp, bir yenisi kuruluyordu. Ben ise, hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah’ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim.
Haramlardan kaçındım.”

Kirpiklerinden aşağıya gözyaşları dökülürken, “Rabbimi seviyorum, en azından sevdiğimi zannediyorum.” diyordu. Ama bir yandan da “O’nun için ne yapsam az, Cennet’i kazanmama yetmez.” diye düşünüyordu. Tek sığınağı Allah’ın rahmetiydi.

Hesap sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk terliyor; sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu. Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu.

Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli melekler ellerinde bir kâğıt, mahşer meydanındaki kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak kesilmişti.

Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Kulakları yanlış mı duyuyordu? İsmi Cehennemlikler listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten donakalmıştı.
“Olamaaaaz.” diye bağırdı. Sağa-sola koşturdu. İnanamıyordu.

“Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep Rabbimi anlattım.” diyordu. Gözleri sağanak olmuş, titrek vücudunu ıslatıyordu. Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehenneme doğru yürümeye başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım eden çıkmayacak mıydı?

Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla karışık döküldü.
“Hizmetlerim... Oruçlarım…Okuduğum Kur’ân‘lar... Namazım... Hiçbiri beni kurtarmayacak mı?” , diyordu...

Bağıra bağıra yalvarıyordu. Cehennem melekleri onu hiç dinlemediler, sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı.

Resûlullah, “Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler, günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle temizler.” buyuruyordu. “Oysa ki benim namazlarım da mı beni kurtarmayacak?” diye düşünüyordu.

“Namazlarım... Namazlarım... Namazlarım.” diye diye hıçkırdı. Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler. Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı, Artık gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu.

Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birdenbire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu.

Tam bir iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu. Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. Kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı. “Siz de kimsiniz?” dedi.
İhtiyar gülümsedi:

“Ben senin namazlarınım.”

“Neden bu kadar geç kaldınız? Son anda yetiştiniz. Neredeyse düşüyordum.” dedi... İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; başını salladı;

“Sen beni hep son anda yetiştirirdin, hatırladın mı?..”

Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan-ter içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı. Yatsı ezanı okunuyordu. Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu...


Insan yeter ki namazini kilmak istesin, yeryuzunun her yeri mescittir...

Bayezid-i Bistami ve Rahip (cok guzel)  

Posted by Tespih Taneleri... in




Bayezid-i Bistami ve Rahip
Bayezid-i Bistami kırk beş kere hacca gitmişti. Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona; "Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce defâ hatmetme bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu üzdü. Derhâl toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa;
-Kim benim kırk beş defâ yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır? diye sordu.
Bir adam başını kaldırıp;
-Ben alırım, dedi ve ekmeği uzattı.
Bayezid-i Bistami aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Sonra işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına doğru yola çıktı. Günlerce gittikten sonra bir râhip ile karşılaştı. Râhib, Bayezid-i Bistami'nin elini tutup, evine misâfir götürdü. Evinde ona bir oda verdi. Bayezid-i Bistami kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini Allahü teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne koyardı. Bu hal bir ay devâm etti. Bayezid-i Bistami daha sonra nefsine dönerek;
-Ey nefis! Seni kırmak istiyorum, fakat Sen o kadar kötüsün ki kırılmıyorsun, dediği sırada râhip içeri girdi ve;
-İsmin nedir?" diye sordu.
O da;
-Bâyezîd! cevâbını verdi.
Râhip;
-Ne güzel adamsın. Keşke Mesîh'in kulu olmuş olsaydın!" deyince, bu sözler Bayezid-i Bistami'ye ağır geldi ve evi terketmek isterken râhip;
-Bizim burada kırk günü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni çok arzu ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ konuşur. Onu dinlemeni istiyorum,deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gün kalmaya
râzı oldu.
Kırkıncı gün geldiğinde râhib odaya girerek;
-Buyurun dışarı çıkalım, bayram günümüz geldi, dedi.
Bayezid-i Bistami dışarı çıkmak için hazırlandı. Fakat râhib ona;
-Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar râhibin arasına gireceksiniz? Bu yüzden üzerindeki elbiseyi çıkarıp, şu râhip elbiselerini giy ve boynuna İncil'i as! dedi.
Bu teklif ona çok ağır gelmesine rağmen, bunda da bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği giysileri giydi. Râhiplerin arasına katıldı. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerledikten sonra râhiplerin en büyüğü geldi. Fakat konuşmuyordu. Niçin konuşmadığı sorulduğunda;
-Nasıl konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var! diye cevap verdi.
Halk ve râhipler galeyâna gelerek;
-Onu göster parçalayalım." diye bağrıştılar.
Başrâhip;
- Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak ona dokunmayacağınıza söz verirseniz, onu size tanıtabilirim, dedi.
Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler.
Başrâhip;
-Allah için ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster, diye seslenince, Bayezid-i Bistami ayağa kalktı.
Baş râhip;
-Adın ne? diye sordu.
-Bâyezîd! cevâbını verdi.
-Tahsil gördün mü? diye sorunca;
-Rabbim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum, dedi.
Bunun üzerine râhip;
-O hâlde bana şu hususları cevaplandır:

 İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?

Bayezid-i Bistami baş râhibe;

-Beni iyi dinle! İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allahü teâlâdır.
Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür.
 Dördüncüsü olmayan üç, üç talâktır (boşamadır).
Beşincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr, İncîl ve Kur'ân-ı kerîmdir.
Altıncısı olmayan  beş, beş vakit namazdır.
Yedincisi olmayan altı göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür.
Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür.
Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş'ı taşıyacak sekiz melektir.
Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik müddetidir.
On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl çobanlık etmesidir.
On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir.
On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır." dedi.

Râhip tebessüm ederek;
-Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver,dedi.
Bayezid-i Bistami;

- Îsâ peygamber havadan yaratıldı, havada muhâfaza edildi. Âd kavmi hava ile helâk edildi, diye cevap verdi.
Râhip;
- Doğru söyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helâk oldu?" diye sordu.
O da;
-İblîs ateşten yaratıldı. İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu. Ebû Cehil ateş ile helâk oldu, dedi.
Râhip tekrâr;
-Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu? dedi.
Bayezid-i Bistami;
-Sâlih peygamberin devesi taştan yaratıldı. Eshâb-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile helâk edildi, cevâbını verdi.
Râhip;
- Doğru söyledin. Âlimler, Cennet'te dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş, diyorlar. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır? diye sordu.
-Evet vardır. İnsanın başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yağı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlıdır, cevâbını verdi.
Râhip yine;
-Doğru söyledin. Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır? diye sorunca;
Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur, cevâbını verdi.
Râhip;
- Doğru söyledin. Cennet'te Tûbâ ağacı vardır. Cennet'te hiç bir saray, hiç bir köşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
-Evet vardır. Güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir? cevâbını verdi.

Râhip;
-Doğru söyledin. Şimdi şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakmaktadır. Bu ağaç nedir?" deyince:
-Ağaç bir yılı temsil eder. On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beş çiçek de, beş vakit namazı temsil eder, cevâbını verdi.
Son olarak râhip şöyle sordu:
-Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmiş, tavâf yapmış ve o makâmlarda bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vâcibdir?"
Bayezid-i Bistami;

-Nûh peygamberin gemisidir." dedikten sonra, râhibe; "Ey râhip! Birçok sorular sordun. Biz onları cevaplandırmaya çalıştık. Müsâde ederseniz benim de sorularım var. Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım. O da şudur:
Cennet'in anahtarı nerededir? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?
Râhip sustu ve cevap vermekten kaçındı. Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve;
-Ey büyüğümüz mağlup mu oluyorsun? dediler.
O da;
-Hayır mağlûb olmak istemiyorum, deyince;
-Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun, dediklerinde;
-Şâyet cevap verirsem benim cevabıma katılır mısınız? dedi.
Bunun üzerine hepsi birden söz verdiler.
Râhip;
-Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet'in anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı olan ibâre;
 "Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullahdır."
 deyip müslüman oldu. Diğer râhipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehâdeti getirip müslüman oldular. Bayezid-i Bistami de onların yanında bir süre kalıp İslâmiyeti öğretti. Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlasildi.

Ateş Seni Çağırıyor...  

Posted by Tespih Taneleri... in



Gece, İstanbul'un Anadolu yakasından Avrupa yakasına baktığınızda yüzlerce binanın, gökdelenlerin, eğlence merkezlerinin ışıklarını görürsünüz.  Rengârenk neon ışıkları, laserler, boğazı, gökyüzünü ve hatta Anadolu kıyısını bile aydınlatır. Bir mümin kardeşimin aynı görüntü üzerine tefekkürünü hatırlıyorum.

O ışıl ışıl görüntünün, insanları nasıl etkilediğini, tüm çekiciliğiyle davet ettiğini, o görüntüyü sabaha kadar izlemek mümkünken, sadece namaz kılmak amacına hizmet eden yerler olarak görüldüğü içindir ki camilerin kapılarının kilitlendiğini, karanlığa terkedildiğini söylemişti. Camiler Allah'ın eviydi oysa. Belki bir ihtiyaç sahibi içeriye girecek, başını sokacak bir yer bulmanın sevincini tadacak, belki de bu vesileyle o kişi iman edecekti.

Karşı tarafın gözleri kamaştıran görüntüsünü izliyorum. Birçok gencin orada olma hevesiyle imrenerek baktığı o ışıklar,Said Nursi'nın sözlerini hatırıma getiriyor; "Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum."

Şimdi karşı taraf yangın yeri gibi görünüyor gözüme. Özellikle gençleri Allah'tan uzaklaştıran, dünyaya yönlendiren, dünyanın süslerine âdeta madde bağımlısı gibi bağlayan her ne varsa içine alan, gençleri yutan alev alev bir yangın yeri.

Said Nursi’nın Eskişehir Hapishanesi penceresinden izlediği liseli kızların elli yıl sonraki durumlarını görerek hüzünlenmesini düşünüyorum. Kaç anne baba çocuğunun bırakın elliyi, bir on yıl sonrası için endişe ediyor?

Çoğu insan yaşadığı gibi inanıyor, boşveriyor, önemsemiyor, "nasılsa ileride her şey yoluna girer" diyor. Rahmani bir merhamet göstererek çocuklarının ahiretini değil, şeytani bir merhametle dünya hayatını düşünüyor. Ahireti yerine çocuğunun dünyasını güzelleştirerek ideal anne baba olduğunu zannediyor.

Müslüman bir bayandan duyduğum sözler beni çok hayrete düşürmüştü bir zamanlar. Yurt dışında yaşayan oğluna dair güzel bir haber aldığını anlatmıştı bayan. Kendisi, evlenecek bir genç kız bulmuş olduğu haberini beklerken, oğlunun namaza başladığı haberiyle sevincinin yarım kaldığını söylemişti.

Çocuklarına hayatın amacının yalnızca yemek, içmek, eğlenmek, iş sahibi olmak, evlenmek ve aile kurmak olduğunu telkin eden anne babaların, "ne olacak bu gençlerin hali?" sorusunu sormaya hakkı var mı sizce? Böyle anne babaların çocuklarının, küreselleşen dünyanın top gibi nereye vursan oraya yuvarlanan gençleri olmaları şaşılacak bir durum olmasa gerek.

"Bizim zamanımızda böyle miydi?" diye serzenişte bulunan insanlara soruyorum. Sizin zamanınız bitmedi ki. Yaşıyorsunuz ve hala zamanınız devam ediyor. Sorumluluklarınız gençlik dönemiyle birlikte sona mı erdi? Neden gençlerin sizin zamanınızdakinden daha dejenere olmasına izin verdiniz, veriyorsunuz?

Gençlik hızla akan nehir gibi. Yaşlılıkta sular duruluyor, yeniden hızlanmasına ise imkan yok. Bahar gibi gençlik; ardından kış geliyor ama bahara yeniden kavuşmaya imkan yok. Baharın tazeliğinin, verdiği enerjinin, coşkunun sahte İlahlar peşinde, tüketim çılgınlığı içinde boşa heba edilmesi ne büyük israf. İnanç mutluluğun anahtarı iken gençlerin o anahtarı asla bulamayacakları yerlerde araması ne büyük yanılgı.

Düşünüyorum, karşı yakanın görüntüsüyle ne kadar da örtüşüyor şu reklam sloganı:

"Ateş seni çağırıyor!" O ateş gençleri her dönem çağırıyor. Gençliği ateşe değil, iyiye çağırmalı. Böylece tüm insanlığı iyiye çağırmış olursunuz.
O zaman o ateş soğuk ve esenlik olacak, Hz. İbrahim(as)'ı nasıl yakamadı ise iyiliğe yönelen gençleri de yakamayacaktır.
Gençliğin rûhunu, işlemeyen bir tarla gibi kendi hâline bırakırsanız, orada ısırganlar, dikenler yetişir biter. (Snellman)


Fuat Türker

Melekler Tatil Yapmıyor!..  

Posted by Tespih Taneleri... in




Yaz tatili geldi. Pek çok kişi izne ayrılacak, tatil yapacak. Tatile gidenlere hatırlatırım; melekler tatil yapmıyor!..
Sağ omzumuzda sevap meleği, sol omzumuzda günah meleği durmadan, saniye saniye attığımız adımları yazıyor.
Tatil için lüks yerlere gezmeye gidenler etraflarına bakabilir; en güzel yerlerde en büyük günahlar işleniyor. Bu nankörlüktür. Yani demek istiyorlar ki:
"Allah'ım sen böyle güzel yerler yaratmışsın. Ben de işlediğim günahlarla buraları çirkinleştiriyorum!"
Güzel yerlere gidenler dönünce anlatır, "Öyle bir yere gittik ki, cennet gibi..."

Peki, ben de sana soruyorum; o cennette ne yaptın?
Cennette cehenneme hazırlık mı yaptın?
Beş yıldızlı bir otel... Yiyecekler, içecekler, konforlu odalar, her şey tertemiz... İsteyen yüzüyor, isteyen yatıyor, isteyen deniz kıyafetiyle geziyor... "Cennet gibi yerde" günah deryası içinde kalınıyor.

Böyle söyleyince bazıları itiraz ediyor. Gezmeyelim mi? Görmeyelim mi? Allah'ın nimetlerinden istifade etmeyelim mi?
Allah her şeyi insanlar için yaratmış. Bu yarattıklarından elbette ki en çok Müslümanlar istifade etmelidir.

Amma Müslüman'ca!..

Mesela ben şu anda basit ve sade bir köy evindeyim. Ağaçlar, çiçekler, tertemiz bir hava... Bu basit köy evinin balkonu...
Helal daire keyfe kâfidir. Burada oturmayıp sahilde plaja gitsem, sol taraftaki melek başlayacak yazmaya:
"Helal daireden haram daireye geçti."
Adam diyor ki:
"Bahçeden bana ne, denize girmek istiyorum!" Araban varsa biner, ıssız bir yere gider denize girersin.
"Efendim, muhafazakâr oteldeyiz. Hanımlara ayrı havuz, erkeklere ayrı deniz..."
Şuurlu muyuz, haramdan korkuyor muyuz? Öyleyse ilmihalde hanımlar hanımların arasında, erkekler erkeklerin arasında nasıl giyinmeli, bahsi yeniden okunabilir.
Velhasılı...
Uçağa binmek zevkli, gökte uçmak güzel, meşrubat ve yemekler şahane. Buraya kadar iyi...
Fakat nereye gidiyoruz? Önemli olan bu...

Ben dünyayı dolaşmış bir insanım. Yabancı ülkelerin imtihanı da ağır diye düşünürdüm. Şimdi Türkiye'de pek çok yerde insan kendini yabancı ülkede gibi hissediyor.

Hem tatil deyince aklımıza niye lüks oteller geliyor? Mesela bu tatilde imkânı olan Kudüs'e gidebilir. Keşke hasta olmasam da ben de gidebilsem o mübarek yerlere. Üç gün, beş gün, bir hafta kalıp gezebilsem. Mescid-i Aksa'yı ziyaret edebilsem...

Tatilde üzerimizde nefsin hâkimiyeti olmamalı... Tebdil-i mekânda ferahlık vardır amma helal dairede olursa... Yoksa sonunda ferahlık değil, maddi-manevi karanlık vardır...

Hekimoğlu İsmail

Suurlu musluman olmak lazim... Dilde degil, yurekte ve amelde yasamak lazim...

Beraat duasi ve namazi... Kandiliniz mubarek olsun...  

Posted by Tespih Taneleri... in




Ebü'l-Hasan-ı Harakânî  buyurdular ki:

 "Nîmetlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır.

Arkadaşların en iyisi, Allah'ı hatırlatandır.

Kalblerin en nurlusu, içinde mal sevgisi olmayandır."

Kandiliniz Mubarek Olsun...

Ebu Hüreyre Radıyallahu And’dan rivayet edildiğine göre: Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimiz şöyle buyurmuştur:

—“Şaban ayının on beşinci gecesinin ilk vaktinde Cebrail (a.s) bana geldi; şöyle dedi:

—“Ya Muhammed, başını semaya kaldır. Sordum.

—“Bu gece nasıl bir gecedir? Şöyle anlattı:

—“Bu gece, Allah-u Teala, rahmet kapılarından üç yüz tanesini açar. Kendisine şirk koşmayanların hemen herkesi bağışlar. Meğer ki, bağışlayacağı kimseler büyücü, kahin,devamlı şarap içen, faizciliğe ve zinaya devam eden kimselerden olsun. Bu kimseler tövbe edinceye kadar, Allah-u Teala onları bağışlamaz.
Gecenin dörtte biri geçtikten sonra, Cebrail yine geldi ve şöyle dedi:

"Ya Muhammed başını kaldır. Bir de baktım ki, cennet kapıları açılmış.
Cennetin birinci kapısında dahi bir melek durmuş şöyle sesleniyor:

"Ne mutlu bu gece rüku edenlere".

İkinci kapıdan dahi bir melek durmuş şöyle sesleniyordu:

"Bu gece secde edenlere ne mutlu".

Üçüncü kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu:

 "Bu gece dua edenlere ne mutlu."

Dördüncü kapıda duran melek dahi şöyle sesleniyordu:

"Bu gece, Allah'ı zikredenlere ne mutlu".

Beşinci kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu:

"Bu gece Allah korkusundan ağlayan kimselere ne mutlu."

Altıncı kapıda duran melek dahi, şöyle sesleniyordu:

 "Bu gece Müslümanlara ne mutlu.

"Yedinci kapıda da bir melek durmuş şöyle sesleniyordu:

 "Günahının bağışlanmasını dileyen yok mu ki, günahları bağışlansın.
Bunları gördükten sonra, Cebrail'e sordum:

"Bu kapılar ne zamana kadar açık kalacak?
Şöyle dedi: "Ya Muhammed, Allah-u Teala, bu gece, Kelp kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısı kadar kimseyi cehennemden azat eder."

Beraat Duası Ne Namazi

“Bismillahirrahmanirrahim
Allahümme ya zel menni ve la yemunnu aleyhi. Ya zel celali vel ikram. Ya zet tavli vel inam. La ilahe illa ente zahrellacine ve carel müstecirine ve emanel haifin. Allahümme in künte ketebteni ındeke fi ümmil kitabi şekıyyen ev mahrumen ev matruden ev mugatteran aleyye firrızgı femhullahümme bi fadlıke şegaveti ve hırmani ve tardi ve ıgtara rızgı ve esbitni ındeke fi ümmil kitabi seıden ve merzukan ve muvaffagan lil hayrati feinneke gulte ve gavluke’l haggu fi kitabike’l münzeli ala lisani nebiyyike’l mürsel. Yemhullahu ma yeşau ve yüsbitü ve ındehu ümmü’l kitab. İlahi bi’tecelliyyil azami fi leyletin’nısfi min şa’bane’l mükerremi’lleti (fiha yüfragu küllü emrin hâkim)ve yübremü en tekşife anna minel bela i ma na’lemu ve ma la na’lemu ve ma ente bihi a’lemu inneke ente’l eazzul Ekrem. Ve sallalalhu ala seyyidina muhammedin ve ala alihi ve ashabihi ve evladihi ve ezvacihi ve sellem.”


Beraat Gecesi’nde Akşam namazından sonra,3 tane Yasin-i Şerif okunacaktır. Her Yasin okunduktan sonra,1 kere yukarıdaki Berat duası okunacaktır.

1.okuyuşta Cenab-ı Hak’tan hayırlı ve uzun ömür talep; kaza ve beladan emin olmak niyetiyle,
2. okuyuşta, bol ve helal rızık temenni niyetiyle,
3. de, son nefesinde hüsn-i hatime yani iman ile göçmek niyetiyle, okunacaktır.

Beraat Gecesi’nde en az 12 rekât en fazla 100 rekât “Hayr Namaz’ı”  kılınır. Her 2 rekâtta bir selam verilir. Her rekâtta, Fatiha’dan sonra en az 10 kere İhlâs Suresi okunur.
Her rekâtta 100 İhlâs- Şerif okumak suretiyle 10 rekâtta kılınabilir.
Namazdan sonra:

14 kere İstiğfar

14 kere Salâvatı şerife

14 kere (besmeleyle) Fatiha Suresi

14 kere (besmeleyle) Ayetel Kürsi

14 kere (besmeleyle) Tevbe suresinin son iki ayeti Kur’an-ı Kerim, Sayfa: 208

14 kere [Yasin, Yasin] dedikten sonra 1 Yasin Suresi (Yasin-i Şerif’de 7 zahiri,7 batıni MÜBİN vardır. Böylece o da 14 olur.)

14 kere (besmeleyle) İhlas Suresi

14 kere (besmeleyle) Felak Suresi

14 kere (besmeleyle) Nas Suresi

14 kere Subhanallahi velhamdü lillahi ve la ilahe illalahu vallahu ekber.Vela havle vela kuvvete illa billahi’l –aliyyi’l-aziym

14 kere Salavatı Şerife (Salatı Münciye okumak efdaldir) okunur. Bunlardan sonra dua yapılır.
Kaynaklar: “İslam İlmihali “M. Asım Köksal
“Mübarek Gün ve Gecelerde Yapılması Tavsiye Edilen Dua ve İbadetler”
“ Dualar ve Zikirler” Mahmud Sami Ramazanoğlu

Giydirmiyor Soyuyorlar !  

Posted by Tespih Taneleri... in





Geçen hafta bir tunik almak için tesettür mağazalarından birine girdim. İşin doğrusu başörtülü arkadaşlarımın giydiği tunikleri çok beğendiğim için en iyisi tesettür mağazalarına bakayım dedim.Tesettür markalarından en ünlü olann mağazasına girdim önce.

Gayet şık giyinmiş tesettürlü satış danışmanları oldukça kibardı. Diğer mağazarlardaki satış danışmanları ile karşılaştırınca, insanın kendini rahat hissedeceği güleryüzlülükle karşılıyorlar insanı.
Ben de meramımı tabi ki kibar bir dille anlattım. Satış danışmanı hanımefendi beni tuniklerin olduğu bölüme götürdü. Oldukça şıktı tunikler. Tabi fiyatlarına bakmadım. Denedim bir tanesini ve beğendikten sonra fiyatına bakmak geldi aklıma.
Ve ne olduysa ondan sonra oldu.
O da ne? Sıradan bir kumaşa sahip ve hiç el işçiliği de olmayan bir tunik tam 180 liraydı.
Tabi ki çok şaşırdım. Diğer kıyafetlere de bir bakayım derken gördüğüm fiyatlar beni ciddi anlamda şoka uğrattı. Kendimi bir an Amerika’nın en ünlü ve sırf marka ürün satan mağazalarından birinde hissettim.
Zira; sıradan bir etek 170, sıradan bir bluz 90, sıradan bir elbise 200, sıradan bir tunik 180 lira civarında idi.Ve tam da o sırada mağazada yanımdan geçen iki tane başörtülü kızın konuşmasına şahit oldum. Kızlar "Örtülü olmayan biri 50 liraya giyinirken biz 200 liraya giyiniyoruz" diye sitem ediyorlardı.

İşin ilginç yanı bu mağazalara talep oldukça fazla. Başörtülü arkadaşlarımdan biri ile bu konuyu konuştuğumda “Maalesef Meryemciğim, mağazada yakınan kızlar çok haklı. İnancımıza binaen giydiğimiz kıyafetlerde bile, tüccarların tezgahına denk geliyoruz.


Biz, başörtülü olmayan hemcinslerimize göre oldukça pahalı giyiniyoruz.  Maddi olanaklara sahip insanlar bu mağazalardan giyinebiliyor ama olmayanlar çarşı-pazar ne bulurlarsa alternatif çözüm üretiyorlar kendilerine” dedi.

Konuyu biraz daha araştırınca daha ilginç şeyler de duydum. Mesela muhafazakarların tercih ettiği tatil köyü ve oteller de, tesettür mağazaları gibi “tekel” olmanın verdiği özgüvenle(!) fiyatlarını çok yüksek tutuyormuş.Aslında piyasa, bu konuda uyanmış.

Tesettür mağazalarındaki koleksiyonların şehirlileşemeyen çizgilerinden ve fiyatlarından yakınmalar arttıkça daha önce kreasyonlarında tesettüre yer vermeyen bir çok marka da tesettürlü müşterileri için koleksiyonlar hazırlamaya başlamış.Daha önce tesettürü tekeline alan mağazalara macbur olan insanlar da şimdi diğer mağazalardaki tesettüre uygun ve uygun fiyatlı kıyafetleri tercih etmeye başlamış.

Bunun yanısıra ünlü tesettür markalarının yıllardır, janjanlı, arabesk, frapan giysilerle sözde tesettürün sadeliğine “canlılık” katan çizgileri de başörtülüleri epey bunaltmış durumda. Birçoklarının çizgilerinin zaten tesettüre çok da uygun olmadığını söyleyenler de var.
Bu mağazaların yöneticilerinden birinin konuştuğu gazeteye, büyük marka oldukları ve defileler tertipledikleri için fiyatlarına marka değerini de eklediklerini söylediğini anımsadım.

Açıkçası bu mağazalara sormak lazım: Kumaşın ve el işçiliğinin pahalılığı anlaşılır ama ama sıradan bir buluzu bile sırf marka diye bir tesettür mağazası nasıl bu denli yüksek fiyata satabilir?
İnançları doğrultusunda giyinmek isteyen insanların, tesettür markalarınca resmen soyulması, büyük bir sömürü bence…


Meryem Gayberi

Related Posts with Thumbnails
Site'de Kaç Kişiyiz